Bu yazı, Kolombiya'nın en tartışmalı ve en çok iz bırakan figürlerinden birinin, Pablo Escobar'ın izini sürerek Kolombiya'nın tarihine değinen bir yolculuğun notlarıdır. Amaç sadece bir suçlunun izini sürmek ya da Kolombiya'nın karanlık yüzünü öne çıkarmak değil, esas itibariyle Kolombiya'nın kendisiyle yüzleşmesine, bir halkın şiddete, teröre ve suç dünyasına karşı sessiz direnişine ve elbette karanlıktan aydınlığa doğru inatla ve sabırla yürüyüşüne tanıklık etmektir.
Latin Amerika'daki tüm ülkeler gibi Kolombiya'nın tarihi de mürekkeple değil kanla yazılmıştır. Metin Altıok'un "Omzumda bir kesik el / Ki, durmadan kanar" mısralarında olduğu gibi "Latin Amerika'nın Kesik Damarları" da durmadan kanar. Ama Kolombiya, bu tarih içinde en çok kanayan damardır. Bogota'nın taş sokaklarında gezinirken bunu iliklerime kadar hissettim. Başkent Bogota'nın sömürge döneminden kalma binalarının solmuş duvarlarına geçmişin şiddeti sinmişti.
Museo Botero (Ressam Botero Müzesi), Museo del Oro (Altın Müzesi) gibi, turistlerin sıkça ziyaret ettiği merkezleri gezdikten sonra, Bogota'nın ana meydanı Plaza de Bolívar'dan birkaç sokak aşağıya indim. Dar bir sokağın köşesinde mütevazı bir tabela belirdi karşımda: "Museo Histórico de la Policía Nacional" (Ulusal Polis Tarihi Müzesi).
Burası kâr amacı gütmeyen, halka açık bir müze... Kolombiya polis teşkilatının tarihini ve değişimini sergilemeyi amaçlıyor. İçeri adım atar atmaz, "Alice Suçlular Diyarında" gibi bir rüyanın içinde buldum kendimi. Bu yapı sıradan bir müze değil, Kolombiya'nın karmaşık suç ilişkilerinin ve devletle
mafya arasındaki bulanık sınırların bir yansımasıydı. Müzede sergilenen silah, üniforma ve diğer objeler üzerinde göz gezdirirken, gözüm ülkenin en ikonik figürlerinden biri olan Pablo Escobar adı üzerinde takılı kaldı. Bu, Kolombiya'da Pablo Escobar adıyla ilk somut karşılaşmamdı. Devlet dışı iktidarın izinde Kolombiyalılar her ne kadar Escobar'la anılmak istemeseler de Escobar imgesi, bir hayalet gibi Kolombiya'nın peşinden koşmaya devam ediyor. Pablo Escobar, 1980'lerde bir korku mparatorluğunun hükümdarıydı, bir mezar kazıcısıydı, uyuşturucu baronlarının zirvesiydi; bir Robin
Hood mitiydi, uluslararası sisteme başkaldıran bir asiydi, özetle o bir devlet dışı iktidardı. Escobar yaşadığı yıllarda ülkeyi yöneten biri olmasa da, iktidar sahiplerinin tümü onun ne zaman öleceğini bekleyerek yaşamıştı. Escobar bugün bile, Kolombiya'nın karanlık tarihinin, trajedilerle örülü ama
hâlâ kanlı canlı bir hafızaya sahip gövdesinin sembolü…
Ülkeye gelen turistlerin önemli bir bölümü Escobar'ın mirasını görmek için onun izlerini sürmeye devam ediyor. Keza, Pablo Escobar'ın uyuşturucu imparatorluğunun kalıntılarını görmek demek değil, aynı zamanda toplumsal travmayı, şiddetin günlük hayata nasıl sindiğini de içeriyor. Pablo Escobar'ın izini sürerek Kolombiya'yı gezmek için ilk durağınız kesinlikle Medellín olmalı.
Çizgi-roman dünyasının yarasa adamı Batman'i bilirsiniz. Suç şehri Gotham'da yaşar… Ancak, Batman bir süper kahraman olmasına rağmen Gotham'a hükmedemez; Gotham süper kahramanların değil suçluların hükmettiği bir şehirdir… Pablo Escobar hayattayken de işte bu mahalle onun
Gotham'ıydı. Escobar, bu semtin tek hükümdarıydı. Günümüzde 16 binden fazla insan bu mahallede yaşıyor. Mahalle sakinleri Escobar'dan "Robin Hood"muş gibi söz ediyorlar. Bazı binaların duvarlarında hâlâ Escobar'ın portreleri, alıntıları ve sloganları var. Mahalle halkı arasında bir
kesim hâlâ Escobar'ı şükranla anıyor. Şöyle şeyler söylüyorlar: "Pablo olmasaydı hâlâ teneke barakalarda yaşıyorduk.", "Burası devletin
unuttuğu yerdi, Pablo bize sahip çıktı.", "Burada Escobar'ın yaptırdığı bir futbol sahası var.", "Şu hastane onun parasıyla yapıldı.", "Benim kuzenim onun için çalışmıştı.", "Annem onun sayesinde ameliyat oldu."
