Yine deprem, yine yangınlar, yine seller, fırtınalar. Aslında bunlar hep vardı ama bilimsel bir kavrama büründürüp olan biteni iklim değişikliği olarak kodladığımızdan beri sanki daha da arttılar. İklim değişikliği sözünü her duyduğumda kendi kendimizi kandıracak bir bahane ürettiğimizi düşünüyorum.
İster konjonktürel, ister jeopolitik, ister sosyokültürel veya psikososyolojik olsun. Kuraklıkta, orman yangınlarında, taşkın ve sellerin artışında, hatta depremlerde kendi nefsani zaaflarımızın yansımasını görmüyorsak, suçu daima "dışarıda", kendi dışımızda gerekçelendirmeye devam ediyorsak: Başımıza her seferinde gelen kendimiziz! Bunu inkâr etmekle veya görmezden gelmekle afetlerin önüne geçmemiz kolay değil. Bu yazıda bunu hatırlatmak ve bir zahmet biraz da içimize bakmak gerektiğinin altını çizmek istiyorum.
Hileli kazançlar, menfaatçi talanlar, kendi çalıp çırparken muhatabına suç atmalar, kendi cemaatini kayırmaca, birlik duygusunu zedeleyecek sataşmalar, doğrusunu öğrenme zahmetine katlanmadan atılan çamuru çoğaltmalar, nefret duygusunu manipüle ederek savunmasız kimseleri hedef göstermeler, bir kurum yetkilisi olup kurumu adına kanunları hiçe saymayı teşvik etmeler, vatandaşın parasıyla resmi kurumları istismar etmeler, muhalefet yapacağız diye insanlık, dünya ve memleket adına bir tek bakış, görüş, fikir geliştirmeden çekişmeler düzenleyip gündemi işgal etmeler, liyakatsizliğe kızarken tembelce oturmalar, pahalılıktan yakınırken habire fahiş fiyat koymalar...
İşte toplumsal iç dünyamız böyleyken…
Böylesine fitne ateşiyle kendi kendimizi tutuşturup dururken...
Ekran karşısında alevleri gördükçe çaresizce ah vah ederken... Depremi erken uyarı cihazlarıyla kolay atlatabilmeye bel bağlıyoruz. Ama o cihazlarımızı her sene yenileyebilmek için kaç ağacın kesildiğini, eğlenmek isteyen çocuklarımızın dijital tabletlerdeki savaş oyunları devam edebilsin diye uzak kıtalardaki yerlilerin kaçının günde bir dolara kendi köylerinde çalıştırılıp susuzluğa ve açlığa mahkûm bırakıldığını düşünmüyoruz.
Sel ve taşkınlara maruz kaldıkça bulut tohumlama yöntemlerine (yağmur miktarını manipüle etmek için kimyasallar kullanarak aşılama) veryansın ediyoruz ama bahçeli, otoparklı sitelerde oturmak için kesilmesine göz yumduğumuz ağaçlar için çevrecilik sloganları atıp imzalar topluyoruz.
Bir zahmet nefsimizi biraz kınasak, dünyaya (iklim değişikliğine) faydası olmaz mıydı?
"Çok şükür yangın bize sıçramadı" demekle veya "savaş bizden uzak" diye sevinmekle kendi bencilliğimizi beslemeye devam edersek, ürettiğimizden fazlasını tüketmeyi pişkince sürdürürsek...
Daha başımıza hangi kibrimizin, hangi bencillik ve vurdumduymazlığımızın, hangi ikiyüzlülük ve sahtekârlığımızın, hangi riyakârlık ve tamahkârlığımızın geleceğini siz hesap edin. İster dev dalgalar, ister devasa orman yangınları, ister açlık susuzluk…
Başımıza gelen hep kendimiziz derken işte bunu kastediyorum hep.
Dahası da var. Şurada genetiğiyle oynadığınız her ürün, burada, ta içimizde de bir tür iklim değişikliğine neden oluyor. Daha öfkeli, şiddet bağımlısı, daha pişkin ve cüretkâr hale geliyoruz. Sadece bedenimizdeki uzuvlara değil, insanlığımızın evrensel kodlarına da nüfuz ediyor bu iklim değişiklikleri. Mesela: Sanal oyunlarda öldürerek puan kazanan çocukların aç bırakılarak öldürülmeye mahkûm bırakılan çocuklar için bir vicdan rahatsızlığı duyması giderek zorlaşmadı mı?
