Ekrem Demirli: DOĞURAN KAZAN GÜN GELİR ÖLÜR BEĞENİLMEK MAKUL İSE “LİNÇ YEMEK” DE MAKULDÜR

DOĞURAN KAZAN GÜN GELİR ÖLÜR BEĞENİLMEK MAKUL İSE LİNÇ YEMEK DE MAKULDÜR
Giriş Tarihi: 27.05.2025 14:19 Son Güncelleme: 27.05.2025 14:19

Kelimeler üzerinde konuştukça etki alanları genişliyor, taraftar ve karşıtlar ortaya çıktıkça etkiyi işin içinden çıkılmaz hale taşıyor. Başlangıçta kelimeler dilin ifade araçları iken zamanla bir mağara gibi zihnimizi şekillendiriyor, daha doğrusu zihnimiz o mağaranın içinden çıkamaz hale geliyor. 'Sosyal medya' veya sanal dünya ekseninde yapılan konuşmalara baktıkça yeni bir kelime gurubunun pek kısa bir zaman diliminde zihnimizi ne kadar şekillendirdiğini ne kadar güçlü ve etkili bir çerçeve haline geldiğine bakmış oluyoruz. Bu konuşmalar sayesinde 'sosyal medya' sanal olmaktan çıkarak gerçek dünyaya dönüşüyor, o dünyadaki insanlar veya onların ilişkileri basit bir iletişim figürü olmanın ötesine sıçrayarak gerçeklik kazanıyor. Belki de gerçek sanal olandır!

Bu dünyanın doğasını anlamak bakımından en uygun ifadelerinden biri ise 'linç yemek' veya daha genel anlatımla sosyal medyada linç edilmek tabiridir. Kavram ekseninde ortaya çıkan hususlar, sanal medyanın doğasını ifşa etmiş görünüyor. İnsanların öteden beri kaçındıkları birçok şeyin insanın kaderi gibi onunla birlikte yürüdüğünü görmüş olduk. Vakıa 'sosyal linç' tabiri sanal dünyalar hakkındaki beklentilere karşı 'oyun bozucu' etki yaparak sanal dünya hakkındaki hayalleri kâbusu döndürebildi: Çok da iyi oldu. Sanal dünyanın şeytanı ortaya çıkmış oldu 'linç' edenler sayesinde: Âdem'in yaratılış sürecinde ahengi ve itidali bozan İblis sanal dünyada 'linç' kavramıyla yerini aldı, bu dünyadaki rolünü hemen üstlendi, bu dünyayla keyifle ilişki kurmanın pek mümkün olmadığını bize gösterdi. Yeni şeytan bir rüyayı tam anlamıyla kâbusa döndürmüş görünmektedir.

Her yeniliği iyi kabul etme saflığı

Vakıa her şey yolunda giderken 'linç' sorunu nereden çıktı? 'Linç' bir yol kazası mıydı, yoksa işin doğası bunu mu iktiza ediyordu? Başka bir anlatımla
tarih boyunca 'ihmal edilmiş' ve unutulmuş kitlelerde büyük umutlar yaratan sanal dünyada insanlar umulmadık bir hadise ile mi karşılaştı, yoksa 'sanal' olanın doğası bunu mu gerektiriyordu? Yenilikler konusunda herhalde bütün dünyadaki en iyimser, hatta en 'saf' toplumlardan birisiyiz,
bunda kuşku yoktur. Bunun başlıca nedeni genlerimizle tevarüs ettiğimiz 'büyüklük' tutkusu ile toplumsal sınıflar arasındaki derin çatışmalar barındıran geleneğimizdir. Züğürt bir muktedir bir an önce eski günlerine kavuşmak isteyince, hiçbir şeyi yeterli ölçüde tartışma imkânı bulamadan denemek ister. Yaklaşık iki asırdır yaşadığımız tecrübeler, yenilik ve değişimler karşısında ne kadar saf ve yüzeysel olduğumuzu gösteren kanıtlardır.

Hangi alanda olursa olsun her ne çıkmışsa ilkesel olarak 'iyi' diye kabul edilir bu topraklarda. Buna mukabil eleştiri getirmek veya yeniliğe tereddütle bakmak, gericilik, toplumun ilerlemesine karşı suç olarak itham edilir. Hal böyle olunca yenilikler hiçbir ciddi itiraza maruz kalmadan hayatımıza girer, insanlar hararetle ve 'sınıf atlama' coşkusuyla yeniliklere tüketim yoluyla iştirak ederler. Modernleşmenin bu topraklardaki yöntemi ise tüketmek, sınırsızca hatta borçlanarak tüketmek olarak görülmüştür. Binaenaleyh 'sanal dünya' ve türevleri hakkında da bizim toplumumuzun ilk reaksiyonu teknik ve endüstrileşme hakkında dile getirilen önceki tepkinin devamı olmuştur. Cumhuriyetin ilk nesli bilim ve tekniği özünde iyi ve faydalı görerek
'gecikmiş' olmak paniklemesiyle süratle aksiyon almak istemiş, yenilenmenin önündeki tarihsel ve kültürel engelleri bir çırpıda aşarak 'muasır dünyada' yerini almak istemiştir. Onlar için tekniğin bir ruhu veya yeni icatların herhangi bir ahlakı veya değeri yoktu. Bunlar sadece araçlardı ve
araçlar onları kullanan insanın niyetine hizmet eden 'ruhsuz' ve akılsız şeylerdi.