Semti dolaşırken, bir duvar dibinde futbol oynayan çocuklar gözüme çarpıyor; üzerinde "Gracias Patron" yazılı bir pankart sallanıyor. Dar ve tenha sokaklarda Escobar'ın nabzı atmaya devam ediyor. Tamirhaneden bozma bir berberin camlarında Escobar'ın saç modelini yansıtan fotoğraflara rastlıyorum. Zaten, berberin adı da Escobar'ın lakabından başkası değil: El Patron. Dükkânın önünde fotoğraf çektiriyorum; karşılığında Escobar'ın kabartmasının yer aldığı bir anahtarlığı nazikçe satın almak zorunda kalıyorum; böylece potansiyel bir gerilim daha yükselmeden sona ermiş oluyor. Ardından, Medellin'in batısında yer alan Comuna 13'e doğru yola çıkıyorum.
Comuna 13: Duvarlar kan değil, renk kusuyor
Comuna 13'e varmak, başka bir Medellín'e ayak basmak gibi. Burası coğrafi olarak daha izole, sosyal olarak daha çatışmalı bir tarihe sahip. 1980-2000 arasında burası şiddetin ve kartel savaşlarının merkeziymiş. Pablo Escobar'ın yönettiği Medellín Karteli, ülkenin en bilinen gerilla grupları FARC ve ELN'nin yanı sıra paramiliter gruplar burada yoğun çatışmalara girmiş. 2002'de devlet buraya "Operación Orión" adıyla bir askerî operasyon düzenlemiş; yüzlerce kişi kaybolmuş, işkenceler yaşanmış.
Burada da dar sokaklar var ama duvarlara asılan portreler kahramanları değil, kurbanları anlatıyor. Her adımda bir grafiti, her renkte bir haykırış var. Burada da çocuklar oynuyor ama oynadıkları sokaklar, bir zamanlar askerî operasyonların, kartel infazlarının ve sokağa düşen bedenlerin izlerini taşıyor. Fakat Comuna 13, geçmişini inkâr etmiyor. Aksine, her duvarda kayıpların adlarını resimle, sözle, dansla hayatta tutuyor. Diğer mahalleden farklı olarak burada Escobar fanlarının değil, Escobar'dan ve diğer şiddet gruplarından zarar gören halkın sesi çıkıyor. Terör gruplarının, mafyanın, paramiliter güçlerin açtığı derin yaraları sarmak için çaba harcıyorlar.
Bölge son 10-15 yılda sanat, sokak kültürü ve turizmle ciddi bir dönüşüme uğramış ve dönüşmeyi sürdürüyor. Burası artık sokak dansçıları, grafiti sanatçıları, sosyal girişimler ve yürüyen merdiven sistemiyle ünlü. Semt günümüzde Escobar sonrası şiddet düzeninin çöküşünü, Kolombiya'nın
"umudu ve direnişi"ni sembolize ediyor. Duvarlardan birinde yer alan bir yazı bu umudu yansıtıyor: "No quere mosso brevi vira quí, quere mosvolver a la vida." (Burada hayatta kalmak değil, hayata dönmek istiyoruz.)
La Catedral: Kralın kendi zindanını inşa ettiği yer
Medellín'den yukarı tırmanan dağ yolları… Keskin virajları geri bırakarak dağın tepesine ulaştığınızda, kalın çam ağaçlarının gölgesinde virane bir yapı çıkar karşınıza. Çürümüş beton, yosun tutmuş duvarlar, camları kırılmış bir kule… Nam-ı diğer La Catedral. Yani "katedral." Ama burası dua etmek amacıyla dizlerinizin üzerine çökeceğiniz türden bir katedral değil, bir devletin bir mafya lideri karşısında dizlerinin üzerine çöktüğü bir utanç abidesi. La Catedral adıyla bilinen bu hapishane, Escobar'ın ve Kolombiya tarihinin en tuhaf, en gerçeküstü ve aynı zamanda en ürkütücü sembollerinden biri. Antioquia bölgesindeki Envigado'da bulunan bu hapishane Pablo Escobar'ın kendi isteğiyle inşa ettirdiği ve içinde hüküm sürdüğü bir mekân. Bu mekân Kolombiya'nın kurumsal hafızasında açılmış büyük bir yaradır.
