2010'lu yıllardan itibaren sosyal medyanın yükselişi, bu platformları yalnızca teknolojik yenilikler olmaktan çıkararak, toplumsal, kültürel ve psikolojik dönüşümlerin başlıca tetikleyicilerine dönüştürdü. Dijital ağlar, yeni bir yaşam tarzı inşa etmekle kalmadı; zaman, mekân ve fiziksel sınırları
aşan hibrit bir kamusal alan da yarattı. Artık iletişim, bireyler arası etkileşimin sınırlarını aşarak küresel ölçekte ve anlık bir düzlemde akmaya başladı.
Bu yeni dijital evrende her kullanıcı, eşzamanlı olarak hem içerik üreticisi hem de tüketicisi kimliğini üstlenen bir "prosumer"a dönüştü. Dahası, kullanıcılar yalnızca içerik üretmekle kalmadı; aynı zamanda kendi dijital yasalarını da koyar hâle geldiler. Artık herhangi bir televizyon stüdyosuna,
radyo frekansına veya editoryal onaya gerek duymaksızın yazılı, görsel ve işitsel içerikler üretmek mümkün hâle geldi. Görünürde
sınırsız bir özgürlük ortamı doğdu; fikirlerin engelsiz dolaşımı sağlandı.
Ancak bu özgürlüğün ağır bir bedeli de vardı: İçerikler kişiden bağımsız şekilde kutsanırken, üretilen içeriklerle uyumlu olmayan her düşünce "linç" edilme riski taşımaya başladı. Zamanla, içerikler kendi üreticilerini bile hedef alarak birer linç nesnesine dönüşebildi. Artık içerik üretenler, neyin linç edilip neyin edilmeyeceğine anlık veri akışı içinde karar vermek zorunda kaldı; çünkü savunulan şeyin kendisi değil, o an için kartopunun üstünde kalmak ve sosyal medya çığının altında ezilmemek önemli hâle gelmişti.
Bu süreçte internet platformları yalnızca kullanıcıların içerik üretmesini teşvik etmekle kalmadı; aynı zamanda içeriklerin dolaşım gücünü ve görünürlüğünü belirleyen algoritmik yapıları da kendi çıkarları doğrultusunda tasarladı. Böylece içerik üreticiliği, küresel ölçekte herkesin erişimine açıldı. İnsanlık, ürettikçe ve ürettikleriyle bir dijital gerçeklik evreni kurdukça, bu evrenin sahipleri de ona içeriklerin gerçekliğinden ve rüyasından örülmüş bir dünya vaat etti tabii, sınırların kimin elinde olacağına karar verme yetkisini ellerinde tutarak.
Kendi yaptığı helvaya tapmak Bugün sosyal medyada oluşan her kültür, insanlık ile internetin sahipleri arasında kurulan derin ve karmaşık ilişkinin bir yansımasıdır. Görünen o ki, dijital dünyada yalnızca içerikler değil, hakikatin algısı da yeniden üretilmiyor; insanlık, kendi elleriyle inşa ettiği bu dijital rüyada hem özne hem de nesne konumuna sürükleniyor. Kendi elleriyle yaptığı helvaya tapar hâle gelmiştir.
Bu helvalardan biri, bugün "linç kültürü" (cancel culture) olarak adlandırılıyor. Linç kültürü, kendisini bir "demokrasi cümbüşü" ya da bir "ifade özgürlüğü şöleni" olarak sunmakla birlikte, gerçekte istenildiğinde ötekinin yaşam alanını daraltan bir dijital faşizm pratiğine dönüşüyor. Sosyal medya platformları bir yandan özgürlük vaat ederken, diğer yandan algı yönetiminin, toplu linçlerin ve nefret söylemlerinin başlıca kaynağı hâline geldi. Ötekini dışlamadan içerik üretmenin dijital platformların algoritmik yapısına ters düşmesi nedeniyle, dilin kendisi de zamanla dışlayıcı bir yapıya evrildi.
