Günümüzde "linç" kavramı geleneksel anlamının dışına çıkarak sosyal medyada normal bir eylem biçimi haline geldi. "Linç kültürü" olarak
adlandırdığımız bu kavramı nasıl tanımlarsınız?
Bize söylendiğine göre adına bilgi çağı yahut dijital çağ denilen bir dönemde yaşıyoruz. Sosyal medya, ilk e-postanın 1971'de gönderilmesiyle hayatımıza girdi. 2000'lerde de modern olarak tabir edilen Linkedln, Friendster, Myspace, Facebook ve Twitter gibi platformların kullanılmaya başlanmasıyla gündelik yaşamın merkezine yerleşti. Bireyin veya kitlelerin sosyal medyada yapılan paylaşımlar ve ortaya konulan görüşler nedeniyle çevrimiçi bir topluluk tarafından hedef alınması, eleştirilmesi ve itibarsızlaştırılması süreci olarak tanımlayabileceğimiz linç kültürü
de sosyal medya kullanımının yaygınlaşmasıyla doğru orantılı olarak maalesef sıradan bir eyleme dönüştü.
Avustralyalı yazar Russell Blackford'un dediği gibi "Sosyal medya ve linç kültürü; uyumsuzları adlandırmayı, utandırmayı, dışlamayı ve taciz etmeyi kolaylaştırdı." Kültür kavramının zihnimizde olumlu bir yeri var. Dolayısıyla "linç" gibi bünyesinde kötülüğü barındıran bir mefhumla yan yana gelmesi üzücü. Ancak maalesef, kötülüğün yaygınlaşması ve nesillerden nesillere aktarılması, onu da bir karakteristik özelliğe, yani kültüre dönüştürüyor. Adına linç kültürü dediğimiz bu gerçeklik, sosyal medyanın en önemli özelliklerinden biri olan hızlı yayılımla, bireyleri daha cesur ve acımasız hale getiren kitle psikolojisiyle, yine bu mecraların yapısı gereği öfke, nefret ve hayal kırıklığı gibi rasyonel düşünmeyi engelleyen duygusal tepkilerin
rahat rahat açığa çıkarılabilmesiyle, kimilerince kötülüğü perdelemek için kullanılan "adalet arayışı"yla, sosyal medyanın en kritik silahı olan bot hesaplar ve trollerle, ayrıca çok etkileşim alan paylaşımların daha fazla kişiye ulaşmasını sağlayan algoritmalarla şekilleniyor ve yayılıyor.
Mesela son dönemde insanların doğaya kaçış, kırsala yerleşme, köye ev yapma gibi eylemlerinin yoğunlaşması bir bakıma bu linç kültüründen korunma ve sosyal medya detoksu ihtiyacıyla da ilgili diye düşünüyorum. Ama maalesef sosyal medyada yayılan linç kültürü bireysel tedbirlerle korunabileceğimiz bir olgu değil; bütün dünyada kamu otoriteleri özgürlük söylemi şemsiyesine sığınarak toplumu ahtapot gibi sarmalayan
bu sosyal ağlar karşısında tek tek av olmayı beklememeli. Bir an önce ulus-devlet yapılarının birey haklarını ihlal eden, kamu düzenini tehdit eden içeriklere karşı topyekûn bir tepki ortaya koymaları gerekiyor.
Çoğu zaman örgütlü ve bilinçli ilerlediği düşünülen linç kampanyaları sosyal medyada nasıl hayat buluyor? Bir kişi ya da kurum hangi süreçlerle hedef haline geliyor?
Aslına bakarsanız bu, zannedildiği kadar kolay bir süreç değil. Karmaşık ve girift olaylar örgüsüyle karşı karşıyayız. Öncelikle tetikleyici bir olay yahut iddia ortaya atılıyor. Gerçekten yapılan bir hata yahut art niyetli hesaplar tarafından uydurulan gerçek dışı bir iddia ile kampanyanın fitili ateşleniyor. Kimi zaman da son derece masum bir ifade tamamen çarpıtılarak -popüler deyişle söyleyecek olursak- kullanıcıların "timeline"ına düşürülüyor. Ya da örgütlü kampanyalarla olaylar bağlamından koparılarak servis ediliyor. Sonra belirlenen hedeflere bot hesaplar, viral yayılım ve oluşturulan "hashtag"ler marifetiyle ulaştırılıyor. Ardından sürü psikolojisi, duygusal yüklenme, sofistike bir olayın iyi-kötü basitliğine indirgenmesi ve hadisenin delillerinin göz ardı edilmesinin sağlanması gibi yöntemlerle linç atmosferi oluşturuluyor.
