Sadık Albayrak: MEMLEKETE VERİLEBİLECEK EN BÜYÜK ZARAR GEÇMİŞİ UNUTTURMAKTIR

MEMLEKETE VERİLEBİLECEK EN BÜYÜK ZARAR GEÇMİŞİ UNUTTURMAKTIR
Giriş Tarihi: 3.11.2025 16:18 Son Güncelleme: 3.11.2025 16:18
Mütefekkir Sadık Albayrak’ın kitapları Medrese Yayınevi tarafından birer birer yayınlanıyor. Son Devir Osmanlı Uleması’ndan sonra sırasıyla Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Meşihat Şeriat Tarikat Kavgası ve Siyasi Boyutlarıyla Türkiye’de İslamcılığın Doğuşu raflardaki yerini aldı. Sadık Albayrak’la Trabzon’da düzenlenen imza gününde bir araya geldik. Kitapları vesilesiyle gerçekleştirdiğimiz söyleşide Albayrak, eserlerinin ortaya çıkış hikâyesini ve Trabzon’da geçen çocukluğunu anlattı.

Medrese Yayınevi tarafından eserleriniz bir süredir yeni baskılarla okurun karşısına çıkıyor. Bugün de Siyasi Boyutlarıyla Türkiye'de İslamcılığın Doğuşu kitabınızın imza günü vesilesiyle Trabzon'dayız. Hemşehrileriniz ve okurlarınıza kitaplarınızı imzalıyorsunuz. Yazarlık dünyanızın oluşmasında Trabzon'un etkisinden bahseder misiniz?

Çocukluğum Trabzon'da Gazipaşa'da geçti. Bizim ev Gazipaşa'da, su deposunun oradaydı. Ramazan ayında, Çarşı Camii'ne koşarak gelirdik, ön saflarda yer kapabilelim diye. Babamın dükkânı vardı. Akşamları namaza gider, beni dükkânda bırakırdı. Beni dükkânda bırakıyor ama ben içimden şunu geçiriyorum: "Yomra'dan, Tonya'dan, Maçka'dan biri gelsin; kaput bezi, basma, diviti alsın ki ben onu satayım. Babam gelene kadar paketleyeyim, parasını cebime koyayım…" Çünkü cumartesi ya da pazar günü İdman Ocağı ile Sebat'ın maçları var; 25 kuruş ya da 50 kuruşa maça gideceğiz. Kemerkaya'da bir lastikçi adam vardı. Kızları bana bir gün demesinler mi: "Hangi takımı tutuyorsun?" diye. "Ne takımı?" dedim. "Futbol takımı" dediler. Sonra ben de sordum: "Siz hangi takımı tutuyorsunuz?" İdman Ocağı'nı tutuyorlarmış. Bana da "Gel seni İdman Ocaklı yapalım" dediler. O günden beri İdman Ocaklı oldum. Ama ne zamana kadar? Kıbrıs Harekâtı'na kadar…

O yıllarda futbol merakınız çevrede nasıl karşılanıyordu?

Bizim dükkânın yan tarafında da Zeytinlik Camii'nin imamı vardı, Cemil Amca. Evi, Hacı Kasım'a doğruydu. Hacılar, hocalar hep orada toplanırdı. Ben de İmam Hatipliydim. Bana sorarlardı: "Bizim uşaklar ne yaptı?" Ben de "Kıbrıs'ta kupayı aldılar" dedim. Ondan sonra hepsi futbol taraftarı oldu. Hâlbuki futbol günah sayılırdı, maçlara gidilmezdi. Ama futbolu rahmetli Ahmet Suat Özyazıcı sevdirdi. Peki, nasıl sevdirdi? Babası izbandut gibi bir adamdı. Aşağıda dükkânları vardı. Alırdı kolundan Ahmet Suat'ı, birlikte camiye gelirlerdi. "Bu futbol oynuyor ama camiye de geliyor" derlerdi. Bunlar oldukça artık Trabzon'da futbol, bir yaşam tarzı haline geldi.

Türkiye'de İslamcılığın Doğuşu, Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e: Meşihat, Şeriat, Tarikat Kavgası gibi kitaplarınızda da tafsilatıyla anlattınız ama Türkiye'de nasıl bir hesaplaşma var, ne söylersiniz?

Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e: Meşihat, Şeriat, Tarikat Kavgası adlı kitabımın kapak fotoğrafında, iki jandarma, sakallı bir adamın koluna girmiş, götürüyorlar. Peki, bu adam kim biliyor musunuz? Erbilli Esat Efendi. Kendisi Erenköy'de oturuyordu. Merhum Musa Topbaş ve oğlu Osman Nuri Topbaş'ın bağlı olduğu tarikat silsilesinden bir zat. Erbilli Esat Efendi'yi Erenköy'den alıp Menemen'e götürüyorlar. Neden? Çünkü Menemen'de
facia olmuş. Tamam, Mustafa Fehmi Kubilay'ı öldürenleri cezalandırın ama bu adamın günahı ne? Getirip oğluyla birlikte Menemen'de astılar. Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e: Meşihat, Şeriat, Tarikat Kavgası kitabımın kapağındaki bu resmi Türk basınında bulamazsınız, ben Fransızca bir illüstrasyon dergisinden buldum. Erbilî'nin bir kitabı var: Kenzü'l İrfan. Babam kış gecelerinde, köyden Trabzon'a geldikten sonra evde bize okurdu. Bu eser, Erbilli Esat Efendi'nin hadislerden derlediği bir kitaptır. "Kenzü'l İrfan" yani bilgi hazinesi. Kitap hâlâ bende var, biraz çürümüş olsa da nadide bir altın gibi saklıyorum.

Aslında dönemin uleması memleketin kurtuluşu için kürsülerde vaazlar veriyor, millete moral aşılamaya çalışıyor…

Evet. Esat Efendi de Çanakkale'ye gidip askerlere moral aşılamak için vaaz vermiş. Esat Efendi, Beyrut Müftüsü Mustafa Neca Efendi, Arap dünyasından gelen âlimler, doğudan gelen Kürt âlimler savaşta bulunuyor. Onlar bu nasihatleri yapıyorlardı ama Çanakkale'de kimler vardı? Kahramanlar vardı, değil mi? Askerlere "yürü" dediklerinde hiç tereddüt etmeden yürüyüp şehit olanlar. Çanakkale olaylarını anlatırken "Hey 15'li" türküsünü söylerler. Çanakkale'de 15 yaşında çocuklar yürüyor, başlarında külah… Medreseliler de aralarındaydı. Osmanlı Uleması kitabımda da geçer. Peki, 14- 15 yaşındaki çocuklar askere giderken onları seyreden kim? Önce o çocukları seyredenler askere gidecek, önce onlar ön tarafta şehit olacaklar.

Dönemin İslâm hassasiyeti taşıyan ahalisi ile rejim arasındaki münakaşa hiç bitmiyordu. Babanızın bu konudaki tutumu nasıldı?


Babam da o dönemde medresede okuyordu. Üç yaşında yetim kalmış. Dedem 1907-1908'de hacca gitmişti, 33 yaşında genç bir delikanlıydı ama geri dönmedi. Babam da medreseler kapanacağı sırada medresede okuyor. Ne zaman ki medreseleri kapattılar, babamda büyük bir adavet başladı. Meşrutiyetten Cumhuriyete: Meşihat, Şeriat, Tarikat Kavgası kitabımın kapağında başka bir resim daha var; sarıklı bir molla resmi. Sarığı beyaz ama üzerine eski yazıyla "irtica" yazılmış. O dönemde Hakimiyet-i Milliye, Cumhuriyet, Vatan bir tarafa mizah dergileri bile İslam ile alay ediyor. Bugün Fransız Hebdo veyahut Türkiye'deki Çarşaf dergisinin yaptığı melanetleri o devirde de yapıyorlardı. Hatta babam içindeki o nefretten dolayı bana "Seni okutmayacağım" derdi. İstanbul'a mal almaya gittiğinde orada iki öğrencinin Mısır'a, El-Ezher Üniversitesi'ne okumaya gitmeye hazırlandıklarını duymuş. Döndüğünde bana "Sana okul buldum, seni El-Ezher'e göndereceğim" dedi. Ama olmadı. İmam Hatip'te okudum. Okudum ama kendisindeki derdi bana da geçirdi.

