Alman sosyolog Jürgen Habermas, modern kitle iletişim araçlarının kamusal alan üzerindeki etkisini çözümlediği çalışmalarında, bu araçların piyasa çıkarları doğrultusunda belirli örgütlerin kontrolüne girmesini "kamusal alanın yeniden feodalleşmesi" kavramıyla tanımlar. Habermas'a göre bu süreç, kamusal alanın eleştirel rasyonaliteye, uzlaşmaya ve etik temelli tartışmaya dayalı doğasının bozulması anlamına gelir. Siyasetin kabilesel doğası ve bilgi kaynakları ile sosyal medyanın siyasi eğilimlere göre bölünmesi, iptal kültürünün gelişmesine katkıda bulunmuştur. Günümüzün siyasal ve medya ortamı, toplumsal kutuplaşmayı derinleştirmekte; bir grubun kendi dışındaki diğer grupları hedef almasını, onlara yönelik olumsuz söylemler geliştirmesini ve bu grupları şeytanlaştırmasını kolaylaştırmaktadır. Bu durum "Bizim en ahlaksızımız sizin en ahlaklınızdan bizim indimizde daha değerlidir" gibi bir kabile asabiyetinin yeniden doğmasına zemin hazırlamaktadır.
Nitekim, Evgeny Morozov, The Net Delusion: The Dark Side of Internet Freedom adlı eserinde dijital teknolojilerin demokratikleşmeye hizmet ettiği yönündeki iyimser yaklaşımlara karşı güçlü bir eleştiri ortaya koyar. Morozov'a göre internet, özgürleştirici bir araç olmaktan ziyade otoriter rejimlerin denetim ve gözetim sistemlerini daha da güçlendiren bir mekanizmaya dönüşmektedir. Bu yönüyle "siber-ütopyacı" yaklaşımların tehlikeli bir yanılgıya
neden olduğunu vurgular. Her ne kadar sosyal medya, grupların ve alt grupların koalisyonlar oluşturmasını ve güç için rekabet etmesini kolaylaştırsa da bu durum aynı zamanda bireylerin kendi görüşlerini paylaşan çok sayıda insanı hızla tespit etmesine ve onlarla bir araya gelmesine de imkân tanımıştır.
Toplumsal davranışların psikolojik temellerini inceleyen Gustave Le Bon ise kitle davranışının bireysel akılcılıkla çeliştiğini öne sürer. Ona göre bireyler kalabalık içinde bir araya geldiklerinde kişisel bilinçleri bulanıklaşır ve kolektif ruh halinin etkisine girerler. Le Bon, kitlenin zihinsel düzeyinin
bireylerin ortalamasından daha düşük olduğunu savunur ve bu nedenle bireysel rasyonel tutumların yerine kalabalığın duygusal reflekslerinin daha belirleyici hale geldiğini ileri sürer.
Farklı olanı imha etme
Bu çerçevede günümüzde dijital platformlarda sıkça karşılaşılan linç kampanyaları ve sahte bilgi yayılımı, kitle psikolojisinin sanal alandaki izdüşümleri olarak karşımıza çıkıyor. Bireyler, ait oldukları ideolojik veya politik grupların etkisiyle, paylaşılan içeriklerin doğruluğunu sorgulamadan hareket ediyor; eleştirel düşünceden uzaklaşıp kolektif yargılara teslim oluyorlar. Böylece sosyal medya, bireysel, eleştirel aklın geri plana itildiği, duygusal tepkilerin ve çoğunluk baskısının yön verdiği bir dijital kalabalık rejimine dönüşüyor.
Bu açıdan linç kültürü, yalnızca fiziksel saldırganlıkla sınırlı kalmıyor. Aynı zamanda grup içi psikodinamiklerin "öteki"yi hedef alacak şekilde örgütlenmesini de içeriyor. Bu kültür, paranoid-şizoid (bölme ve yansıtma) zihinsel konumdan besleniyor ve "aynı" olma arzusuyla "farklı" olanı imha etmeye yöneliyor. Çünkü bu yapı grup üyelerine sahte bir aidiyet ve güç hissi veriyor. Ancak, buradaki aidiyet hissi sahte ve yanılsamadan ibarettir. Bunun nedenine gelince; linç grubu, duygusal olarak ilkel, regresif bir örgütlenme biçimi olduğundan gerçek empati ya da dayanışma ile değil; ortak düşman üzerinden bağlanmayı içerir. Başka bir deyişle, onları bir araya getiren ortak bir ideal, tarih ya da gelecek tasavvuru değil, sadece "ortak düşman"dır. Yani: "Ben iyiyim, onlar kötü." "Biz normaliyiz, onlar sapkın." "Biz vatanseveriz, onlar hain" dikotomisi hâkimdir burada. Linç kültürü,
toplumsal karmaşıklığı tolere edemeyen bireylerin karmaşık sosyal meseleleri basit düşman imgelerine indirgemesiyle işler. Kısacası bu kültür "aynı" olma arzusu ile "farklı" olanı yok etme arzusunun bir birleşimidir.