Göz ardı edilenler
Bir güncel örnek daha: Köpeklerin saldırganlaşmasını önlemek için bulunan yöntemler bizi birbirimize düşürüyor ama giderek ucuz fiyata satılmakta olan bu hazır kimyasal mamalarının hayvanları kendi varoluşlarından nasıl uzaklaştırdığını, onların fıtratlarını bozarak nasıl bağımlılık oluşturduğunu, nefislerini besleyerek onları nasıl saldırganlaştırdığını göz ardı ediyoruz.
Bu devasa mama sektörünü işletenler de sokak ortasında saldırgan köpekler tarafından öldürülen vatandaşlar gibi, yine sokak köpeklerinin saldırısıyla ölebiliyor oysa. Tıpkı silah satmak için aynı ülke içindeki topluluklar arasında ideolojik çekişmeler yaratarak onları kimlikler üzerinden birbirine düşürenlerin de bir gün aynı savaş meydanında hayatını kaybedebildiği gibi.
Bir başka güncel örnek: Medyada gerek habercilikte gerekse magazin programlarında kullanılan dilin tamamında şiddet dolu olayların (cinayetler, kavgalar, dövüşmeler vs) defalarca tekrarlanarak gösterilmesi farkında olmadan hepimizin bilinçaltını etkiliyor. Bunun şiddeti teşvik ettiği veya meşrulaştırdığı reyting patronları tarafından göz ardı edilirken bu yayınları göre göre normalleştiren bizzat bu patronların çocukları da şiddet bağımlısı olup suç işleyebiliyor.
Hadi bir örnek daha: Tarlasında endüstriyel domateslerini yetiştirmek için kullandığı zararlı böcek ilacını, kendi ailesi için ektiği tarlada kullanmayan ve bu çifte standardı hiç sorgulamayan bir çiftçiyi bu toplum yetiştiriyor. Böylece her birimiz daha şiddet bağımlısı, daha kibirli ve menfaatçi olup saldırganlığa, kavgaya, nefrete meyleden hayvani özelliklerimizi beslemeye devam ediyoruz. Daha çok kâr etmek için kullandığımız kimyasal katkıları üretenler de kansere yakalanabiliyor, dünya nüfusunu doyuracağız diye iyi niyetle GDO'lu ürünleri dönüştürenler de.
Asıl kuraklık içimizde
Demek istediğim şu: Sadece fiziki değil, manevi arızalara da hep beraber maruz kalıyoruz. Bizi ailede, ikili ilişkilerde ya da resmi pazarlıklarda ve hatta savaş meydanlarında birbirimize düşüren nefsani zaaflarımızı terbiye etmeye çabalamadan yeryüzündeki doğal afetlerle başa çıkmamız pek kolay görünmüyor.
Geldik sonuca: Asıl kuraklık, asıl iklim değişikliği içimizde yaşanıyor. Kendi başımıza bizzat kendimiz geliyoruz. Doğal mı, yapay mı artık siz karar verin! İklim değişikliği ne menfaat, ne cemaat ne de yerel veya resmi imtiyazlar ile artıyor. Asıl "kıvam arttırıcı" bizzat kendimiziz.
İnsan yaşadığı yere, soluduğu havaya, meyvesini yediği toprağa, toprağını kazıp çıkardığı suya borçludur. Yaşadığı yeri sevmeyen bütün insanlığa yabancı kalıyor. Hangi ülkenin vatandaşlığına geçmek için uğraşırsa uğraşsın asıl olarak kendi nefsine yabancı kalıyor.
Nefsimize hâkim olma yöntemleri geliştirerek insanlığın yekvücut olduğunun farkına varmak bence bulut tohumlama yöntemleri geliştirmekten çok daha zahmetli ama bir o kadar da elzem. Doymak bilmeyen nefsimize, üstünlük ve tahakküm kurma hevesimize, sömürerek veya istismar ederek güç elde etme arzumuza söz geçirmek: Kıyamet koparken ağaç dikmenin en kestirmeden tabiridir bana göre.