1947'lerde Sebîlürreşâd dergisi çıkmaya başlayınca, cumhuriyet devrinin ilk dönemindeki mezalim o dergide yayınlanmaya başladı. Babam okurdu, ben dinlerdim. Aslında İmam Hatip'e de gitmek istemiyordum. Babam ticaretle iştigal ettiği için ticaret lisesine gitmek istiyordum. Diplomamı almaya gittiğimde öğretmenim sordu: "Nereye girmeyi düşünüyorsun?" "Babam beni İmam Hatip'e verdi" dedim. "Sen akıllı çocuksun, nasıl gidersin oraya?" dedi, beni ağlattı. Babam da bana "Ya dükkâna gelirsin, sana bir tabla veririm simit satarsın veyahut Holomana bostanı alır satarsın" dedi. Dükkânın önünden bostancı geçerdi: "Bostan bostan, çamuru karnında, çiçeği burnunda bostan bostan!" diye bağırırdı satıcılar. Böylece İmam Hatip'e devam
ettim.

Ben neden bu yaşta kitaplar yayınlıyorum? Babam benim ruhuma bu tohumu attığı için. Medreseler kapandığında Ankaralı genç bir molla İbrahim Edhem Efendi var. Henüz 22 yaşında, vaiz. Cumhuriyet yeni kurulmuş, sosyal hayatta da bazı değişmeler var. O dönem bu çocuk, çevresinde olan bitenlerden rahatsız olunca Hayat-ı Beşer: İslâmiyet'te Ahlâk ve Kadınlarda Tesettür isimli bir risale neşrediyor. Risale çıktıktan sonra İstanbul basını bu genç âlime hücum ediyor. Önce hapis cezasına çarptırılıyor, hapisten çıkınca da Şark İstiklal Mahkemesi, irticaî faaliyet gerçekleştirdiği
gerekçesiyle İbrahim Ethem'i Urfa meydanında asıyor. Daha 22 yaşında.

Bu anlamda gençleri sık sık andığınızı görüyoruz. Eğitimin hayatiyeti hakkında ne söylersiniz?

Eser telif etmeye nasıl başladığımı söyleyeyim önce. Beni 1978'de memuriyetten attılar ama Cenâb-ı Hak Rezzâk-ı âlemdir. Memuriyetten ihracım, kitap yazmaya başlamama vesile oldu. Bütün kitaplarımın telifini de NUN Eğitim ve Kültür Vakfı'na bağışladım. Gençken İstanbul'a gittiğimizde, bizim kültürümüzü ve sosyal hayatımızı yerle bir edenlerin, Batılı eğitim görenler, Robert Kolej gibi yerlerde okuyanlar olduğunu gördük. Büyük oğlum Boğaziçi Üniversitesi'ni kazandığında, üniversite kütüphanesinde Papaz Cyrus Hamlin'in kitabının olup olmadığını sordum. Bu papaz, Robert
Kolej'i kuran kişi. "Var, baba" dedi. Rumelihisarı'nda, Robert Koleji varsa ben de çocuklarıma "Alternatif olmadıkça bize kurtuluş" yok dedim. Düşünün ki, İmam Hatip bayrağını taşıyan Sadık Albayrak, "yobaz, gerici" diyerek aşağılanırken, bugün Türkiye'nin bir numaralı adamı İmam Hatip
mezunudur. Bu büyük bir olaydır. Bu nedenle halka mal olmuş olayları yazdım ve kitaplarımı da bunun için bastırıyorum. Bu yüzden, amel defteri kapanmasın istiyorsak, bize düşen üç şeyden en az birini mutlaka yapmalıyız. Paramız varsa yol, köprü, çeşme gibi şeyler yaptırarak bir sadaka-i cariye bırakacağız, kitap yazarsak eğer bu devam ettiği müddetçe alıp okuyan kişiler faydalandıkça amel defterimize katkısı var.

Kitaplarınızı okuyunca çok güçlü bir arşiv taraması yaptığınızı görüyoruz. Geçmişte arşiv belgelerinin ülkemizde makûs bir talihi var: Ya yurt dışına kaçırılmış ya da tahrip edilmiş. Kendi maceranızda böyle hikâyelere tanıklık ettiniz mi?

