İklim değişikliği, küresel ölçekte giderek daha fazla dikkat çeken bir sorun haline geliyor. Türkiye'nin bu alanda attığı adımlar da çevresel ve ekonomik açıdan büyük önem taşıyor. Bu adımların bir parçası olarak artık Türkiye bir İklim Kanunu'na sahip... Ancak söz konusu kanunla ilgili tartışmalar bir türlü sona ermiyor. Bu nedenle, öncelikle "İklim Kanunu nedir, ne değildir, neyi hedefliyor?" gibi sorulara odaklanmak gerekiyor.
İklim Kanunu, Türkiye'nin 2053 net sıfır emisyon hedefine ulaşması ve sera gazı emisyonlarını azaltması için atılan en önemli adım diyebiliriz. Bu kanun, aynı zamanda Paris İklim Anlaşması bünyesinde Türkiye'nin taahhütlerini yerine getirmeyi ve Avrupa Birliği'nin (AB) 1 Ocak 2026 itibarıyla başlatacağı (Eğer AB Omnibus paketi kabul edilirse 2027'ye ertelenecek olan) Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (SKDM)'na uyum sağlamayı hedefliyor. Biyoçeşitliliği korumak ve iktisadi büyümeyi çevresel sürdürülebilirlik anlayışıyla harmanlamak da kanunun amaçları arasında yer alıyor.
Kanunun iki noktaya daha çok odaklandığını görüyoruz. İlki, Türkiye'de kurulacak olan Emisyon Ticaret Sistemi (ETS), ikincisi ise 2026 veya 2027 başında devreye girecek olan AB Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (SKDM) için Türkiye'nin yapması gereken hazırlıklar. Bu kanun, Türkiye'de üretim yapan sektörlerin sera gazı emisyonlarını ölçmeyi, belgelemeyi ve azaltmayı planlıyor. Bu noktalar, kanunun hayatımıza getireceği yenilikler olarak öne çıkıyor.
Bu kanunun talepleri, bireylerden ziyade bazı sektörlerdeki üreticilere yönelik… Uygulama sürecinde ise, adil ve şeffaf olunması, toplumun düzenli olarak doğru bilgilendirilmesi çok önemli. Bununla neyi kast ediyorum? Üst sınır emisyon miktarları belirlenecek ve bunlar firmalara dağıtılacak. Bu dağıtımda, firmaların emisyonları azaltmasını teşvik edecek şekilde tahsisatların dağıtılması lazım. Dağıtım söz konusu olunca adalet sorgulanır; bu nedenle, dağıtımın neye göre yapıldığının şeffaf bir şekilde açıklanması gerekiyor.
İklim Kanunu'na neden ihtiyaç duyuldu?
Bir diğer yandan, "İklim Kanunu'na neden ihtiyaç duyuldu?" sorusu da akıllara geliyor. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Ölçemediğimiz şeyi yönetemeyiz. 2053 yılında net sıfır emisyon taahhüdü vermişsek, öncelikle mevcut emisyon miktarını bilerek kademeli bir azaltma planlamak zorundayız. Biz belki ülke olarak bu noktalarda daha yavaş hareket etmeyi seçebilirdik, ancak bizi hızlı bir şekilde İklim Kanunu'nu geçirmeye iten başka bir sebep daha
vardı; o da Avrupa Birliği'nin 1 Ocak 2026'da veya 2027 başında mali yükümlülükleriyle birlikte devreye sokacağı Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (SKDM).
AB içinde çevre standartları oldukça yüksek olduğu için, AB'de üretim yapmak pahalı. AB'li üreticiler bu nedenle son on yıllarda üretimi çevre standartları düşük ülkelere taşıdılar. Bu durum, AB içinde üretim yapanlar için bir rekabet dezavantajı doğurdu; çünkü üretimini çevresel vergilerin hiç
olmadığı bir yerde yapan ve AB'ye mal ithal eden üretici, çok daha düşük fiyatla ürününü satabiliyordu. Bu da hem AB pazarında rekabet dengesini bozuyor hem de "karbon kaçağı" oluşturuyordu.
