Dopamin merkezli bu dijital dünyada sürekli dürtü(k)lenen modern insan bizzat kendi kullandığı araçların rehinesidir. Atılan her tweet, yapılan her yorum başta kendisini bağlayan bir zincirdir. Gerçek şu ki: Sosyal medya özgürlük değil kontrolsüz güç, anonimlik değil kalıcı izler üretir. Paylaşmak artık sadece ifade değil, açıkça risk almaktır.
Yaklaşık yarım asırdır insanlığın giderek dijital bir ağın içine çekildiği konuşuluyor. Hatta bazı düşünürler insanın sadece ağa bağlı değil, artık ağın kendisi olduğunu söylüyorlar. Milyarlarca insan her an çevrimiçi. Duyular parmak ucunda gezinen dünyanın uyarıcılarına müptela. Üstelik saatlerce. Oysa ekranlar bir zamanlar dış dünyaya açılan pencereler olarak görülürdü. Bugünse dış dünyanın yerini almış ve izleyicisini de yutmuş durumda.
Ekranla başlayan her gün ekranla bitiyor. Gerçek dünya ise yavaş yavaş silikleşiyor, bir hayalete dönüşüyor. Bu yüzden birini kırmak da çok güç görünmüyor insanlara. Bazı düşünürler "hınç kültürü" olarak adlandırıyor bu durumu. Görünüşte birbirine benzeyen, aynı şeyleri paylaşan kullanıcılar arasında bile büyük bir öfke ve yabancılaşma var. Herkes herkese benziyor ama kimse kimseyi gerçekten tanımıyor ve umursamıyor.
İnsanlar sürekli içerik tüketiyor, yorum yapıyor, tepki veriyor. Tefekkür neredeyse tamamen ortadan kalkmış durumda. Herkes çok meşgul ama kimse tam olarak neyle meşgul olduğunu bilmiyor. Bu çelişkili durum ağ toplumunun en temel gerçeği. Modern insanın yaşadığı bu dijital dünyada, ekranda görünenle gerçekte olan arasında büyük bir boşluk var. Bu boşluk, her geçen gün biraz daha büyüyor ve her kullanıcı bir şekilde bu boşluğa düşüyor.
Sosyal medya bireysellik yanılsamasının gölgesinde aslında bir kitle uygulamasıdır. Her ne kadar kullanıcılar ekran başında yalnız hareket ediyormuş gibi hissetseler de görünmez bir kalabalığın içindedirler. Bu kitle şekilsiz, belirsiz ama güçlüdür. Gücü yönsüzlüğündedir. Kimi zaman destek olur, kimi zaman tehdit. Ve çoğu zaman birey bu kitlenin gücünü tam olarak kavrayamasa da onun etkisiyle davranır. Önce eylemde bulunur, sonra sonuçlarını görür, en sonunda –gerek duyarsa- muhakeme eder. Solo kitleleşme Baudrillard'ın ifadesiyle "kitlelerin bağrında yok olup gitmek" bazen insana rahatlatıcı gelir. Tanımadığı insanlarla birlikte aynı tepkiyi vermek, ona hem aidiyet hem de görünmeyen bir sorumsuzluk zırhı kazandırır. Herkesin bağırdığı bir ortamda bireyin sesi kaybolur. İnsan artık sadece bir grubun parçası olmakla kalmaz, o grup zihniyetini tek başına kişisel ekranında taşır. Böylece, kitleleşme, Anders'in dediği gibi, solo gerçekleşir.
Artık kitle olmak için sokaklara dökülmek, meydanlarda toplanmak gerekmez. Her birey, evinde tek başına otururken bile bir kitlenin parçası olabilir. Linç kampanyaları, takipçi savaşları, viral öfke patlamaları işte bu tekil kitlelerin ürünüdür. Eskiden kitleler büyük meseleler uğruna birleşirdi. Bugünse bir paylaşım, bir cümle, bir fotoğraf yeterli. Artık mesele fikirlerin çatışması değil; kişilerin yargılanması.
Kitleler çoğuldur ama çoğulcu değildir. Yani kendi içinde çokluk barındırsa da, çoğunlukla aynı sesi çıkarırlar. Onları bir araya getiren şey derin bağlar ya da ortak değerler değildir; sadece günün konusu, popüler bir gündem ya da geçici bir öfke dalgasıdır. Ne var ki bugün savunulan biri, yarın aynı kitlenin ölümcül hedefi olabilir. Burada kimse güvende değildir!
Zizek'in ifadesiyle, bu kitleler aynı anda hem kör bir direnç hem de içgüdüsel bir saldırganlık taşıyabilir. Bir anda dağılırlar, bir anda tekrar birleşirler. Ama bu birleşmelerde sadakat yoktur. Sosyal medya lincinden sonra hesap kapanır, gündem değişir ve herkes yoluna devam eder. Fakat linçl edilen kişi için durum böyle değildir. Onun sancısı gerçektir. Fakat bir "yüzü" olmadığı için kolaylıkla görmezden gelinir bu sancı.