Kitaplarımda kim ne demişse ne yazmışsa onu yazdım. Mesela, Şeyh Galip için Hüsn ü Aşk'ı yazdıktan sonra Mesnevi'den çalmış, demişler. O da cevaben demiş ki: "Çaldıysam mîrî malı çaldım." Ben de kitaplarımda arşivlerden yararlandım. Benim arşivimde bir dosya var Trabzon'a ait. Bu arşivi nereden aldın, oluşturdun diyeceksiniz. Eskiden maç için Trabzon'a uçakla gelirdim, maç vaktine kadar da Tabakhane'den, Vali Konağı'ndan, İskenderpaşa'dan geçerek stada giderdim. Ortahisar'daki İskenderpaşa Camii'nde bir oda dolusu evrak olduğunu gördüm. Oradakilere "Buranın cemaati kim, nedir bunlar?" diye sordum. İçlerinden biri dedi ki: "Bunlar valiliğin mahzenlerinden çıktı." Yine sordum: "Peki ne yapacaksınız bunları?"
"Bunlar mülga kitaplar... Bunları denize atacağız" dediler. Ben de oradan birkaç sayfa aldım, hâlâ da saklarım. Meğer aldığım o kâğıt 1876-1877 yıllarında Türkiye'ye göç eden Çerkeslerle ilgiliymiş. O dönemde Akçaabat'a ya da Mersin'e yerleştirilen Çerkeslerin askere alınıp alınmayacağı konusu önce valiliğe soruluyor, valilik de meseleyi sadarete bildiriyor. O belge bende ama diğeri yok oldu. Bir memlekete verilebilecek en büyük zarar, geçmişini unutturmaktır.

Memuriyetten ihraç edildiniz, onlarca eser yazdınız, yazdıklarınızdan dolayı yargılandınız, mahkûmiyetiniz var. Mücadeleyle dolu bir hayatın hasılası olarak ne tavsiye edersiniz?

Çevremdekiler sıkıntı çektiğinde onlara şunu anlatırım: Hazret-i Fatıma'ya sormuşlar: "Ehl-i Beyt'in başına gelenleri bize anlatır mısın?" Hazret-i Fatıma da demiş ki: "Eğer Ehl-i Beyt'in başına gelenleri Ebu Kuveys Dağı'na anlatsam dağ dümdüz olur." Biz onlardan 1400 yıl gerideyiz… Biz ne çektik ki "of, puf" edelim? Bu tarz moraller de lazım insana. Güçlü olmalıyız.

Uzun Hasan'ın annesi ve Trabzon

Trabzon, Müslümanlar tarafından fethedilen ikinci imparatorluktur. Fatih, İstanbul'u fethettikten sonra Zigana'dan Trabzon'u fethetmeye geliyor. Aşıkpaşazade'nin kitabında, Trabzon'un fethi sırasında Fatih'in orduları yoldayken geçen bir diyalogdan bahsediliyor. Uzun Hasan'ın annesi Sare Hatun şöyle diyor Fatih'e: "Bunca zahmet nicedir? Bizans'ı yıktın, oğlumu Otlukbeli'nde yendin." Fatih niye yanına alıyor Sare Hatun'u? Annesi yanındayken arkadan baskın yapmazlar düşüncesiyle yanına alıyor çünkü annesi onların esiri. Fatih de, "Ana, bu konu bir cihangirlik davası değil. Bu i'lâ-yı kelîmetullah davasıdır. Allah'ın adını yayma davasıdır" diyor. Sonra da Trabzon'u fethediyor.

Uzun Sokak'taki kitapçının vitrini

Okumak çok önemli. 1959'da İmam Hatip'in 7. sınıfındayken Nihal Atsız'ın Türk Ülküsü kitabını aldım. Daha bu işlerle ilk kez haşır neşir oluyorum. Hatta kitabı aldığım yerde de bir yayınevi vardı. O günlerde edebiyat hocamız Nesip Yağmurdereli'ydi. Hoca, Nihat Sami Banarlı'nın kitabını
okuturdu. Madam Bovary bölümünü de oradan okuduk. Peki, kim bu Madam Bovary? Gustave Flaubert'e sormuşlar: "Benim" demiş. Yukarıda
bahsettiğim kitapçının da vitrinde kitaplar var, onlara bakıp isimlerini ezberliyorum. Okulda da hoca bir gün sınıfta herkese soruyor, Madam
Bovary kitabının yazarı kim, diye. Kimseden cevap yok. Daha sonra bana sordu. Ben de "Gustave Flaubert" dedim. Nereden okudun, dedi. "Uzun Sokak'taki kitapçının vitrinden gördüm" dedim. "Helal olsun, aranızdan vitrinden okuyan öğrenci çıkmış" dedi.

BİZE ULAŞIN