Sosyal medya linç kültürü ya da sosyoloji literatüründeki ismi ile "İptal Kültürü" (Cancel Culture) bireylerin, ki bunlar genelde ünlü ya da sosyal medyada nüfuz sahibi kişilerdir, bir sosyal medya platformunda aşağılanması, sert bir şekilde eleştirilmesi veya boykot edilmesi olgusunu ifade eder. Linç beğenilmeyen bir görüş, geçmişte yaptığı bir açıklama ya da davranış, sevilmeyen bir kişi ile olan ilişki gibi çok farklı sebeplerden kaynaklanabilir. Yakın zamanda Ekrem İmamoğlu'nun tutuklanmasından sonra çok sayıda insan "sessiz kaldıkları gerekçesi" ile yoğun lince tabi tutulmuş, Cem Yılmaz gibi ünlüler X hesaplarını kapatmak zorunda kalmıştı. Felsefeci Tufan Kıymaz öncülüğünde bir grup da beni linç etmeye kalktı.
Toplumsal dışlanma eski bir kavram olsa da mevcut şekli ile linç kültürü sosyal medyanın ortaya çıkması ile doğan yeni bir fenomendir. Bu platformlar bilginin hızla yayılmasını sağlar ve geniş insan gruplarının toplu olarak kınamalarını ifade etmelerine olanak tanır.
Sosyal medyanın doğası gereği tepkiler hızla büyüyebiliyor. Tek bir gönderi çığ gibi büyüyerek yaygın öfkeye ve bazen orantısız sonuçlara yol açabilir. Daha önceki yazılarımda linç kültürünün olumsuz yönlerini detaylı bir şekilde ele almıştım. Bu yazıda felsefi bir perspektiften biraz daha sistematik bir şekilde eleştirmek istiyorum.
Savunacağım ilk iddia linç kültürünün etik olmayan bir davranış olduğu olacaktır. Bir davranışın ahlaksız olup olmadığını belirlemede iki temel çerçeve
popülerdir. Birincisi deontolojik ahlak kuramı, diğeri ise sonuç ahlakıdır. İki kuramın da perspektifinde linç kültürü ahlaksız bir davranış olarak görülecektir. Açayım.
İnsanları araçlaştırmak
Deontolojik ahlak kuramının en ünlü versiyonu Kant tarafından savunulmuştur. Bu kurama göre insanlara her zaman bir amaç olarak yaklaşmalı,
hiçbir zaman araç olarak yaklaşmamalıyız. Ancak linç kültüründe insanlar birer araç haline getirilir. Linç edilen bireyler düşünme ve gelişme yeteneğine sahip ahlaki açıdan özerk bir varlık olarak ele alınmazlar. Onların duruşuna saygı duyup rasyonel bir diyaloğa girilmez. Onun yerine linç edenler kişileri, ahlaklı olduklarının sinyalini vermek, bir siyasi ya da ideolojik davaya bağlılığı göstermek ya da bir grubun öfkesini tatmin etmek için bir araç olarak ele alır. Bu, deontolojik ahlak kuramında ahlak dışı bir tavırdır.
Dahası deontolojik ahlak kuramında ahlaki yükümlülükler evrenseldir. Bir davranış eleştirilecekse aynı koşullar altında, aynı davranışı gösteren herkes eleştirilmelidir. Ancak linç evrensel değil belli kişilere yönelik gerçekleşir. Ünlü ve çok takipçili hesaplar linçlenirken, daha az takipçili hesaplar benzer
muamele görmezler. Dahası çoğu zaman linç ideolojiktir. Kendi siyasi görüşünü savunurken takınılan tavır başkaları için takınılmaz. Son olarak deontolojik ahlak kuramına göre ahlaki değerin kökeni özerk eylemlerden gelir. Kişi ahlaki görev bilinci ile hareket ederse ahlaklıdır, dış zorlama ya da korku temelli eylemler övgüye layık değildir. Linç kültürü ahlaki özerkliği zayıflatır. Amaç baskılamak ve korkutmaktır. Bu ise kişiyi ahlaklı olmaya teşvik etmez, onu disipline eder.
İkinci çerçevemiz, yani "sonuç ahlak kuramı" eylemlerin ahlaklı olup olmadığını anlamak için onların sonuçlarına bakmamız gerektiğini söyler. Bir eylem iyi sonuçlara yol açıyor, acıyı azaltıyor ve hazzı artırıyorsa iyidir. Diğer taraftan tersi durumda kötüdür. Bazıları sonuç ahlakı ile linç kültürünü savunmaya çalışsa da ben bu çerçevenin de linç kültürü ile çeliştiği kanaatindeyim.