En nihayetinde onlarca, yüzlerce, binlerce anonim ve bot hesaptan kişiye ya da kuruma yönelik hakaret, taciz ve tehditlerle, itibar suikastıyla, boykot ve iptal çağrılarıyla saldırılar gerçekleştiriliyor. Böylesi kitlesel bir saldırıyla muhatap olan kişiler ve kurumlar kendini anlatma, hakikati belgeleriyle dahi olsa gün yüzüne çıkarma konusunda son derece müşkül bir duruma düşüyor. Hukuki yollara başvurarak bu dinamikleri lehine çevirebiliyor. Bunu başarana kadar da zamanını, enerjisini, itibarını dahası sağlığını yitirme riskiyle karşı karşıya kalıyor.
Linç kültürü ifade özgürlüğünü nasıl etkiliyor?
Sosyal medyada linç girişimlerinin ifade özgürlüğünü tehdit ettiğine şüphe yok. "Linç kültürü"nün bu yönde son derece güçlü bir etkisinin olduğunu inkâr edemeyiz. Linç korkusuyla kişiler hassas veya tartışmalı konularda, onları da geçelim herhangi basit bir hususta bile fikir beyan etmekten çekiniyor. Sağlıklı bir eleştiri ya da yapıcı bir münazara ifade özgürlüğünün en önemli sacayaklarından. Fakat "linç kültürü"yle eleştiriden ziyade kişisel saldırılara, münazaradan ziyade münakaşaya tevessül ediliyor. Aşağılanmaktan; sosyal hayatlarının, toplumsal ilişkilerinin zarar görmesinden endişe eden sosyal medya kullanıcıları, maalesef otosansür uygulamak zorunda kalıyorlar. Böylelikle sözüm ona herkesin fikrini ifade etmekte serbest olduğu bir ortam, adeta tek tipçi bir yankı odasına dönüştürülüyor. Şu hususu da es geçmemek lazım: "Linç kültürü" yalnızca susturmuyor, hedefteki kişiyi/kurumu sebepsiz yere özür dilemeye, asla kabullen(e)meyeceği bir pozisyonda konumlanmaya zorluyor. Ve böylelikle sosyal medya, bu alanları "fikir özgürlüğü platformu" olarak kullandığını iddia eden organize grupların kutuplaştırdığı anti-demokratik, baskıcı bir ortama dönüşüyor. Bugün bu linç kültürü ağır bir "sosyal medya faşizmi" şeklinde kendini gösteriyor. Şu işe bakar mısınız: İfade özgürlüğünü kitleselleştireceği, demokratik tartışma ortamını zenginleştireceği, dezavantajlı kitlelerin sesini sistemin merkezine taşıyacağı hayal edilen sosyal medya bugün Roland Barthes'ın "Faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir" sözünün sıradanlaştığı bir tımarhaneye dönüşmüş durumda.
Cancel Culture'ın (İptal Kültürü), Batı'da oldukça sistemli biçimde işlediğini görüyoruz. Özellikle Filistin meselesinde birçok kişi ve kurum Siyonist yapılar tarafından baskıya ve linç girişimlerine maruz kalıyor. Bu durum, Batı'daki ifade özgürlüğü ve demokrasi anlayışını sizce nasıl etkiliyor?
