Merve Safa Erbaş Likoğlu/ Vaize- Yazar
SOSYAL MEDYADA FITRATIN TAHRİFİ SÖZ KONUSU
Evvelden insanların mahremiyet sınırları, fiziksel sınırlarla yahut sosyal rollerle belirleniyordu. Biz birbirimize yakın mı oturuyoruz, aynı aileden miyiz? Mahremiyet sınırları buna göre belirleniyordu. Dolayısıyla yukarıdan aşağıya aktarılan "Dayıya öyle denmez", "Büyük, küçüğünü korur" gibi algılar yüzde yüz asla uygulanamaz. Burada bir parantez açalım: Hiçbir toplumda yüzde yüz iyilik hali, yüzde yüz İslam'ın istediği toplum olma hali yaşanamaz. Mahremiyet meselesinin kendince devam eden bir düzeni vardı. Fakat sosyal medyanın özel hayatı teşhir etmeyi teşvik etmesi ve insanların da nefis taşıması, sevilmeyi, beğenilmeyi istemesi, nefsin acı çekmek istememesi bu meseleyi normalleştirdi. Dolayısıyla artık sınırlarımız daha bulanık. Bir şey paylaşmadığımız takdirde aklımızı "Bir şey paylaşmadım, insanlar mutsuz olduğumu mu düşünüyor?" gibi düşünceler sarabiliyor.
Bu sorunun bir yönü daha var. İslam, bize özeli korumaya yönelik bir inanç veriyor. Bakışı, sözü, mekanı ve kalbi korumak istiyor. Sosyal medya ise
bunun tam karşısında yer alıyor. Bir diğer önemli nokta da sosyal medyanın mükemmel anne, mükemmel eş, mükemmel baba ya da mükemmel evlat olmayı ön plana çıkartması. Burada sosyal medyanın insanın boşluklarını bulup mükemmellik algısı yarattığını gözden kaçırmamamız gerekiyor. Sosyal medya olmasa da insanın içinde "Ben daha iyi olayım" anlayışı var. Şöyle düşünelim; Hazreti Âdem'in evlatlarının zamanında sosyal medya mı vardı? Hayır, yoktu. Habil ve Kabil vakası olarak anılan ilk kardeş katli vakasında şeytanın ve nefsin etkili olduğunu biliyoruz. Ancak bugün
sosyal medyada neyin etkili olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Demek ki şöyle bakmalıyız: Sosyal medyadan önce de kötülükler vardı, sosyal medyadan sonra da olacak. Şeytan, bizi Allah'ın razı olmadığı şeylere ittirmeye çalışacak, nefis ise acı ve sıkıntı çekmek istemeyecek. Merdiveni çok hızlı çıkan kişiler, hızlarını kontrol edemezlerse devrilip merdivenin başına geri dönebilirler. O yüzden yapmamız gereken şudur: Bir yolculuktayım, mükemmel bir anne olmak zorunda değilim. Kendimle barıştığımda, nefsimi kontrol altına aldığımda, Allah'ın izniyle daha iyi bir anne olacağım.
Cinsiyetsizlik propagandası yapılıyor
Sosyal medya mecralarına baktığımızda ise fıtratın tahrif edilmesi meselesi var. Peki, bu ne demek? Nisa suresinde "Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının" buyruluyor. Bizim bu ayeti iyi düşünmemiz ve
bu netliğe sığınmamız gerekiyor. Bunun tersine belli akımlar bu netliği silikleştirmeye çalışıyor. Cinsiyetsizlik propagandası yapılıyor. Bunun nedeni ise nüfus kontrolü, anne babanın çocuğunun üzerindeki saygınlığını bitirmek, çocuğun kim olduğuna dair düşünmesini engellemek ve aileyi üreten bir kurum olmaktan uzaklaştırmak. Bunları da çizgi filmlerle, dizi filmlerle, sosyal medya içerikleriyle yaymaya çalışıyorlar. Evimizin içindeki düzeni
kimse kontrol edebilir durumda değil. O nedenle ümidimiz hala yüksek olmalı. Çocuklarımıza sevgi ve şefkat diliyle yaklaştığımızda, dijital içeriklerini filtrelediğimizde, hiçbir sosyal medyanın veremeyeceği güveni anne baba olarak onlara verdiğimizde inşallah özlerine kavuşacaklar.