Öyle ki, günümüzün yeni nesil savaşlarının -dijital harp ve siber saldırıların- merkezinde de bu linç kültürü yer alıyor. Neyin iyi, neyin kötü; neyin gerçek, neyin sahte olduğuna dair toplumsal kanaatleri çoğu zaman yalnızca "linç kültürünün üstünde kalabilenler" belirleyebiliyor. Bu durum, dijital dünyanın hem yeni bir kamusal alan hem de yeni bir çatışma alanı olduğunu açıkça gösteriyor.
Dijital mecralarda (internet ortamında) bireylerin ürettiği içeriklerin etkisi, yalnızca gündelik sohbetlerde değil, siyaset ve toplumsal yaşam alanlarında
da belirgin bir şekilde hissediliyor. Artık "evimiz", sosyal medya ekranlarıyla açılan bir pencereye dönüşmüş durumda. Düşüncelerimiz, kendi paylaşımlarımız aracılığıyla dünyaya yayılan kâğıt uçaklar gibi dolaşıma giriyor; kimliğimiz ve inançlarımız sosyal medyadaki beğenilerimiz, yorumlarımız ve paylaşımlarımız üzerinden görünür oluyor.
"Demokratik cümbüş"
Dijital ortamlarda kimin yanında durduğumuz ya da kime karşı durduğumuz, algoritmik akışlar içinde anlık olarak belirleniyor. Gün içerisinde defalarca mikro kimlikler ve farklı personalar arasında geçiş yaparak, algoritmik yönetim altında kendi sanal "devletlerimizi" inşa etmeye çalışıyoruz. Bu sanal devletlerde, ürettiğimiz içeriklere katılanlar ve destek verenler "muteber halkımız", karşı çıkanlar ise "düşmanımız" olarak konumlandırılıyor. Bu süreç, hangi düşüncelere karşı olduğumuzu ve hangi kimliklerin "biz" olmadığını vurgulayarak dijital varoluşumuzu kutuplaşma ve ötekileştirme üzerine inşa etmemize neden oluyor.
Böylece dijital platformlar, yalnızca etkileşim ve eğlence alanları değil, aynı zamanda toplumsal dışlama ve kutuplaştırmanın da aktif olarak yaşandığı karmaşık sahnelere dönüşüyor. İşte tam da burada, "demokratik cümbüş" olarak adlandırabileceğimiz bir olguyu derinleştirmemiz gerekiyor: Bu cümbüşte yalnızca kendi sözümüz ve ifadelerimiz muteber kabul ediliyor; anlık olarak inandığımız ve beğendiğimiz değerlerin dışındaki her şey "öteki" sayılıyor ve bu, linç etmek için tek başına yeterli bir gerekçe hâline geliyor.
Çünkü dijital kamusal alanda görünür olabilmek ve değer atfedebilmek, çoğu kez başka birini dışlayıp değersizleştirdiğimizde mümkün olabiliyor. Bizim sözümüzün yüceltildiği, ötekinin susturulduğu; bizim inancımızın kutsandığı, ötekinin küçümsendiği bir düzen kuruluyor. Böylece sosyal medya, sınırlarını ve sorunlarını dahi kendimizin belirlediği, tek başına bir kitle ve âdeta bir devlet gibi "kendi halkımızı" aradığımız devasa bir dijital evrene dönüşüyor. Üstelik bu devlet ve halk, her an yer değiştirebiliyor; bir anda kendi ülkemizin sınırlarını terk edebiliyor.
Bu "demokratik cümbüş" yalnızca bireylere ifade özgürlüğü sunmakla kalmıyor; aynı zamanda ideolojik, ekonomik ve dinsel amaçlarla örgütlenen
topluluklara da seslerini büyütebilecekleri, varoluşlarını tahkim edebilecekleri bir zemin sağlıyor. Azınlık hareketlerinden radikal inanç gruplarına kadar birçok aktör, meşruiyetini "ötekini" eleştirerek -hatta çevrim içi linç kampanyaları yürüterek- pekiştirmeye çalışıyor. Sonuçta, linç etmeden var olamayan, kutuplaştırıcı ve toksik bir söylem iklimi serpiliyor.