Öncelikle şunu ifade edeyim: Siyonizm'in sesinin bu kadar gür çıkmasının nedeni, tüm dünyayı etkisi altına alabilecek güçte bir lobisinin bulunması. Yoksa Siyonizm herhangi bir mağduriyet yaşamadı, bilakis 1917 Balfour Deklarasyonu'ndan beri Filistin'de işgalci, kan dökücü, insanları yurtlarından ve evlerinden kovan, soykırımcı bir ideoloji… Maalesef onun gücünün sosyal medyada da son derece etkili olduğunu görüyoruz. İptal kültürü geçmişte Roger Garaudy, Norman Finkelstein gibi düşünürlerin üzerinde kullanıldı; şimdilerde, 7 Ekim 2023'te başlayan Gazze işgali ve soykırımı
özelinde yoğun bir şekilde kullanılıyor. Siyonist lobinin çalışmaları nedeniyle, insanlık tarihinin en büyük katliamlarından birinde mazlum olanlara zalim yaftası yapıştırılmaya çalışılıyor. Yani kelimenin tam anlamıyla yavuz hırsız ev sahibini bastırıyor. Biz bugün 70 bin masum Filistinlinin katledilmesini değil de katliamdan kurtulan Filistinlilerin zorunlu tehcirini konuşmak zorunda kalıyoruz. Ya da Filistinlilerin kanlı canlı hakikat olan acılarını değil de İsraillilerin muhayyel korkularını konuşmaya zorlanıyoruz.
Gazze'ye destek veren kişiler ve kurumlar susturulmaya, engellenmeye çalışılıyor, dahası lince uğruyor. Direnmeye devam ederlerse ekonomik baskılara maruz bırakılıyor. Sonuçta "demokrasinin beşiği" olarak nitelendirilen Batı dünyasında kamuoyu manipüle edilerek azınlık haklarının ihlal edildiği, sivil toplumun susturulduğu, akademik özgürlüğün tehdit edildiği bir tablo çıkıyor ortaya. Böylelikle Siyonist yapıların tetiklediği baskı ve iptal
kültürü neticesinde; demokrasi ile övünen Batı toplumlarında bile demokrasiye olan inanç sarsılıyor, ifade özgürlüğü zedeleniyor, demokrasi anlayışının temel ilkeleri aşındırılıyor. Batı'da yeni nesiller kendilerine anlatılan evrensel değerleri sorguluyor; hikâye edilenle yaşanan gerçeklik arasındaki tezatı fark ediyor.
Linç kampanyaları ve iptal kültürü gibi dijital hareketlerin gittikçe yayılması ve normalleşmesi, toplumlar üzerinde ne tür etkiler yaratıyor?
Toplumların karakterlerini belirleyen tarihî yaşanmışlıklar, coğrafi faktörler, inanç, dil ve farklı gruplarla kurulan etkileşimler gibi çeşitli unsurlar var. İçerisinde yaşadığımız dönemin en önemli aktörlerinden sosyal medya da bireysel ve toplumsal anlamda kimliğe sahip olma, daha açık söylersek kimliğe büründürme aracı olarak son derece mühim bir yerde duruyor. Kitlelerin yaşama kültüründen yemek kültürüne, dili kullanma biçiminden inancına kadar hayati önemi haiz pek çok şeyi etkileyen sosyal medyada, uygulanan linç kampanyaları ve iptal kültürü toplumsal psikoloji ve yaşayış tarzlarını doğrudan etkiliyor. Öyle ki; bir zamanlar "Uyanık olma"yı salık veren "woke culture" tarzı sosyal hareketlerde görüldüğü üzere "masum" gerekçelerle başlayan kimi akımlar, sosyal medya "marifetiyle" bir süre sonra ifşa etmeyi, sorumlu tutmayı ve hedef göstermeyi amaçlayan "call-culture"a yani çağrı kültürüne, ardından da "cancel culture" yani iptal kültürüne evriliyor. Bireyleri otosansüre zorlayan "görüş zorbalığı", aynı zamanda onlara psikolojik olarak zarar veriyor. Sosyal ve profesyonel anlamda itibar kaybına neden olduğu için empati ve müsamaha gibi kavramların literatürümüzden çıkarılmasına sebep oluyor. Tabii olarak da kutuplaşmayı derinleştiriyor. Bireyleri böyle etkileyince, bireylerden müteşekkil toplumlarda da tektipçiliği, konformizm baskısını ön plana çıkarıyor. Demokratik tartışma ortamını zedeleyerek adalet algısını yerle yeksan ediyor. Burada en büyük yarayı, adaleti sağlama işini sosyal medyaya bırakmak zorunda kalan hukuk sistemi ve onun bireylere sağladığı güven duygusu alıyor.