Ben yok, biz varız
Linç kültürü, güçsüzlere güçlü olma fırsatı sunarak, daha önce etkileri kontrol altında tutulan grupların çevrimiçi ortamda dikkate değer bir etki oluşturmasına olanak tanır. Ancak, bu durum aynı zamanda diğerlerini dışlama veya iptal etme gücüne sahip yüksek derecede odaklanmış seçmenler de üretebilir. Bu tür grup dinamikleri, bireylerde "biz" yanılsaması yaratarak sahte bir güç yanılsamasına yol açar. Söz gelimi, kamusal alanda görünürlüğü olmayan ve toplumsal etkisi sınırlı bireyler bile sosyal medya aracılığıyla önemli konular hakkında fikir beyan edebilmekte; hatta bazı durumlarda bir devlet başkanından daha fazla ilgi çekebilmektedir. Bu bağlamda, sosyal medya, daha önce yalnızca seyirci ya da gözlemci konumunda olan bireylerin, toplumsal ve siyasal olaylar üzerinde etki gücü olan aktörlere dönüşmelerine olanak sağlamıştır. Bağırsanız sesinizi duymayacak ya da hiç tanımadığınız ve tanıma ihtimalinizin de bulunmadığı insanlar sosyal medya sayesinde kolaylıkla ulaşabileceğiniz insanlara
dönüşmüştür.
Linç eylemi sırasında birey kendini güçlü, görünür ve "haklı" hisseder. Bu durum, psikanalitik açıdan bakıldığında omnipotent fantezilerin (her şeye gücü yeten fantezi) doyurulmasıyla ilişkilendirilebilir. Bu bağlamda birey, kendi güçsüzlüğünü örtmek için "öldürme gücüne" sarılabilir. Ancak bu güç gerçek değil, sadist ve geçicidir. Sonuç olarak geriye travma, pişmanlık ya da daha büyük bir savunma duvarı kalır. Omnipotent fantezi, psikanalitik kuramda özellikle Melanie Klein'e atfedilir. Bu, bireyin özellikle kaygı, güçsüzlük ve kontrol kaybı yaşadığı durumlarda geliştirdiği, her şeyi kontrol edebileceğine, yenilmez olduğuna veya ahlaki olarak üstün bir konumda bulunduğuna dair bilinçdışı bir inanç ya da hayal kurma hâlidir.
Buna "troll gücü" ya da başka bir deyişle, bireyin kendine ait olmayan bir gücü kullanma durumu da denilebilir. Troller, her şeyi yok edebilecekleri, herkesi cezalandırabilecekleri bir tanrısal güce sahip olduklarını sanırlar. Oysa her şey, aniden kapatılan bir hesaba bakar; ya da masum genç kadınlara tehditler savuran ergenlerin "gelin bulun" bizi diyerek devlete savurdukları küfürler, bir sabah aniden kapılarını çalan siber suçlarla mücadele ekipleriyle son bulur. Anonim hesapların arkasındaki bireyler aslında kendisini görünmez, etkisiz veya değersiz hissederken, linç grubunun bir
parçası olarak "Tanrı" gibi cezalandırma yetkilerinin olduklarını düşünürler.
Hakikat tekelciliği
Linç kültürü, ahlaki mutlakiyetçilik ve hoşgörüsüzlük ortamı yaratır. Bu durum, bireylerin kendi görüşlerinin doğruluğuna tamamen ikna olmalarına ve muhaliflerine verilecek her türlü cezayı haklı çıkarabileceklerine inandıkları bir senaryoya yol açar. İptal kültürü ise bir güruh tarafından kötü niyetli olarak görülen inançları benimseyenlerin ya da sadece bu inançlara sahip olanların, boyun eğmeye ve otosansüre zorlandığı bir hoşgörüsüzlük ortamını teşvik eder.