Burası, Escobar'ın Amerika Birleşik Devletleri'ne iade edilmemesi karşılığında hapsedildiği hapishane olarak bilinir. 1991'de Pablo Escobar, Kolombiya devletiyle pazarlık yaptı. Cezaevine girmeyi kabul etti ama kendi istediği şartlarda. Kendi inşa ettirdiği bu "hapishane"de yanında adamları, konforu, lüksü, telefonları, viskisi, kadınları vardı. Dışarıdan bakıldığında bir tutuklu; içeriden bakıldığında bir hükümdardı.
La Catedral'den bahseden bir Kolombiyalı, "Burası bir ceza değil, devletin küçük düşürülüşünün vücut bulmuş mimarisidir" demişti. "Gücün en büyük
göstergesi, seni kimin yargılayamayacağıdır. Escobar, devletin kendisini yargılayabilecek güce sahip olmadığını gösterdi."
Hacienda Nápoles: Bir narkobarona ait kayıp cennet
Medellín'e yaklaşık dört saat uzaklıktaki "Hacienda Nápoles" (Napoli Çiftliği), Pablo Escobar'ın harikalar diyarıydı. Magdalena Nehri kıyısında, 3 bin
hektarlık bu devasa çiftlik, 27 gölet, 6 futbol sahası, özel havaalanı, Boğa güreşi arenası ve ithal hayvanlarla dolu bir hayvanat bahçesi içeriyordu. Afrika'dan getirilen gergedanlar, zürafalar, deve kuşları ve hipopotamlarla dolu bu çiftlik Escobar'ın ütopyasıydı. Kolombiya'yı cehenneme çeviren Escobar, doğa harikası bu alanda kendi cennetini inşa etmişti. Uyuşturucudan kazandığı servetini burada harcıyordu. Distopik bir dünyaya ait kahramanın kendisi için inşa ettiği ütopik bir evrendi burası.
Escobar ölünce ondan geriye birçok şey kaldı. Bunlardan bazıları da hipopotamlar. Afrika'dan getirilen bu hayvanlar, kontrolsüz şekilde üredi ve Kolombiya'nın ekosistemini tehdit eden bir istilacı tür hâline geldi. Bu adam öyle azılı bir suçluydu ki, sadece devletin hukuk düzenini değil, doğa kanunlarını da çiğnemişti.
Hacienda Nápoles günümüzde turistik bir parka dönüştürülmüş. Ziyaretçiler için su parkları, müzeler, doğa alanları kurulmuş. Ama geçmişi bilenler için bu yer hâlâ kan kokuyor. Giriş kapısının üzerinde beyaz küçük bir uçak yer alıyor. O uçak, Escobar'ın ilk uyuşturucu sevkiyatını yaptığı uçağın
birebir maketi... Bir yerde eğlenen çocuk çığlıkları duyuluyor, biraz ileride ise Escobar'ın arabalarının delik deşik edilmiş iskeletleri sergileniyor.
Bogotá: Devletin gölgesinde, iktidarın sessizliği
Şimdi, sıradaki durağımız Başkent Bogota… Bu şehir Pablo Escobar'ın doğrudan hâkimiyet kurmadığı nadir yerlerden biri. Ama onun Medellín'den gönderdiği tehditler, bakanlık koridorlarında fısıltıyla konuşulurdu. Suikasta uğrayan gazeteciler, yargıçlar ve siyasetçilerle dolu bir şehirde kelimeler bile ihtiyatla özenle seçilirdi. Bogota'daki ilk günlerimde, şehrin en eski meydanlarından biri olan Plaza de Bolivar'da yürürken, rehberim başıyla bir binayı işaret etti ve fısıltıyla şunları söyledi: "Burası Adalet Sarayı (Palacio de Justicia). Burada da Escobar'ın izleri var."
6 Kasım 1985'te ellerinde ağır silahlar olan M-19 adlı silahlı bir örgüt adliye binasına baskın düzenlemiş. O sırada içerideki yargıçlardan bazıları, Escobar'ın yargılanacağı dosyalarla meşgulmüş. Escobar o sabah orada olmasa da barut kokan gölgesi dışarıda kol geziyormuş. Sonrasındaki
tanıklıklara göre, Escobar, M-19 gerilla grubuna eylemi düzenlemesi için bir milyon dolar ödeme yapmış. O gün, bu binada 25 yüksek yargıç, 11 güvenlik görevlisi, çok sayıda sivil ölmüş. Çıkan yangınla tüm dosyalar kül olmuş. Yakanlar kimdi, gerillalar mı, ordu mu? Bu sorunun yanıtı hâlâ belirsiz… Ben oradan geçerken taş sokaklar sessizliğe bürünmüştü. Söz konusu hadise kimsenin yüksek sesle konuşmak istemediği ve hatta hatırlamak istemediği bir vaka haline gelmişti.