Peki, dijital aktivizm ne kadar işe yarıyor? Toplumsal olaylarda ne gibi bir gücü var?
Marshall McLuhan 1960'lı yıllarda dünyanın küresel bir köye dönüşeceğini söylediğinde pek çok kişi buna dudak bükmüştü. Gelinen noktaya baktığımızda dijitalleşme ve özellikle sosyal medyanın hayatımıza girmesiyle dünyanın küçük bir köye, hatta bir mahalleye dönüştüğünü görebiliyoruz.
Bu durumun kazandırdıkları ve kaybettirdikleri ayrı bir bahis konusu. Ancak şu kadarını vurgulamamız gerekiyor: On binlerce kilometre ötede atılan bir naranın sesini saniyeler içerisinde burada duyabilmemizin pek çok avantajı olduğu gibi dezavantajları da var. Vizontele filminde çok güzel bir diyalog vardır: Eve televizyon getiren erkeğin "Bu vizonteledir, dünyayı evimize getirecek" ifadesine, evin kadını "Sebep?" diye sorar. İşte bu soruyu henüz gerçek anlamda zihnimizin gündemine almadığımız ve tatmin edici biçimde cevaplamadığımız görüntüyle paganizmden beri var olan problemimiz derinleşip katlanarak ve karmaşık bir hal alarak büyüyor.
Bilişim teknolojilerini ve sosyal medyayı kullanarak toplumları değiştirme çabası şeklinde tanımlanan dijital aktivizm de yüzleşmemiz gereken sorunlardan biri. Dijital aktivizm sebebiyle toplumlarda öncelikle "Slacktivism" yani herhangi bir iletilenin doğru düzgün okunmadan, anlaşılmadan, analiz edilmeden kabul veya reddedilmesi, paylaşması; diğer deyişle "tıkla ve geç" kültürü yaygınlaşıyor. Sosyal medyanın kontrolsüz bir yapıya sahip olması nedeniyle dezenformasyonla kitleler yönlendiriliyor. Sonra, benzer görüşe sahip kullanıcılar ya da bir görüşe kanalize edilenler bir araya gelerek karşıt görüşte bulunanlar ne düşündükleri umursanmadan ötekileştiriliyor. Bu da kutuplaşmaya neden oluyor. Dijital aktivizm; hakikatin yayılması, kitlelerin doğru yönlendirilmesi, mazlumların haklarının savunulması şeklinde amaçlara hizmet ederse elbette yararlı bir çaba haline gelebilir. Bir tıkla dünya değişmez belki. Lakin toplumsal sorunlara dikkat çekilir, farkındalık oluşturulur ve insanlar böylece harekete geçirilebilir. Sırf bu nedenle bile hakikatin ifşası bağlamında sosyal medya önemli bir silah. Ancak maalesef bugün, bu silah çoğunlukla kötü niyetli kitlelerin (b)elinde duruyor ve hakikatin ifşası değil, maskelenmesi için kullanılıyor.
Anonimliğin insanlara kimliklerini gizleyerek daha rahat söz söyleme imkânı sunuyor olması insanlarda dijital cesareti artıyor sanırım.