Grup içi bağlılığı kanıtlayan bir güç gösterisi
Bu dönüşüm, "post-truth, brain rot" ve "kalabalık yalnızlık" gibi kavramların hem ulusal hem de uluslararası literatürde tartışılmasına zemin hazırlıyor.
Artık "gerçek" dediğimiz şey, dijital dünyada kalabalıkların benimsediği hayalî bir uzlaşıya dönüşüyor.
Artık anlık milyonlarca algoritmik veri, beynimizi çürütüyor.
Ve artık linç ede ede en sonunda kendimizi de tüketiyoruz.
Bugün dijital çağın görünmeyen parolası adeta şu hale geldi: "Ya bendensin ya da değilsin; bendensen linç et! Ve var ol!"
Bu süreçte doğru-yanlış sorgulaması ve hukuki prosedürler geri plana itilir; esas amaç, grup içi bağlılığı kanıtlayan bir güç gösterisi sergilemektir. Böylece sosyal medya, bireysel "erdem sinyallerinin" (virtuesignalling) kolektif öfkeye dönüştüğü ve ahlâk polisliğine evrildiği, sınırların sürekli yeniden çizildiği bir mücadele meydanına dönüşür.
Genç-yaşlı gerilimlerinden rakip spor takımları arasındaki düşmanlıklara kadar hemen her aidiyet ilişkisi, karşıtını linç etmeyi "zorunlu" kılan bir normatif çerçeve üretiyor. Üstelik bu linç pratikleri, "özgürlük" ve "demokrasi" söylemleriyle parlatılarak "toplumsal sorumluluk" kisvesi altında sunuluyor. Böylece nefret ve dışlama, çevrim içi kimlik performansının kurucu unsurlarından biri hâline geliyor; linç edilmeden ya da linç etmeden var olamamak, eksik bir kimlik gibi algılanıyor.
Bugün linç kültürü, eğlence, ifade özgürlüğü ve kişisel üretimin iç içe geçtiği dijital bir "demokratik cümbüş" alanını temsil ediyor. Bu durum, adeta yeni bir siyaset yapma biçiminin ortaya çıkışına işaret ediyor. Her birey, bir siyasal parti gibi, kendi haklılığını ve düşüncelerinin daha fazla görünürlük ve beğeni kazanmasını sağlama çabası içinde. Hangi düşüncenin daha çok beğeni alacağına inanıyorsa, o düşüncenin dolaşımını destekliyor ve zamanla düşüncenin kendisine dönüşüyor.
Aidiyet ya da gayrimeşruluk göstergesi
Algoritmaların etkileşim odaklı tasarımı, yüksek uyarımlı duyguları (öfke, şaşkınlık, alay) ödüllendirdiği için, linç pratiği yalnızca görünür kalmanın değil, aynı zamanda platform ekonomisinin para birimi olan dikkati üretmenin de bir yolu hâline geldi. Artık kullanıcılar, kimliklerini "kimin yanında" ve
"kime karşı" durduklarını ilan ederek inşa ediyor; linç etmek bir aidiyet göstergesi, linç edilmek ise gayrimeşruluk damgası olarak algılanıyor. Sonuçta en uyumlu ortaklıkların dahi kaçınılmaz olarak olumsuz ve eleştirel bir yönü öne çıkarılarak, linç kültürü yazısız bir toplumsal yasa hâline geliyor.