AB, ne içeride ne de dışarıda çevreyi kirleten sistemlere fırsat vermemek için, 6 sektörde (demir- çelik, alüminyum, çimento, gübre, elektrik ve hidrojen) ithal edilen ürünlerin karbon ayak izinin ölçülmesini ve çevreye salınan her bir ton karbon için karbon vergisinin ödenmesini zorunlu kılıyor. Eğer bu vergi, malı üreten ülkelerde ödenmiyorsa, AB sınırında ödenecek. İşte bu nedenle Türkiye, kendi içinde bu 6 sektörde düzenleme yaparak
her bir ton karbon emisyonunu vergilendirmek zorundaydı. Çünkü ihracatımızın yaklaşık yüzde 40'ını Avrupa Birliği'ne yapıyoruz ve kendi Emisyon Ticaret Sistemimizi kurmazsak, ödemek zorunda olacağımız vergi miktarı oldukça yüksek olacak.
Alternatif olarak ihracat pazarımızı AB harici diğer ülkelerle çeşitlendirip yeni pazarlar bulabilirdik ama Türkiye'nin uzun yıllar boyunca oluşturduğu ekosistemi düşündüğümüzde, bu gerçekçi bir çözüm değil. İklim Kanunu, Türkiye'nin 2053 net sıfır emisyon hedefine ulaşması için atılan en somut adım. Tabii ki devamı zamanla gelecek ve yeni ihtiyaçlara göre şekillenecek. Kanunda belirtilen sektörlerde başlayacak olan emisyon ölçülmesi ve azaltılması, zamanla tüm sanayi üretimine yayılmak zorunda kalabilir.
İklim Kanunu ve Emisyon Ticaret Sistemi
İklim Kanunu'nun öne çıkan yönlerinden biri Emisyon Ticaret Sistemi (ETS). Bu sistem, sera gazı emisyonları için bir üst sınır belirleyerek işletmelerin emisyon izinleri almasını zorunlu kılıyor. Yıllık emisyon raporlarını sunmayan veya doğrulama yapmadan rapor sunanlara idari para cezaları öngörülüyor. Türkiye'nin Emisyon Ticaret Sistemi, yüksek düzeyde emisyon üreten enerji, çimento, cam, seramik, metal ve kimyasal üretilen veya işlenen tesisler ile büyük ölçekli kâğıt ve selüloz tesislerini kapsıyor. Çevresel etkisi sınırlı olan veya stratejik nitelikli faaliyetler, küçük ölçekli biyokütle tesisleri, askeri kurumlar, Ar-Ge ve test birimleri ile eğitim ve sağlık kuruluşları bu yükümlülüklerin dışında kalıyor.
Avrupa Birliği, ETS'yi 2005 yılında kurdu ve 20 yıldır bu sistemi iyileştiriyor. Türkiye, AB'nin 20 yıllık tecrübesinden hareketle benzer hataları yapmadan ETS'yi kurup geliştirme şansına sahip. Ayrıca, 2023 yılı Ekim ayından beri Türkiye'de SKDM kapsamına giren demir-çelik, alüminyum ve
çimento gibi sektörlerin emisyonları ölçülüyor ve raporlanıyor. Yani, 1,5 yıldır SKDM'nin deneme fazındayız ve SKDM kapsamına giren sektörlerde emisyonları ölçüyor ve raporluyoruz. Türkiye, ETS kapsamında sera gazı emisyonlarının üst sınırını belirleyecek ve tahsisatları dağıtacak. Tahsisatlar
başlangıçta ücretsiz olarak dağıtılacak. Ancak bir süre sonra bu tahsisatların piyasası oluşacak ve planlandığından daha az emisyon üreten, yani çevreyi daha az kirleten şirket, elindeki tahsisatları ihtiyacı olan başka şirkete devredebilecek ve bu işten kâr elde edecek. Bütün bu işlemleri Karbon Piyasası Kurulu yürütecek.
Karbon veya her türlü sera gazı, çevreye zararlı maddeler kapsamında olsa da hayatımızın bir gerçeği. Bu gazların salınmasını önlemek için üretimi durdurmayı hiçbirimiz düşünmeyiz. Bu nedenle karbonu da herhangi bir meta gibi fiyatlandırıyor, çevre için kabul edilebilir üst sınırını belirliyor ve her bir şirkete üretmesine izin verdiğimiz karbon emisyon miktarını -veya çevreyi kirletme hakkını- bildiriyoruz. Böylece karbonu veya karbon
benzeri sera gazlarını karbonu piyasa mekanizması içine alıyor, yani içselleştiriyoruz ve sonra da kademeli şekilde azaltma yoluna gidiyoruz.