Kitleleri birleştiren öfke
Önemine binaen tekrar edelim: dijital kitlelerin ortak bir değeri, sabit bir ilkesi yoktur. Onları bir arada tutan şey, geçici bir heyecan ya da yönlendirici bir algoritmadır. Bu yüzden kolayca manipüle edilebilirler. Bireyler ekran başında, farklı şehirlerde, farklı ülkelerde oturuyor olabilir. Ama bedensel olarak birbirlerinden uzakta olsalar da, zihinsel olarak aynı öfke hattına bağlanırlar.
Kitleler bu çağda beden değil ekrandır. Sosyal medyanın kendisi tek ve ortak bir beden gibi davranır. Kullanıcılar bu bedenin organları gibidir: işlevsel ama tek başına anlamsızdır. Bu yapının gücü ise içeriğin anlamından değil, dolaşımından gelir. Yani bir düşünce derin olduğu için değil, çok paylaşıldığı için etkili olur. Sosyal medyada her sert çıkış, kitlenin ellerinde meşrulaşır. Çünkü artık dijital kalabalıkların içinde suçun bireysel sorumluluğu buharlaşır. Bauman'ın söylediği gibi, normalde kendi başına asla yapmayacağı bir eylemi, bir kişi kitle içinde kolaylıkla gerçekleştirebilir. Çünkü sanal mecra özneyi nesne hâline getirir.
Canetti'ye göre kitleler sadece biriken öfkeyi boşaltmak için toplanır. Sosyal medya kitlesi de bundan farklı değildir. Linç girişimleri, saldırılar ve aşağılama kampanyaları, çoğu zaman düşünmeden hareket eden bireylerin oluşturduğu bir dijital kışkırtmadır. Bu kalabalıklar içinde, bireyler arasındaki farklar silinir. Tek şart vardır: Diğerlerinin yaptığını yapmaya devam etmek. Sebebi sorgulamak gerekmez. Sanki "herkes yapıyorsa yapılması gerekiyor" gibidir!
Sosyal medya derin düşünmeye değil, hızla tepki vermeye yönlendirir. Bireyler çoğu zaman bir slogana, bir hashtag'e tutunarak kitle söylemlerine dâhil olurlar. Ardından, o söylemin altına ne yerleştirildiğini bile fark edemeden, sürekli gelen içeriklerin bombardımanı altında kalırlar. Böyle
bir ortamda sorgulamak, durup idrak etmek imkânsızdır.
Burada hükmün temyizi yok!
Bu kitleler burada şüphe duymaktan ve sağlıklı yargılar vermekten acizdir. Gördükleri ilk görüntüye, duydukları ilk cümleye göre hüküm verirler. Ve sosyal medyada bir hüküm verildiğinde, onun temyizi yoktur. Dijital mekân, mutlak ve geri dönüşsüz yargılarla işler. Kimse nedenini sorgulamaz;
sadece sonuçlara eşlik eder.
Bu dijital kalabalıklar, çoğu zaman kendilerini bir ideolojiye ya da fikir sistemine değil, sadece gösteriye adarlar. Gösteri her şeyin biçimidir: içerik değil biçim, düşünce değil görünüş, hakikat değil dikkat önemlidir. Nefret bu gösterinin yakıtıdır. Kullanıcılar arasındaki en güçlü bağ, çoğu zaman ortak bir düşmana yönelmiş toplu öfkedir. Birbirini tanımayan yüz binlerce insan, tek bir hedefe yöneldiğinde oluşan bu enerji, güçlü bir dayanışma gibi görünse
de gerçekte kırılgandır. Çünkü linç edilen kişi –onlar için- en fazla bir semboldür. Ona yöneltilen öfke, çoğu zaman kişisel değil; topluca bastırılmış bireysel sorunların, güvensizliklerin, korkuların yansımasıdır. Birey, aslında kendinden kaçarken ötekini hedef alır. Bu bir tür öz savunmadır.
Baudrillard'ın da ifade ettiği gibi, nefret sevgiden daha hızlı birleştirir. Ve sosyal medyada bu birliktelik, uzlaşmaya değil, yıkıma dayanır. Kimi kurtarılır, çünkü bir başkasının yok edilmesi gerekir. Bu döngü hiçbir zaman kalıcı bir çözüme ulaşmaz; sadece başka bir hedef bulana kadar devam eder. Ve bu kültür, aynı zamanda bir "şeffaflık diktası" üretir. Herkes her şeyini paylaşmalıdır. Her şey açık olmalıdır. Ancak bu açıklık özgürlük getirmez; denetim getirir. Sosyal medya kullanıcısı artık gönüllü değil, bağımlı bir şekilde bu sisteme katılmaktadır. Paylaştığı her veri, kendine ait bir hikayeyi değil; başkalarının işleyip pazarlayabileceği bir ürünü temsil eder.