Bazı düşünürler, önce Batı'da daha sonra ülkemizde ve tekniğe maruz kalan dünyada, böyle bir yaklaşımın geçerli olmadığını söylemiş olsa bile, "sanal dünya" meselesini teknolojik bir ürün olarak ele alanlar, aynı noktada sabit kalmış görünüyor. Onların yaklaşımına göre böyle vasıtalar özünde iyi ve faydalı iken 'edepten yoksun' bazı insanlar bu masum vasıtaları bozuyor, birçok hayra hizmet edebilecek vasıtayı zararlı hale getiriyorlar. O zaman yapılması gereken şey, yanlış kullanımla mücadele etmek, istismar ve kötü niyetlerin önüne geçmek, vasıtaları iyi işlerin ve doğru insanların
hizmetine sunmak olmalıdır. Doğrusu meselenin bu kadar yüzeysel ele alındığı başka bir konu yoktur demek isterdim lakin öyle değil! Ülkemizde her konu aşağı yukarı aynı yüzeysellik içinde ele alınıyor, bu nedenle ciddi bir tahlille karşılaşmak nadir, doğru netice almak ise hiç mümkün görünmüyor.

Vazgeçmek ile arzular arasında sıkışıp kalmak Kanaatimce 'sanal dünya' ve bu dünyanın yol açtığı tartışmalarla ilgili hemen her meseleyi tartışırken
hatırlamamız gereken en faydalı düşünce Nasreddin Hoca'nın bir fıkrasında zikredilir: Hoca ihtiyacını gidermek üzere komşusundan kazan ister. Komşu naz yapar, kazanı vermeye istekli olmasa bile neticede komşuluk hakkı gereği verir. Aradan bir süre geçtikten sonra Hoca kazanı iade ederken
şaşırtıcı bir iş yapar. Komşunun kazanının içine küçük bir kazan daha koyar. Komşu duruma şaşırır, 'Hoca! Bu ikinci kazan nedir?' diye sorar. Hoca 'Komşum o kazan da senindir, senin kazan doğurdu, bu da senin kazanın çocuğudur' der. Komşu sevinir, hadisenin mantık dışılığı üzerinde düşünmek yerine Hocanın sözlerini memnuniyetle karşılar, iki kazanı da alır evine döner. Aradan bir zaman geçer, Hoca tekrar kazana ihtiyaç duyar ve komşusundan kazanını ister. Komşu bu kez heyecanla kazanı verir. Aradan zaman geçer, Hoca kazanı iade etmeyince komşu hocaya giderek 'Hoca! Bizim kazan ne oldu, işin bittiyse ver' der. Bu talep üzerine Hoca şaşırtıcı bir cevap verir: 'Senin kazan öldü.' Komşu güler, 'Hoca' der, 'hiç öyle bir şey olabilir mi? Kazan ölür mü?' diye çıkışır. Hoca ise şöyle der: Doğuran kazan gün gelir ölür.

Günümüzde yaşanan hadise tam olarak hocanın bize anlattığını hatırlatıyor. Daha doğrusu komşunun kazan karşısındaki ikircikli tutumu gibi bir tutumla meseleye bakmaya devam etmek istediğimizden sorunlar çıkıyor, vazgeçmek ile arzularımız arasında sıkışıp kalıyoruz. İnsanlar sosyal medya vb. mahfillerinde görünmek istiyor, beğeni almaktan mutluluk duyuyor ve hepsinden önemlisi bunu iletişim başarısı olarak kabul ediyor. Bütün bu süreçlerde 'beğenildi' tabirinin ne ölçüde basit ne ölçüde yüzeysel hüküm olduğunu ya düşünmüyor veya bunu kabullenmek istemiyor. İnsan her olumlu tepkiyi can kulağıyla dinlerken övgünün yanlış veya yalan olabileceğine ihtimal bile vermek istemiyor. İnsanlar 'sanal dünyadaki' beğenilere veya görünümlerine göre değer kazandıklarını düşünüyorlar. Buna mukabil istemedikleri durumlar ortaya çıktığında ise hayal kırıklığı yaşıyorlar.