Her şeyden önce anonimliğin sosyal medyada aslında kimliksizlik durumunu inşa ettiğinin altını çizelim. Kimliksizleşme de kimileri için imkâna dönüştürülüyor. Bu "imkân" dijital mecralarda rahat rahat söz söyleme, eleştiride bulunma, hatta hakaret ve tehdit etme motivasyonunu harekete
geçiriyor. Hal böyle olunca, sosyal medyada sıklıkla karşılaştığımız siber zorbalık ve taciz, nefret söylemi ve ayrımcılık, dezenformasyon
ve provokasyonun hızla yayılması artık sosyal medya ile özdeşleşmiş hale geliyor. Şayet, bireyleri bile oldukça sorunlu girdapların içerisine sokacak olan bu durum kitleselleşirse işte o zaman, altından kalkılması, onarılması son derece güç kötülüklerin yaygınlaşması, nesillere sirayet
etmesi ve bir süre sonra da hayatın olağan sürecine dâhil olması tehlikesiyle baş etmek zorunda kalacağız. Sosyal medyadaki linç kültürünün bugünkü kadar sofistike olmadığı 2014'te yayımladığım "Hayat-ı müstear ve şizofreni trolizm" başlıklı yazımda müstear kimlikleri, "gerçek dünya ile
sanal dünyada iki ayrı karakter sergileyen bir şizofreni sürecinin ürünü" olarak tanımlamıştım. Tam ifadesiyle; geleneksel medyada "görünerek şöhret olma" ön planda iken, burada şöhrete giden yol "kaybolarak görünme"den geçiyor. Ancak okuyucu, döneminde, Peyami Safa'nın maişet temini için Cingöz Recai serilerini yazan Server Bedi ile aynı kişi olduğunu bilip de bilmezlikten gelirken, bugün izleyici, insanların mahremlerine dair ifşaatta
bulunan, hakaret eden, iftira atan trollerin kimliğini bilemiyor. Bu görünmezlik alanını sonuna kadar istismar eden trolizm, sosyal medyaya ilişkin ahlaki yozlaşma tartışmalarının erken başlamasına yol açtı. Artık hesabını kendi aralarında, mesela okul çıkışında gören delikanlıların yerini, sahte hesaplarla hesap görmeye çalışan klavye kahramanları alıyor.
Günümüzde Twitter (X), dijital mahkeme" gibi çalışarak linç kültürünün en yaygın yaşandığı platformlardan biri gibi görünüyor. X'in algoritması bu kültürü nasıl besliyor?
Dünyada sosyal medya kullanıcılarının sayısı tam 5,22 milyar. Eski adıyla Twitter'ı kullanan kişi sayısı 611 milyon. Sosyal medya platformlarını kullanan kişi sayısı listesinde her ne kadar gerilerde olsa da kitleleri yönlendirmedeki gücü bakımından en önemli alanlardan biri olan Twitter (X), dezenformasyonun ve linç kültürünün en yaygın olduğu sosyal medya platformu. Etkileşimin ve yayılımın son derece hızlı olduğu bu alan, yargısız infazların ve hedef göstermelerin merkezinde bulunuyor. Twitter'da algoritma; öfke, nefret, üzüntü gibi duygusal içerikli iletileri önceliyor. Benzer ilgi alanlarına sahip olan kişilerin iletilerini daha sık gösteriyor. Böylelikle linç kampanyaları sırasında "aynılar, aynılarla" bir araya gelebiliyor. Twitter'ın kısa mesaj formatı da linç kültürü oluşturmaya çalışan kitlelerin işini kolaylaştırıyor. Hashtag'lerin linç kampanyasına "katkısı" büyük. Bir hashtag etrafında birleşen "aynılar" kolayca organize olabiliyor. Popüler hashtag'ler linç kampanyalarının daha geniş gruplara ulaşmasını sağlıyor. Hashtag'ler
marifetiyle bireysel öfke ve eleştiriler kolektif bir güce dönüşüyor. Anonim hesapları kullanan kişiler, kimliklerinin açığa çıkma korkusu olmadan daha "cüretkâr" iletileri paylaşıyorlar. Ayrıca gerçek kişileri de bir süre sonra "cüretkâr" iletiler paylaşma konusunda teşvik ediyorlar. Böylelikle dezenformasyon ve itibar suikastı çok rahat ve hızlı bir şekilde yapılıyor. Zaten sistem ortamda "teknik" olarak örgütlenen azınlıklara gerçeği manipüle etme ve gürültü yaparak hakikati örtme imkânı sunuyor maalesef.
Linç kültürü insanları korkuyla hareket etmeye mi sevk ediyor?