Son dönemde Türkiye'de bir siyasi partinin genel başkanının boykot kararı etrafında gelişen tepkiler, linç eylemlerinin yalnızca bireylere değil; ürünlere, temel gıdalara, fikirlere ve hatta gündelik mesajlaşma gruplarına kadar uzanabileceğini gösterdi. Artık her şey, istenildiğinde bir linç malzemesine dönüştürülebiliyor. Sınır ve akıl hudutları engel olmaktan çıkmış durumda. Yeter ki dijital medyada "karşı tarafta" başka bir değeri savunan bir kitle olsun; yeter ki karşıtlık üretimi devam etsin. Böylece hem linç eden hem de linç edilen kendi varlığını meşrulaştırabiliyor.
Benzer şekilde, son iki yılda İsrail'in Filistin'deki politikalarına karşı Avrupa ve Amerika'da yükselen Filistin yanlısı söylemler de, zamanla linç gösterilerine dönüşerek Filistin lehine her olumlu ifadenin nefretle karşılanmasına sebep oldu. Ortaya çıkan yeni "iletişim dili" adeta şu mesajı veriyor: "Konuşmak istiyorsan önce linç ettiklerini göster! Seni görebilmem için önce Filistin'e küfret!"
Yine, Kuzey Kıbrıs'ta başörtüsüne yönelik tepkiler de, her sosyal meseleyi ideolojik etiketlerle kutuplaştırma eğiliminin somut bir örneği hâline geldi. Kutuplaşma, özellikle kutsal değerlerin tahrip edilmesiyle daha da derinleşiyor. Çünkü aslında kimse ne için kavga ettiğini tam olarak bilmiyor!
Hiçbir insan, masum bir bebeğin ve halkın katliamını savunamaz. Hiçbir insan, inancı gereği giyinmeyi engelleyemez. Hiçbir toplum, hırsızı kahraman yaparak adaleti tesis edemez!
"Yeni adalet"
Linç kültürü, yalnızca insanlar arasında derin kutuplaşmalar yaratmakla kalmıyor; hukukun ve toplumsal düzenin tesisi için linç yöntemine dayalı bir "proje fikri"ni de meşrulaştırıyor. İnsanların aklı ve vicdanı sistematik şekilde bulandırılıyor. Bir mesele "beğenilmediğinde" veya "uygun bulunmadığında", adaletin linç yoluyla sağlanabileceği varsayımı devreye giriyor. Sosyal medya dakikalar içinde bir "toplumsal mahkeme"ye dönüşüyor. Hukuki yargı süreçleri atlanıyor; "suçlu" ilan edilen kişi kısa sürede "sütten çıkmış ak kaşık" konumuna yükselebiliyor - ya da tam tersi, hukuken aklanan biri dijital infazın kurbanı olabiliyor.
Bu ortamda hukuk, yasa ve düzen, linç mekanizması üzerinden yeniden üretiliyor. Üstelik bu yalnızca çevrim içi platformlarla sınırlı kalmayarak, politik kararları, kamuoyu algısını ve gerçekliğin yorumlanış biçimini de doğrudan etkiliyor. Böylece yeni bir "sosyal linç dalgası" doğuyor. Örneğin; yolsuzluk, hırsızlık veya irtikâp gibi suçlardan somut delillerle tutuklanan bir kişi, dijital platformlarda "kahraman" veya "adaletin temsilcisi" olarak yeniden kurgulanabiliyor. Videolar, görseller, canlı yayınlar ve hashtag kampanyaları gibi transmedya anlatılar, bu kişilere alternatif kimlikler kazandırıyor.
Böylece gerçek adalet sistemi itibarsızlaştırılırken, "yeni adalet" sosyal medyada kuruluyor. Bir kişi, ister hırsız ister başka bir suçtan
hüküm giymiş olsun, toplumsal linç mekanizmaları üzerinden bir kahramanlık hikâyesine dönüştürülebiliyor.
Peki, bu linç kime? Adaletin bizatihi kendisine! Hırsızdan kahraman ilan etmek, yeni bir linç kültürümüz mü oldu? Kimin umurunda; "kimi" linçlediğini söyle, seni görebileyim!