Kişinin inançlarıyla ilişkileri arasında da güçlü bir bağ vardır. Yaratıcısıyla arası iyi olmayan birinin ailesiyle geçimi de zor olur. Yani kişi, yaratıcısıyla arasının iyi olmadığını bilmiyor. Anne veya babayla kavga ettiğini düşünüyor fakat anne ve baba, çoğu zaman yaratıcıyı kendi karakterleri gibi
yansıttıkları için çocuk, yaratıcıyı da öyle sanıyor. Bu konuyu bir anne olarak anlatayım: Nefsani zayıflıklarımı, çocuğumla tartıştığımda Allah'ı delil göstererek örtmemeliyim. "İnsanım, hata yaptım. İnşallah bunu düzeltirim." demeliyim. Allah "Annenize babanıza iyi davranın" diyor. Çocuğuma "Ben ne yaparsam yapayım siz bana iyi davranmalısınız" dememeliyim. Diyelim ki, ağzımdan bunu kaçırdım; sakinleşince çocuğuma "Rabbimiz böyle bir anne babalık istemiyor ama insanım, hatalarım var" demeliyim.
Saliha Erdim/ Uzman aile danışmanı
BATI'YA BAKTIKÇA BATIYORUZ
Aile; toplumun kalesidir. Çocukların kimlik ve kişiliklerinin şekillendiği, aile üyelerinin derinlemesine kök salarak beslendiği zemindir. Kale askerler için sığınaktır, aile de insanın sığınağıdır. Ailemizde en temel bilgileri edindik. Kendimizi nasıl gördüğümüze dair algılarımız oluştu ve bununla bir duruş sahibi olduk. Kendimizi nasıl görürsek öyle hisseder ve öyle davranırız. Bu yüzden önce ailede insanın kendisine inanıp güvenmesi, kendisini sevip değer vermesi ilk basamaktır. Bu algı doğru olursa, bundan sonraki süreçler de daha iyi olur çünkü insanı taşıyan bu algıdır. Aile; temel alışkanlıkları edindiğimiz yerdir. Çocuklarımızın sağlam bir şahsiyet kazanabilmesi için, önce biz anne babaların örnek olduğu kurumdur. Bizden sonra hayatı onlar devralacakları için hem Rabb'imize hem bu topluma hem de çocuğumuza karşı sorumluyuz. Bu noktada Peygamber Efendimiz (sav) "İnsanlar madenler gibidir" buyuruyor. Çocuklarımızın madeni neyse, onu açığa çıkarabilmek için emanet olan varlığı, sağlam bir kul olabilmesi için eğitebileceğimiz ilk ve en önemli okulumuz ailedir.
Değerler ailede üretilir
Bir gerçeğimiz daha var: İnanç ve değerlerimizi yeteri kadar ailede yaşayamıyoruz. Toplumdaki nezaketli, anlayışlı halimiz dışarıda kalıyor, aile
içerisine intikal edemiyor. Bu sebeple, değerleri önce aile içinde yaşamalı ve çocuğumuzun bizde görmesini sağlamalıyız. Çünkü çocukların ilk öğretmeni anne-baba olduğu için çocuk gördüğünü modelleyecektir. Değerlerimiz ailede üretilmeli ve ailede yaşanmalı ki daha sonra da topluma sirayet edebilsin. Günümüzde iletişim araçları ve medya, modernlik adı altında şiddet, sadakatsizlik, cinayet, LGBT gibi konuları o kadar çok gündeme getiriyor ki, tepkilerimiz sönmeye ve giderek zihnimizde normalleşmeye başladı.