Linç ve iptal kültürünün bireylerin çevrimiçi davranışlarına yönelik toplumsal baskı oluşturduğuna şüphe yok. Linç ve iptal kültürünün yaygınlaşması nedeniyle kullanıcılar sürekli olarak yanlış anlaşılma, paylaşımlarının bağlamından koparılması ve orantısız tepkiyle karşılaşma korkusu dolayısıyla fikirlerini rahatça ifade edemiyorlar. Sosyal medyada yapılan küçük bir hata, oldukça büyük bir tepkiyle karşılanabiliyor. Bu tepkiler, bir süre
sonra da karalama kampanyasına dönüşüyor. Empati ve karşı tarafı anlama çabası minimum düzeye indiği için kutuplaşma ve kamplaşmalar çoğalıyor. Bir süre sonra, sosyal medyada gelişen davranış biçimleri toplumsal hayata da yansıyor. Sanal ortamda baskı ve korku nedeniyle kendini ifade etmekte zorlanan kişiler, bu davranış kalıplarını toplumsal hayata da taşıyorlar. Vaktinin çoğunu sosyal medyada geçiren a-sosyal insanların sayısı her geçen gün artıyor. Klasik iletişim ortamının bir zamanlar yaygın geri adım ifadesi olan "Sözüm maksadını aşmıştır" ile de telafi edilmesine izin verilmeyen; eline en sert taşı, en keskin baltayı alanın koştuğu bir linç furyası sanki orman kanunları altında icra ediliyor.
Sizce linç kültürünün yaygınlaşmasının popülist söylemlere nasıl bir etkisi var?
Linç kültürünün yaygınlaşması popülist söylemler üzerinde düşündürücü bir etkiye sahip. Toplumları yönlendiren figürler; siyasiler, sanatçılar, yazarlar,
kanaat önderleri söylemlerini linç edilme korkusuyla şekillendiriyor. Böylelikle popülist yaklaşım ve söylemlerin güçlenmesine zemin hazırlanıyor. Sosyal medyada yoğun bir şekilde tartışılan herhangi bir konuya dair olumlu/olumsuz paylaşım yapmayan kanaat önderleri, siyasiler ve sanatçılar önce kendi kitleleri tarafından eleştiriye maruz bırakılıyor, sonrasında karalama kampanyası başlıyor ve linç edilmeye çalışılıyor. Dolayısıyla bu figürler; sosyal medyada tavırlarını güvenli bir alan arayışıyla, kutupsallaştırıcı ve basitleştirilmiş bir dille ve "halkın sesi" argümanının değirmenine su
taşıyacak şekilde belirliyorlar. Bu nedenle linç kültürünün sadece bireyler üzerindeki etkilerini değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasal söylemler üzerindeki geniş kapsamlı sonuçlarını da dikkatle incelemek gerektiğini düşünüyorum. Şerif Mardin'in 2000'lerin sonunda muhafazakâr camia için dile getirdiği, ancak aslında tam tersine seküler kitleler için dehşet verici biçimde geçerli olduğunu fark ettiğimiz "mahalle baskısı" kavramı vardı değil mi? O zaman da "Hangisi 'Real' Mardin?" diye sorarak hocanın kendi akademik serüveni içerisinde yaşadığı çelişkileri eleştirmiştim. Maalesef bugün uzun yıllardır muhalefet yorgunu olan kitlenin tahammül duygusu ile birlikte sağduyuyu da kaybettiğini, kendisinden olmayanı yok etmekle ancak rahatlayacak bir öfkeyi, çoğu zaman kendisinden olup da farklı düşünene bile yönelttiğini görüyoruz.
Kısaca bu sosyal linç kültürü mahalle baskısını bile aratır hale geldi. Zira geleneksel mahalle baskısında suçu yaymama, günahı örtme, kötülüğü gizleme iradesi ön plandaydı. Görüşlerine başvurulan, saygıdeğer bir bilgenin, bir mahalle büyüğünün kararına müracaat edilir; oradan çıkan
karara uymayan ise en fazla kınama, ayıplanma veya mahalleden dışlanma ile karşılaşırdı. Yani bir bakıma olumlu bir motivasyon da söz konusuydu. Fakat tek tipleşmeye direnen bütün farklılıkları hedef alan ve doğrudan yok etmeye odaklanan linç kültürü büyük bir gürültü içinde aslında
kamuoyunu, düşünce ve ifade özgürlüğünü çepeçevre kuşatan bir suskunluk sarmalı örüyor.