Beğeni varsa linç de olacaktır

Hâlbuki bahse mevzu olan vasıtaların bir doğaları var, lazım-ı gayri mufarıkı denilebilecek ayrılmaz özelliklere sahipler. Üstelik sadece "linç" ederken veya menfi bir tutum sergilerken değil bir konuyu beğenirken ve taraf olurken o yapının doğası ortaya çıkıyor, kendi doğasına göre beğenisini sergiliyor. İnsanlar bu sanal dünyada kimliklerini bir ölçüde gizlerken içlerinde birikmiş duygular zincirden boşalırcasına dile gelir, eski çağlardan beri insanlığın genlerinde saklanan 'linç etmek' gibi dışa vurumları olan halet-i ruhiyye bu mecralarda kendini sergileme imkânı bulur. Bu mecraların bu kadar süratle revaç görmesinin başka bir nedeni olabilir mi? Bunun nedeni insanlığın genlerinde saklı olan saldırganlık, çatışma, coşkunluk vb. duyguların ortaya çıkmasına -zahmetsiz ve bedelsiz- imkân sunmuş olmalarıdır. Başka türlü bir mecranın bu kadar dikkat çekmesi ve insanlar için bu kadar cazip hale gelmesi mümkün olabilir miydi? Demek ki işin doğası budur: Beğeni varsa linç de olacaktır.


O zaman tam olarak hocanın fıkrasını düşünme vaktindeyiz: Beğeni alırken, olumlu bir tepki ile karşılaşırken iyi olan mecra, 'linç edilirken' neden kötü olsun ki? Her iki tutumun aynı saiklerle ve gerekçeyle ortaya çıktığını fark ettiğimizde 'sanal' olan hakkında gerçek tahlile varmış, o dünyanın doğasını keşfetmiş olacağız, bunun sonucunda ise beğeni almak ne kadar makul ve ne ölçüde sahici ise linç edilmek de o kadar sahici ve makuldür diyeceğiz.

Kazanın doğurduğuna inanan insan mutlaka kazanın öleceğini bilmelidir.


Melameti hatırlamak

Modern dünyanın saldırılarına ve övgülerine karşılık en çok Melamiliği hatırlamaya gerek var. İslam ahlak anlayışının kurucu kavramlarından birisi
olan melametin ana fikri insanın "kendinde şey" ile ilişkisini tesis sadedinde dâhili ve harici çevre etkilerinden azami ölçüde bağımsızlaşabilmenin
yolunu bulmaktır. Burada etkiler derken sadece olumsuz etkiler, tepkiler veya kızgınlıkları kast etmiyorum; meselenin en önemli kısmı daha doğrusu insan zihnini ve eylemlerini en çok etkileyeni beğeniler, insanlar tarafından sevilme ve beğenilme arzusudur. İnsan esas bu tutkudan uzaklaşarak özgürleşir, kendinde şey ile ilişki kurabilir hale gelir.


Bu yönüyle insanın çevresiyle ilişkisi sorunu öteden beri düşüncenin ana konularından birisiydi. Her insan varlığını korumak için toplum içinde yaşamaya mecbur iken zaman içinde koruma engellemeye dönüşür, insan zihinsel ve ahlaki olarak toplumun prangalarıyla kuşatılır. O zaman toplumsal canlı -insan-, bir süre veya bütünüyle toplumdan uzaklaşma yoluna giderek özgürleşme imkanlarını arar. Tasavvuf tarihinde bunun
en önemli ifadesi Melamilik veya melamet olmuştur. Melamiler toplumun iki yönden gelen sürekli baskılarına mukabil hakikate varabilecekleri
yolu bireyselleşme ve yalnızlık yolunda aramışlardır. Bu baskılar bazen kınama ve eleştiri, bazen ise övgü ve itibar göstermek şeklinde tecelli edebilir. Her iki tür de insan eylemlerini sınırlar, her ikisi de insanı toplumun arzu ettiği noktada tutarak farklı yöne gitmesini engellerler.

Melamet tam bu noktada insana özgürlük yolunu insanları severken onların tepki ve beğenilerinden etkilenmemek olarak gösterir. Bu itibarla bu anlayışa giden yolda din öncelikle haya yani utanma kavramını değiştirmekle insana 'Allah'tan utanmak' anlayışını öğretir. "Haya imandandır" diye bilinen hadis-i şerif tam olarak bunu beyan eder: İnsanlardan çekinmek, onlardan korkmak insanı ahlaklı kılmaz, insanı ahlaklı kılacak yegane şey,
Allah'tan çekinmek olmalıdır. Böyle bir ahlaka ulaşabilmenin yolu ise bellidir: beklentisiz yaşam, karşılıksız ahlak!

BİZE ULAŞIN