Peki, linçlerin olumlu bir faydası yok mu? Tamam, acıya yol açıyor, ama toplumsal refaha katkı sağlıyor olamaz mı? Çoğu zaman linçler hiçbir gerçek toplumsal fayda sağlamaz. Zira meselenin özü ile ilgili bir çözüm sunulmaz. Eğer linç kültürü temel sorunları çözmeden sadece ahlaki bir gösteri yaratıyorsa, anlamlı bir iyilik üretme konusundaki sonuç ahlakı testini geçemez. Diğer taraftan acıya yol açtığı için ise kaçınılması gereken bir eylem haline gelir.
Dahası sonuç ahlakı da herkese eşit davranmayı gerektirir. Ancak yukarıda vurguladığım gibi linç kültürü uygulamada orantısız bir şekilde kurumsal gücü olmayan kişileri hedef alırken, güçlü ve anonim kişileri korur.
Hangi ahlaki çerçeveyi kabul edersek edelim linç kültürünün parçası olmak erdemli bir davranış gibi gözükmemektedir. Şimdi biraz bu kültürün bilinçaltına inelim. Marcuse, Lacan ve Žižek gibi felsefecilerin Psikoanalitik ve Eleştirel Kuramı ile linç kültürüne baktığımız zaman ilginç birtakım çıkarımlar yapabiliriz.
Linç kültürünün bilinçaltı
Marcuse, çağdaş kapitalist toplumlarda geleneksel baskı biçimlerinin yerini yeni bir "özgür" baskı biçiminin aldığını ileri sürmüştür. Bu toplumlarda insanlar kendilerini özgür hissetsinler diye kendilerini yüzeysel yollarla ifade etmelerine izin verilir. Buralarda öfke ve ahlaki yargı metalaştırılmış
ifadeler haline gelir. Linç kültürü bunun bir örneğidir. İnternette içinizi dökebilir, birilerini kınayabilir ve ahlaki açıdan kendinizi haklı hissedebilirsiniz. Sizin görüşünüzü paylaşmayanları suçlayabilirsiniz, kendinizi onlardan daha ahlaklı, isyankâr ve önemli hissedebilirsiniz. Ama bu sadece bir sahte özgürlük oyunudur, zira linç eğer derinlerde gerçek bir adaletsizlik ya da güç yapısı varsa onları etkilemez. Pratikte hiçbir fayda sağlamaz.
Aslında burada tek bir kârlı çıkan vardır: dijital kapitalistler. Sosyal medya platformları tartışmalardan ve öfkeden kazançlı çıkar, zira etkileşim arttıkça reklam gelirleri de artar. Bu tam da sözünü ettiğim öfkenin ve ahlaki yargıların metalaştırılmasının güzel bir örneğidir. Linç kültüründeki öfke performansı bir öfke boşaltma mekanizmasına dönüşür. İnsanlar anlamlı bir şey yaptıklarını hissederler: "Bak o ırkçı herifi nasıl güzel kınadım!" Ancak bu ırkçılığı yenme noktasında kurumsal ya da sistematik dönüşüme yol açmaz. Kişi kendini kandırır.
Žižek ve Lacan doğrudan Freud'un Psikoanalitik kuramını toplumu analiz etmede kullanır. Freud'un Psikoanalitik kuramında kabaca gündelik dildeki vicdan diyebileceğimiz, bilinçaltımızda etkin olan süperego kavramı vardır. Süperego, yanlış yaptığımızda bizi suçluluk ve utançla cezalandıran, ebeveyn ve toplumsal normlar aracılığıyla şekillenen içselleştirilmiş ahlaki otoritedir. Lacan'a göre süperegoyu ne kadar tatmin etmeye çalışırsak, o kadar talepkâr ve baskıcı hale gelir. Süperego asla yeterince iyi olmadığımızı ima eder. Bunun sonucunda insanlar kendilerini cezalandırmadan zevk alacak hale bile gelebilirler. Lacan bu acı verici sapkın zevke "jouissance" der.
Süperegonun sapkın zevki Žižek Lacan'ın yaklaşımını günümüzün "ilerici" aktivistlerine uyarlar. Ona göre linç kültüründe bitmek bilmeyen bir talep ahlakı vardır: "Daha iyisini yapmalısın. Daha yüksek sesle kınamalısın." Her eylem yetersiz bulunabilir ve çoğu zaman özür yeterli değildir. Sessiz kalmak bile suçlanmak için yeterlidir. Amaç insanları daha ahlaklı kılmak değildir, ahlakilik bir tuzağa dönüşmüştür. Tabi Lacan'ın sapkın zevki jouissance da devreye girer. Lince katılanların bir kısmının amacı adalet değildir. Bazen kınamanın verdiği bir heyecan, kamuoyu önünde sevmediğin
ya da kıskandığın birinin utandırıldığını görmenin verdiği bir tatmin vardır. Žižek bunun süperegonun sapkın zevki olduğunu söyler: "Ahlaki davranmalısın ve bu arada bunun için sana acı çektireceğim."