Aile hayatını temelden sarsan, değerlerimizi yok sayan ve insanı yalnızlaşmaya götüren bu anaphor, acilen tedbir alınmasını gerekli kılıyor. Diğer yandan, hanımefendilerin çalışma hayatına atılmasıyla çocuk sayıları azaldı. Artık çocukları anneanneler, babaanneler, bakıcılar büyütüyor, çocuk annesini akşamdan akşama görüyor ve yürek bağı zayıflıyor. Zaruretten çalışanları ayrı tutarak söyleyebiliriz ki, para kazanmaya o kadar odaklandık ki para putumuz haline geldi. Helal rızık hassasiyeti unutulmaya başlandı. Oysa ailenin temelini helal rızıkla, sadakat, muhabbet ve ibadetle atmalıyız. Ancak o zaman aile gerçek fonksiyonunu icra edebilir.
Sosyal medyadan aileye hicret Batı'daki gibi, ülkemizde de bireyselleşme giderek artıyor. Görüyoruz ki Batı'ya baktıkça batıyoruz. Oysa bizim kimseye bakmaya ve benzemeye ihtiyacımız yok. Kainatın en doğru sözünü söyleyen, en güzel ahlakını sergileyen tek örnek Peygamber Efendimiz
(sav)'dir. Kur'anı Kerim'i okuyup, Peygamber Efendimize bakarak bir duruş elde etmeye çalışacağız. Dolayısıyla, değerlerimiz ve inançlarımız doğrultusunda yeniden bir yapılanma içine girmeliyiz. Çünkü şu anki yaşama biçimimiz ne bize iyi geliyor, ne de başkalarına. Boşanma oranları evlenme oranlarına yaklaştı. Ülkemiz yaşlı nüfuslar arasına girdi, evlenme yaşı gecikti. Bunların da gördüklerimizle oluştuğunu ve okumadığımız için de değişmediğini düşünüyorum. Çalışma hayatıyla birlikte ekonomik özgürlüğümüze kavuştuk, sosyal onay alarak belli bir değerlilik duygusu kazandık, daha rahat yaşıyoruz lakin ödediğimiz bedel çok ağır; aile dağılıyor.
Bizler bugünün sorunlarına yeni ve güçlü çözümler üretmek zorundayız. ilgimizi kendimizde ve ailemize odaklamalı, sosyal medyadan aileye hicret etmeliyiz. Buna acilen ihtiyacımız var çünkü kültürel ve manevi bir gıda zehirlenmesi yaşıyoruz. Bu durum düzelmeden ailemiz düzelmeyecektir. Çünkü insan içten dağılır, içten toparlanır. Rabbimiz "Bir toplum kendisindekini değiştirmedikçe Allah onlarda bulunanı değiştirmez." buyurur. Tövbe edip, kültürel ve manevi beslenme kaynaklarımızı doğrularıyla değiştirmeliyiz ki sahil-i selamete çıkabilelim. Bu da ailenin içinde gerçekleşir. Bu yüzden işe mutlaka aileden başlamalıyız.
Hatice Kübra Tongar/ Uzm. Psikolog-çocuk gelişimi uzmanı
ANNE, ÇOCUĞUN İÇ DÜNYASINDA PUSULADIR
İnsan, bir ömür boyu çocukluğunun izlerini taşır. Bu nedenle çocuklarımızın geleceğini inşa etmek istiyorsak, bugünün aile iklimini şefkat, güven ve anlayışla yoğurmamız gerekir. Çocuk için en temel ihtiyaçlardan biri, duygu güvenliğidir. Bu da en çok annenin sesiyle, kokusuyla, bakışıyla sağlanır. Elbette baba da bu inşanın çok önemli bir parçasıdır. Ama anne, çocuğun iç dünyasında adeta bir pusula gibidir. Bağlanma araştırmaları da gösteriyor ki, çocuklukta sağlıklı bir bağlanma geliştiren bireyler, ilerleyen yaşlarda hem ruhsal hem bedensel açıdan daha dirençli oluyorlar. Örneğin annesinin
kucağında güvenle uyuyabilmiş bir çocuk, ileride hayatın zorlayıcı anlarında da duygularını regüle edebiliyor. Bu yüzden annelere düşen en büyük
sorumluluğu, "Varlığıyla huzur veren bir liman olmak" şeklinde özetleyebiliriz.