Escobar'ın devleti doğrudan karşısına aldığı başka bir hadise daha vardı; o güne kadar yeryüzünü kana bulayan bu adam, 27 Kasım 1989'da bu kez, gökyüzünde de kan dökmüştü. Başkentteki El Dorado Havalimanı'ndan, uyuşturucu kartelleriyle meşhur Cali eyalatine doğru havalanan uçak, kalkıştan sadece birkaç dakika sonra havada infilak etmişti. Escobar, bu saldırıyı seçime müdahale olarak planlamıştı: Düşmanlık beslediği başkan adayı César Gaviria'nın bu uçakta olacağına dair bir istihbarat almıştı. Oysa Gaviria uçağa binmemişti. Escobar'ın canavarca planının bedelini uçaktaki 113 masum sivil ve yerdeki 3 sivil ödemişti.
Escobar, artık salt bir uyuşturucu kaçakçısı değil, bir teröristti. Birçok ülkede Escobar'ın hikâyeleri romantize edilmiş bir suç masalı gibi anlatılıyor; ancak o masal aslında bir halkın bir daha asla görmek istemediği bir kâbus; hatta bu yazı bile, kâbusa mütevazı bir katkı sayılabilir! Kolombiya son yıllarda Escobar'ın izlerini görünmez ve hatırlanamaz kılmak için büyük çabalar harcıyor.
Veda notu: Karanlıktan aydınlığa Kolombiya
Bu yazıda her ne kadar Pablo Escobar'ın karanlık Kolombiya'sı anlatılmış olsa da; günümüz Kolombiyası aslında çok daha aydınlık bir yer. Çünkü, Kolombiya'nın aydınlık yürekleri Escobar'ın karanlık dünyasına galip geldiler. Sadece Escobar'ın değil, ülkenin en büyük silahlı grubuyla gerçekleştirdikleri müzakereler sonucunda barışı da tesis ettiler. Evet, bir zamanlar bu ülkenin sokaklarında şiddet kol geziyordu; Adalet Sarayı'nın yanık duvarlarında, Avianca uçağının havada dağılan sesinde, Hacienda Nápoles'teki hipopotamların gölgelerinde, Comuna 13'te suskun
sokaklarda… Ancak, bütün bunlar, Kolombiyalıların aslında ne kadar güçlü olduğunun bir işareti.
Bir söz vardır: Önemli olan iyi vurmak değil, iyi vuruşa karşı dayanabilmektir. Kolombiya, iyi vuruşa dayanabildiğini gösterdi. Dünyanın en uzun süren iç savaşına rağmen parçalanmadı. Dünyanın en çok desteklenen silahlı gruplarından birine karşı diz çökmedi. Dünyanın en acımasız mafya liderine karşı direndi. Onca uyuşturucu karteline karşı umudunu yitirmedi.
Bu yüzden, Kolombiya, sadece uyuşturucuyla, kartellerle, suikastlarla anlatılamaz. Bu ülke, geçmişin gölgesine sıkışamayacak kadar dirençli, acıya rağmen gülümseyebilecek kadar güçlüve dağılmaya yüz tutmuşken bile parçalanmayan bir ruh taşıyor. Burası Gabriel Garcia Marquez'in tabiriyle Macondo. Burası, büyülü gerçekliğin ülkesi… Bu ülke suçun değil, bedel ödemenin soyluluğu ile anılmayı hak ediyor. Bu ülkenin insanlarını tanıdıkça "İyiliğin pahalı olduğu ülkelerde bile insanlar inadına iyi kalabiliyor" dedirten anlar yaşadım. Bu ülkede ayakları olmasa da yürümeyi başarabilen bir halk var. Bana kalırsa, Kolombiya sadece kahve ve orkide ülkesi değil, umut ve barışın da ülkesi.
Bir avukat şöyle diyordu: Her suç topluma yöneltilmiş bir sorudur. Kolombiya, ne kadar zor olursa olsun, kendisine yöneltilen sorulara doğru cevaplar vermeyi başardı. Artık Escobar'ın hikâyesine değil, bir halkın kendi hikâyesini mutlu sonla taçlandırışına kulak kesiliyorum. Kolombiya, en karanlık tünellerden geçerek ışığa ulaşabilmeyi başarabilmiş iyi bir öğretmendir. Bu öğretmenden alınacak büyük dersler vardır.
Adiós, Colombia. Que esté muy bien.