Bu da ona göre zehirli bir ahlaki tek adam kültürüne yol açar. İnsanlar sosyal medyada en doğru, en radikal, en tavizsiz kişi olmak için yarışır. Sonuçta linç kültürü bireysel düşünmeyi ya da dönüşümü teşvik etmek yerine, bir kınama gösterisine yol açar. Linç edenler, linç ettikleri üstünden süperegolarını beslerler. Bu ritüel de ne yazık ki bir kere gerçekleşip bitmez. Linç edenler grubu öfke ile arınma dramasına bağımlı hale gelirler. Tekrar tekrar linç edecek birini bulup zevk alırlar. Bütün bu süreç adaletle alakalı da değildir. Kişi bir çeşit arınma ritüeli haline gelen linç ile erdemlilik oynar, kendi ahlaki sorumluluğundan kurtulur ve ahlaki hiyerarşide linç ettiklerinin üstüne çıktığının işaretini grubuna iletir.
Žižek'in linç kültürüne uygulanabilecek bir başka önemli eleştirisi daha vardır. Ona göre toplumumuz dünyamızı anlamlandırmak için bilinçsizce kendimize anlattığımız derin hikâyeler tarafından şekillendirilir. O bunlara fanteziler der. Linç kültürü de böyle bir fantezi ile işler. Linç edenler gerçek
olmadığı apaçık şeylere inanırlar. Mesela kişinin ahlakının tek bir tweet ile anlaşılabileceğini, insanların ya tamamen iyi ya da kötü olduklarına inanırlar. Bunların yanlış olduğunu bilirler ama bilinçaltlarında buna inanırlar. Guy Debord'a göre çağımızda bu fanteziler o kadar ileri gitmiştir ki bizim yaşamımız tamamen teatral bir performansa dönüşmüştür. Gerçekliğin yerini imajı almıştır.
Kamusal bir ahlak tiyatrosu
Linç kültürü bunun güzel bir örneğidir. Önümüzde güzel bir kamusal tiyatro vardır; bir tarafta kahramanlar ya da cesurlar, öbür tarafta apaçık kötüler ya da korkaklar vardır. İzleyiciler beğeni, paylaşım ya da tepki ile katılım sağlarlar. Ve tabi ki bir aidiyet ve üstünlük performansı yaparak erdemlilik işareti verilir. Žižek tüm bu performansa ahlaki saflık fantezisi diyecektir. Ona göre hepimiz ikiyüzlüyüz ve ahlaki saf değiliz. Ancak buna rağmen bu
tarz performanslar ile saflık fantezisinin arkasına saklanırız. Hepimiz bir şekilde adaletsiz sistemlere katılırız, hepimiz yetersiziz. Ancak linç kültürü, suçu başkasına yükleyerek kendi suç ortaklığımızı reddetmemize izin verir.
Diğer bir deyişle linç kültürü gerçekçi değildir. Biz ahlaki karmaşık bir dünyada yaşıyoruz. Linç edenler linç ettikleri kişi ile ilgili bazı temel soruları sorup o kişi ile diyaloğa girmelidir. Mesela "Bu kimse neden bu şekilde davranmıştır? Hangi yapılar bu davranışına katkıda bulunmuştur?
Bu kişiye fikir değiştirmesi ya da hatalı ise hatasını düzeltmesi için ne yapabiliriz?" gibi sorular sormalıyız.
Ancak bunun yerine linç kültürü kurbanları üzerinde bir ahlak oyunu oynamayı tercih eder. Bir tweet ya da bir hareket üstünden insanları yargılar, bir paylaşım ile ahlaken üstün hale geliriz. Amaç ahlaki bir etkileşim değil, bir tiyatro gösterisi yapmaktır. Bu gösteriyi yapanlar kendilerini
ilerici ya da radikal görebilirler. Zaten her şey bilinçaltlarında gerçekleşir. Ama bu da gösterinin bir parçasıdır, aslında kişi gerçek ahlaki etkileşimden kaçınır, yanılsamaları sürdürür.
Žižek'in bu eleştirisinin dikkate değer olduğu kanaatindeyim.