İbrahim Altay: VAİZ

VAİZ
Giriş Tarihi: 3.11.2025 14:34 Son Güncelleme: 3.11.2025 14:34

Caz şarkıcılarının en çok yanık ve çatlak sesli olanlarını severim. Bunlar arasında da Louis Arsmtrong'un özel bir yeri vardır. Şöhretin keyfini sürememiş çirkin ve şaşkın bir adamdır. New Orleans'ta doğmuş bir taşralıdır. Tıpkı bizim vaiz gibi. Hatta, Armstrong'un "The Preacher" yani "vaiz" şarkısının bizim vaiz için yazıldığını iddia etmemizin önünde sadece bir engel vardır; şarkının dostumuzun doğumundan önce yazılması…

Dostumuza vaiz dememizin iki sebebi vardı. İlki gerçek adını asla kimseye söylememesi ve soranlara "Ben vaizim" diyerek cevap vermesiydi. İkincisi de Walter Scott'un romanlarındaki Rahip Tak karakterine benzemesiydi. Onun gibi şakacı, iri yarı ve şişmandı. Hayatını muziplikler yaparak ve çevresindeki insanlara sataşarak geçiriyordu. Gitarını Rahip Tak'ın asası gibi elinden yalnızca uyurken bırakıyordu. Parmaklarını parçalarcasına gitarın tellerini çekiştiriyor, yüksek sesle çoğunu bizzat uydurduğu ilahiler okuyordu. Uydurduğu diyorum, çünkü bazılarını not aldım ve hiçbir külliyatta bulamadım. Bazılarındaysa doğaçlama yaptığı çok belli oluyordu. Gitardan çıkan sesle, ki buna melodi demek dahi zordu, söylediği ilahiler asla uyum sağlamıyordu. Müzik bilgisi ve müzikal altyapısı zayıftı ama yine de eğlenceliydi.

Bir önceki bölümde anlattığım hikâyeden sonra zaman ve mekân algım değişmişti. Eve girmek istemiyordum. Sahilde saatlerce yürümek ve yorulunca bir bankın üzerinde uyumak bana normal geliyordu. Bu uzun yürüyüşlerden birinde ilk kez gördüm onu. Santa Monica ile Venice arasında bir yerde, cüssesinden beklenmeyecek bir atiklikle aşağı yukarı zıplayarak ve bağırarak şarkılar söylüyordu. "Aşkın ve hazzın vadisinde, gerçek doğrulukla donandığımızda, baş eğeriz ve eğiliriz utanmaksızın, döneriz, dönüş bizim hazzımız olur" gibi bir şeyler söylerken tıpkı şarkıda anlatıldığı
gibi dönmeye başladı. Dengesini koruyamadı ve yere kapaklandı. Sonra hiçbir şey olmamış gibi yerde yuvarlanmaya başladı. Bu garibanlık değilse nedir?

Shakers Tarikatı

Acıkmıştım. O sıralar kahve ve kruvasanla besleniyordum. Adamın kendisini paraladığını görünce ona acıdım. Sahilden ayrılıp kentin içlerine doğru yürüdüm. Bir pastane buldum, kendim için ve vaiz için birer kahve ve kruvasan alıp döndüm. Akşamüzeriydi ve ben gidip dönene kadar geçen sürede hava kararmıştı. Vaiz sanki hiç yerden kalkmamış gibi çimenlerin üzerinde uyuyakalmıştı. Tuhaf bir hali vardı. Gözleri açıktı fakat beni görmüyordu. Sayıklıyor gibi konuşuyordu. Yorgundum, az ilerideki banka oturup kahvemi içmeye başladım.

Bu sırada iki sarhoş gelip başımda durdular. Benden para istediler ve vermeyeceğimi söyleyince de çekip gitmediler. İşler fiziksel bir hal almak üzereydi ki gök gürültüsü gibi bir ses duyuldu arkadan. Vaiz karanlıkların içinden bir hayvan gibi böğürerek ortaya çıkmıştı ve karaltısının görülmesi
yetmişti. Koşarak kaçtılar. Sonra ikimiz oturup kahvelerimizi içtik ve kruvasanlarımızı yedik.

Karnı doyunca gitarını akor edip tıngırdatmaya ve bana vaaz etmeye başladı. Hiç istifimi bozmadan dinledim. Nihayet susunca kendisine Müslüman olduğumu söyledim. Afrikalı kardeşleri arasında Müslümanlığın yaygın olduğunu ama kendisi Amerika'da doğup büyüdüğü için Hristiyan olduğunu söyledi. Sonraki birkaç gün boyunca onunla birlikte hareket ettik.