Sansasyonsuz içeriğe yer yok Burada "kişisel" olan hiçbir şey güvende değildir. Kendi hikayesini anlatmak bile, veriye dönüşür. Bu şeffaflık kullanıcıyı korumaz; aksine onu sürekli teşhir eden bir sisteme hapseder. Üstelik bu sistemde kullanıcı, ifşa edilmekten çok ifşa etmeye teşvik edilir. Çünkü paylaşmak bir refleks hâline gelmiştir. Düşünmeden, tartmadan, anlamadan…
Paylaşmak artık duyguların en yoğun olanıdır. Sorgulamaktan alıkoyan, sabırsızlaştıran, yüzeyselleştiren bir dürtüye dönüşmüştür.
Ve bu dürtü, lincin de arka planını hazırlar. Han'ın dediği gibi, şeffaflık artık bir seyircilik ideolojisidir. İnsanlar birer izleyici olarak sadece takip etmez, aynı zamanda yargılar, ifşa eder ve mahkum eder. Yeni adalet sistemi budur. Ama adaletten çok tatmin üretir.
Sosyal medya platformları her gün milyarlarca içerikle dolup taşsa da, hâlâ daha fazlasına aç. Bu mecraların en büyük iştahı sansasyon. Olay yaratmayan içerik ilgi çekmez, ilgi çekmeyen içerik ise sistemde yer bulamaz. Bu yüzden kullanıcıların en küçük hatası, gafı ya da kırılgan anı bile
bir sansasyona dönüştürülerek tüketilir. Bu tüketim süreci sadece hedef alınanı değil, ona bakanı da içine çeker. Linç eden kadar, linç edilen de bu döngünün sorumluluğunu taşır.
Baudrillard'ın dediği gibi, hepimiz bu küresel ağların içinde yüzen rehineleriz. Aynı anda hem kurbanız, hem de suç ortağı. Ama en ironik tarafı şu ki, bu sistemin mutlak bir sahibi yok. Ne bir devlet, ne bir kişi, ne de bir yasal çerçeve bu düzenin sorumluluğunu üstlenebilir. Olan biten her şey ortada olsa da kimse gerçekten sorumlu değilmiş gibidir.
Sosyal medyanın en büyük cazibesi, belki de hiç doymayacağımızı bildiği bir tatminsizlik duygusunu sürekli canlı tutmasıdır. Bu eksiklik duygusu, zamanla içsel bir huzursuzluğa ve ardından kolayca ötekine yönelen bir öfkeye dönüşür. Bu öfke, lincin başlangıç noktasıdır. Böylece bireyin içindeki tatminsizlik, sanal bir kalabalığın parçası olarak başka birine yönelir ve linç kültürü bu döngüyle beslenir.
Linç kültürü nereden besleniyor?
Sosyal medya gözün kapanmasına izin vermez. Sürekli uyanık olmak, sürekli bakmak zorunludur. Fakat bu zorunlu bakış tefekkürün ve merhametin düşmanıdır. Gerçek ve içtenlik sessizlik ister, gözün kapanmasını, vicdanın sesine kulak verilmesini gerektirir. Ama burada ruh alemi daima gürültülüdür. Sürekli içerik akışı, düşünceyi değil, dikkat dağınıklığını besler. Artık bir dakikalık sessizlik bile lüks sayılır hâle gelmiştir.
Linç kültürü işte bu sessizlik yitiminden, bu dikkat oburluğundan, bu kolektif tatminsizlikten beslenir. Ve unutmamak gerekir: lincin kendisi sanal olabilir, ama sonuçları tamamen gerçektir. İnsanlar itibar kaybeder, işleriyle vedalaşır, bazen de hayatlarına son verir. Dijital şiddetin sınırı yoktur; çünkü görünmezdir, sorumluluğu paylaşıktır, ama etkisi tekil ve derindir.
Ve paylaşımın bu baskısı lincin öncülüdür. Çünkü insanlar bu kadar çok şey paylaştığında, diğerlerinin ne yaptığını görür, kıyaslar, yargılar ve hedef belirler. "Seyirci demokrasisi" olarak tanımlanan bu sistemde herkes izleyicidir, ama aynı zamanda izlenen, yani potansiyel faildir. Dijital hafıza unutmayan bir yapıdır. Sözler, görüntüler, anlar tetikte bekler. Gerektiğinde geri çağrılır, yeniden dolaşıma sokulur. Lincin silahı, artık parmak ucundaki bir tuştur. Dramatik olan şu ki, bugün dokunarak yapılan şey, yarın sadece düşünceyle bile gerçekleşebilir.
Bu yüzden artık salt ne yaptığımıza değil; ne düşündüğümüze, ne istediğimize ve ne düşünmek istediğimize dikkat etmeliyiz. Tabi üzerinde yoğunlaşabileceğimiz kadar "dikkatimiz" kaldıysa.
*Akademisyen, Prof. Dr., İletişimci.