İşte burada çevresel fayda ortaya çıkıyor. Karbon şirketler tarafından vergisi ödenen, dolayısıyla üretim azaltılmak zorunda olan bir madde haline geliyor. Ticaret için bunun faydası da şu: Türkiye ihracatının yüzde 40'ını AB'ye yapıyor ve AB (veya ertelenirse Şubat 2027) tarihinden itibaren yukarıda bahsettiğimiz 6 sektörde ithal ettiği ürünlere emisyon vergisi uygulayacak. Bu vergiyi ülke içinde ödemek bize AB pazarında hem fiyat avantajı sağlayacak hem de ürünlerimizi AB'ye ihraç ederken herhangi bir aksaklık yaşamamızı önleyecek. Bu nokta, İklim Kanunu'nu çokça
eleştirenlerin henüz yanıtlamadığı bir konu… İklim Kanunu çıkmasa ve Türkiye kendi ETS'sini kurmasa, AB'ye sınırda ödeyeceğimiz vergilerden kaçınmak için ne yapmamızı öneriyorlar? Şimdiye kadar bu soruya hiçbirinin cevap vermediğini görüyoruz. Sadece eleştiren ama mevcut sorunlara çözüm üretmeyen bir kesim var.
İklim Kanunu hakkındaki abartılı iddialar
İklim Kanunu hakkında kamuoyunda ilginç ve abartılı iddialar da dolaşıyor: Yapay et tüketiminin artacağı, tarım ve hayvancılığın sona ereceği, seyahat özgürlüğünün kısıtlanacağı gibi. Hatta bazı çevreler, bu düzenlemeyi dış güçlerin dayatması olarak görüp, yakın gelecekte böcek yemek
zorunda kalacağımızı öne sürüyor. Ne yazık ki bu iddialar, resmi kaynakların paylaştığı bilgilerden daha fazla ilgi görüyor. Sosyal medyada hızla yayılan bu tip yanlış bilgiler, toplumda kanuna karşı bir direnç oluşturuyor. Oysa amaç, ne sadece Avrupa Birliği'nin taleplerini yerine getirmek ne de dış güçlerin çıkarına hizmet etmek. İklim Kanunu, su ve gıda güvenliğinden enerji dönüşümüne kadar pek çok alanda, hem bugünümüz
hem de gelecek nesiller için daha sürdürülebilir bir yaşam kurmayı hedefliyor.
Peki, bu iddialar nereden geliyor? Aslında, dünyadaki bazı trendlerden kaynaklanıyor. Örneğin, Avrupa'da iklim ve çevre hareketlerini destekleyenler bir süre sonra vejetaryen veya vegan olmayı seçiyor çünkü bitkisel üretimin, hayvansal üretime göre doğaya daha az zararlı gaz saldığını düşünüyorlar. Bu kişiler bir süre sonra yapay etin de vücuda aynı proteini sağladığını düşünüyor. Böyle düşünenlerin dünyada sayıca artıyor olması, Türkiye'de de insanların iklim ve çevre mevzularına çekimser kalmasına ve hatta ürkmesine neden oluyor. Oysa bizim İklim Kanunu'muzda yapay et ya da hayvancılığın bitirilmesi gibi konularla ilgili en ufak bir emare bile yok. Biz sadece sanayinin emisyonlarını azaltmayı önceleyen bir İklim Kanunu ile karşı karşıyayız.
Kanunun mevcut halinde, belirli sektörlerde faaliyet gösteren şirketler için karbon ayak izi hesaplama zorunluluğu getiriliyor. Eğer daha mavi bir gökyüzü ve daha temiz denizler istiyorsak, üretim kaynaklı emisyonları sınırlamak ve azaltmak zorundayız. Mevcut haliyle İklim Kanunu, bireysel özgürlüklerin kısıtlanması ya da hayvancılığın tamamen sona ermesi gibi konulara dair herhangi bir hüküm içermiyor. İlgili kurumların kamu spotları ve kitle iletişim araçlarıyla doğru bilgiyi yayması kritik önem arz ediyor. Zira İklim Kanunu etrafında ciddi bir dezenformasyon mevcut. Bu
yanlış bilgiler düzeltilmezse, kanun toplumsal destek bulmakta zorlanır.