Bana anlattığına göre Vaiz kardeşimiz Amerikan toplumundaki varlığı artık sona ermekte olan, belki de ermiş olan, gizemli bir tarikatın üyesiydi. Bu tarikatın adı, sıkı durun, Shakers idi. İsmin tuhaf olduğunun farkındayım ama tarikatın kendisi de en az o kadar garipti. Öncelikle kurucusu bir kadındı.
Ann Lee adlı bu kadın 1774 yılında takipçileriyle birlikte, dinini daha iyi yaşayabilmek için İngiltere'den kalkıp New York'a gelmişti.

Tarikatı tetkik ettiğimde gördüm ki iki ilginç hususiyeti var. Birincisi: bir nevi komünizmi savunması… Hatta New York civarında komünal bir hayatın hüküm sürdüğü köyler kurarak başlamışlar işe. Dikkatinizi çekerim, new age tarikatların zuhurundan yüzyıllar önce. Tarikatın ikinci hususiyeti ayinlerin kol kola girip iç içe halkalar oluşturarak ve ilahiler okuyup dönerek yapılması. Bu da bana ilginç geldi. Shakers'ların önemsediği iki şey var: ibadet ve çalışmak. Zaten komün için çalışmayı da ibadet sayarak bu işi çözmüşler.

Bizim vaize gelirsek tarikatın bu özelliklerini yaşatmaya muktedir değildi. Yalnız bir adamdı ve sokaklarda yaşıyordu. Yani bir komün teşkil edememişti. Yıllardır vaaz ettiği halde davasına kimseyi inandıramadığı için kol kola girip döneceği bir cemaat oluşturamamıştı. Bu yüzden acılarından kurtulmak için Hazret-i İsa'nın yeryüzüne dönmesini bekliyordu. O ölmeden gelecek ve onu sevgiyle kucaklayacaktı.

Acıklı bir son

Önce beni kafalamaya çalıştı ama konuşma ilerledikçe o kadar da kolay yutulacak bir lokma olmadığımı anladı. Ona fikir ve inançlarının özgün olmadığını, eklektik olduğunu, bileşenlerinin en saf hallerinin başka coğrafyalarda halen yaşadığını filan söylememden hoşlanmadı. Fakat yemekleri ben ısmarladığım için bu imkândan da mahrum kalmak istemedi. Arkadaşlığımız bir şekilde devam etti. Ta ki işler değişene kadar…


Vaiz dostumuz özellikle İngilizcesi yetersiz, misyonerler tarafından Hristiyanlaştırılmış Asyalı turistlerin gözdesiydi. Sık sık onları çevresinde toplayıp sanatını icra ediyordu. Çoğundan bir aziz muamelesi görüyordu. Bahşişler yüksek olursa muazzam bir coşkuya kapılıyor, bağırdıkça bağırıyordu.
Ben de yancısı gibi oralarda takılıyor, arada bir makarasına "God bless you all" diye bağırıyordum. Bu manzara sebebiyle turistlerden bazıları bana da bahşiş vermeye başladılar… Bu garibanlık değilse nedir?

Beni tarikatına üye yapamamak Vaiz'i o kadar da rahatsız etmemişti ama günün sonunda hepsini geri verdiğim halde bağışlara ortak olmam onu delirtti. O hoşgörülü ve sürekli gülümseyen 'ermiş' gitti, yerine homurdanan bir ihtiyar geldi. Nihayet bir gün sinirlerine hâkim olamayarak bana saldırdı. Ben de kendimi korumak için kolumu kaldırınca yüzü dirseğime çarptı ve sanırım burnu kırıldı. Acıyla olduğu yere çöktü. Sonra öfkeyle yerden kalkıp bir kez daha üzerime saldırdı. Bu defa da çenesi yumruğuma çarptı ve yine kendini yerde buldu. Bu sırada kalabalık çoktan aramıza girmişti. Bir dostu kaybetmenin üzüntüsü ile arkamı dönüp oradan uzaklaştım. Los Angeles'ta kaldığım sürece birkaç kez daha karşılaştık ama birbirimizi tanımıyormuş gibi davrandık. Sorarım size, bu da bir garibanlık değil midir?

BİZE ULAŞIN