Bir fikri eleştirmek ya da çürütmek için ikna edici karşı deliller sunmak yerine, "ötekini" yok etmek ve deformasyona uğratmak amacıyla manipülatif kampanyalar yürütülmeye başlanması, bu eleştiri biçiminin ahlaki mutlakiyetçiliğe dönüşmesine yol açar. Benzer şekilde, üstenci bir bakış
açısıyla karşıdakini muhatap almaya değmez görmek ve onu iğrenç bir böcek gibi ezmeye çalışmak, rakibin yerini düşmanın almasına yol açar. Bu tür
bir yaklaşım, internet meraklısı aktivistlerden oluşan kritik bir kitlenin, ahlaki üstünlüğe sahip olduklarına ve muhaliflerine verilecek her türlü cezayı haklı çıkardıklarına inandığında büyük bir tehlike potansiyeli oluşturur. Özellikle sınıf arkadaşları tarafından bu tür zorbalığa maruz kalmış birçok gencin geleceği, işte böyle kararmıştır.
Linç kültüründe ortak bir "nefret hedefi" etrafında birleşen grup üyeleri, kendilerini bir arada, doğru, üstün ve temiz hissederken; "öteki" yalnızca farklı değil, aynı zamanda tehlikeli olarak da algılanır. Bu algı, bir tür "ahlaki temizlik" yanılsaması yaratır: "Ben kirli değilim, kirli olan sensin." Bu
psikolojik çerçevede, dehümanizasyon ve imha arzusunun ortaya çıkmasına yönelik güçlü eğilimler gelişir. Nihayetinde bu durum, güçsüz bireylerin, kendilerini ezilmiş ya da değersiz hissettikleri sistemlere karşı duydukları gizli ve bastırılmış öfkenin açığa çıkmasına yol açar.
Linç kültürü, bireylerin doğrudan erişemedikleri güç veya adalet mekanizmalarına karşı simgesel bir iktidar kurma biçimi olarak işler. Bu süreçte temel itici güç çoğu zaman bastırılmış olan hınç duygusu olarak ortaya çıkar: "Benim yaşadığım adaletsizliklerin hesabını başkasından sorma hakkını kendimde buluyorum." diyerek bu durumu meşrulaştırır. Hınç duygusu dikey eleştiriden (iktidar, sistem, kurumlar) zamanla yatay hedeflere (bireyler, kültürel figürler, akademisyenler) doğru yönelir. Böylece, eleştiri yerini cezalandırmaya; adalet talebi ise yerini öç alma dürtüsüne bırakır.
Ne yapmalıyız?
"Elimden gelse Müslüman Doğu'daki tüm mekteplere eleştirel düşünme dersleri koyardım" diyen Aliya İzzetbegoviç'in sözüne kulak vermeliyiz. Bu doğrultuda günümüz gençlerine interneti güvenli ve bilinçli bir şekilde kullanmayı öğretmek, linç kültürü gibi yıkıcı dijital eğilimlerle başa çıkabilmenin en etkili yollarından biri olacaktır. Bu süreçte gerçek ve yanlış bilgi arasında nasıl ayrım yapılacağı, gazetecilik ile savunuculuk veya eğlence arasındaki farklar eleştirel akılcılık süzgecinden geçirilerek öğretilmelidir. Eleştirel düşünce, dogmatik ideolojilere ve peşin hükümlere karşı durarak, bireylerin olayları ve fikirleri farklı açılardan değerlendirmelerini ve daha bilinçli kararlar almalarını sağlar.
Bilgi çağında yaşadığımız bu dönemde doğru ve yanlış bilgiyi ayırt etmek ve güvenilir kaynakları belirlemek için eleştirel düşünce becerileri hayati önem taşır. Dahası, eleştirel düşünce, bireyleri korumakla kalmaz; aynı zamanda sürekli öğrenmeye ve kendini geliştirmeye de teşvik eder. İnsanların hatalarından ders çıkarmaları, yeni bilgiler edinmeleri ve dünya görüşlerini sürekli olarak güncellemeleri ancak böyle zihinsel bir eylemle mümkündür. Bu çabayı destekleyen en sağlam temellerden biri de Kur'an'ın defalarca tekrarladığı "akletmez misiniz?" çağrısında saklıdır. Bu çağrıya kulak vererek, ezberden arınmış özgür bir düşünce ile akletmeye başlamak sanırım atılacak en doğru adım olacaktır.