Bu noktada annelere düşen sorumluluklardan bahsederken sıkça değindiğim "bağırmayan annelik" kavramını da açıklamakta fayda var. "Bağırmayan
annelik" bir mükemmellik hali değildir; tam aksine, insan olduğumuzu unutmadan, çocuğun da bir birey olduğunu kabul ederek kurulan bir
iletişim biçimidir. Çocuk eğitiminde bağırmak, aslında çocuğu değil, kendi öfkemizi yönetemediğimizi gösterir. Bağırmayan annelik çocuğun değil, annenin terbiyesidir. Nitekim yapılan çalışmalar, çocuğun sık sık bağırmaya maruz kalmasının beynin stres merkezinde (amigdala) aşırı hassasiyet oluşturduğunu ve bu çocukların uzun vadede özgüven eksikliği ve kaygı bozukluğu geliştirme ihtimallerinin yükseldiğini gösteriyor. (Luby et al., 2013) Kendini kontrol edebilen, duygu regülasyonu güçlü bir annenin sesi hem evin ritmini belirler hem de çocuğun iç sesi olur. Mesela evde oyuncaklarını
toplayamayan bir çocuğa "Hep dağıtıyorsun!" diye bağırmak yerine, "Toparlamak zor ama birlikte yapabiliriz" demek, sadece davranışı düzeltmekle kalmaz; çocuğa iş birliği ve sorumluluk duygusu da kazandırır. Bağırmayan annelik, bağ kuran anneliktir.
Aile bir ibadet alanıdır
Bizim inancımızda aile, yalnızca sosyal bir kurum değil; aynı zamanda bir ibadet alanıdır. Birbirine helal olan eşlerin birbirine merhametle bakması dahi sadaka sayılır. Böyle bir değer dünyasında, aile içi sevgi ve saygı yalnızca duygusal bir ihtiyaç değil, aynı zamanda manevi bir sorumluluktur. Pozitif psikoloji çalışmaları da bunu destekliyor: Manevi değerlere sahip çıkan ailelerde, çocukların daha az davranış problemi yaşadığı ve aile
içi iletişimin daha güçlü olduğu görülüyor (Mahoney et al., 2001). Örneğin, bir ailenin her sabah birlikte dua ederek güne başlaması ya da sofraya "Elhamdülillah" diyerek oturması; sadece bir ritüel değil, aynı zamanda o evdeki saygı, şükür ve huzur ikliminin göstergesidir. Çocukların büyüdükçe
sadece annesinin kucağını değil, Allah'ın rahmetini de tanımasını istiyorsak; evin atmosferinde bu rahmetin esintileri olmalı. Sevgiyle örülmüş bir aile yapısı, çocuklara hem dünyada güven hem de ahirette umut verir.
Bu noktada aile içerisinde çocuğa dini eğitimin verilme tarzı da oldukça önemlidir. Öncelikle, bir çocuk için Allah kavramı ilk etapta anne-baba üzerinden şekillenir. Eğer çocuğa sürekli "Allah kızar", "Cehenneme gidersin" gibi tehditlerle yaklaşılırsa, çocuk Allah'ı bir ceza otoritesi gibi zihin dünyasına yerleştirir. Oysa biz isteriz ki çocuklarımız Allah'ı sevgiyle tanısın, merhametiyle bağı kurulsun. Özellikle okul öncesi dönemde çocukların soyut kavramları somutlaştırmakta zorlandığını biliyoruz. Bu nedenle cehennem gibi korku temelli söylemler çocuk zihninde travmatik etkilere
neden olabilir. Bu noktada çocuklara "Allah seni çok seviyor, o seni koruyor" gibi sevgi odaklı ifadelerle yaklaşmak, onların inançla olan bağlarını kuvvetlendirir. Biz namaz kılarken huzur buluyorsak, çocuk da bu huzuru hisseder. Biz dua ederken gözyaşı dökebiliyorsak, o da yüreğini açmayı öğrenir. Korkuyla değil, sevgiyle yoğrulan bir inanç, çocuğun hem iç dünyasını güzelleştirir hem de aile içindeki bağı kuvvetlendirir.