Varoluşa duyduğum hayret yola çağırdı
Abdullah Kibritçi
Seyyah , yazar
Sekiz yaşımda evden kaçıp Bağcılar'dan Yeşilköy Tren İstasyonu'na gittiğim günden beri, açıla açıla, Tuzla'dan Silivri'ye İstanbul'u dolaşıyor, yıllar içinde değişen hayatı izliyorum. Burada başlayan yolculuklar beni zaman içinde dünyanın başka yerlerine taşıdı; Sibirya'nın uçlarına, çölün içlerine,
okyanusların ardına ulaştırdı. Bu gezegende olup bitene dair merak, insanın varoluşuna dair hayret, kıyıda köşede kalmış, unutulmuş küçük hikâyeler beni hep yola çağırdı. Seyahat ederken, çantana alabildiğin kadarıyla yaşamak zorunda olduğun, otelin, lokantanın olmadığı yolculuklarda, insanın kendisiyle bir kere daha tanıştığını, en saf haliyle yüzleştiğini fark ettim. Alışkanlıkların, rutinlerin geride kaldığı, konforun büsbütün hayatından çıktığı yollarda, her şeyden arındırılmış o boşlukta, acı verdiği halde kadrini bilirsen çok şey alabildiğin yoklukta, tarifsiz bir haz keşfettim. Bu bana iyi geldi. Bu yüzden ıssız çölleri çok sevdim. Genelde iş için yolculuklar yaptım. Yol tutkusuyla işlerim iç içe oldu. Bu sebeple, pek kimsenin gitmediği
yerler, hikâyesi unutulmuş beldeler, zorluğu sebebiyle tercih edilmeyen yollar, tehlikeli rotalar ilgimi çekti. İmkân varsa, bu hikâyeyi anlatmanın benim vazifem olduğunu düşündüm. Sonra, onlardan bazıları beni çok etkiledi. O bölgelere sık sık gittim. Bazen de, tıpkı şimdilerde olduğu gibi, unutulmuş bir hikâye keşfedip çöllere düştüm.
Her yolculuk biraz meşakkattir
Bir diğer taraftan, yolu sevdiğim için eski seyyahların notlarını keyifle okuyor ve modern seyyahların videolarını izliyorum. Yola düşen insanların zorluklara katlanmalarını sağlayan şeyin tutku olduğunu fark etmemek mümkün değil. Özellikle bir amaç uğruna yola çıkanların hayatlarında yolun zorlukları bir çeşni teşkil ediyor. Asıl olan yolun kendisi, oradan aldıkları ve yolculuğun meselesi. Zorluk işin magazin kısmı… Yolun zorluklarını
merkeze alan, yeni seyyahların izlenme arzusuyla yaptıkları abartıları bir kenara bırakırsak, aslında her yolculuk biraz meşakkat demek. Hangi dürtüyle olursa olsun, zorlu ya da değil, tehlikeli yahut güvenli olsun, yolculuk bazı insanları mutlu ediyor. O duyguyu tekrar yaşama isteği, yaşanan zorluğu bir süre sonra unutturuyor ve tekrar yola çıkma arzusu insanın içine yerleşiyor. Buna bağımlılık diyemeyiz ancak bağımlılığa benzer şiddetli bir hisle yanıp tutuşan insanlar biliyorum. Yolda çok özel duygular yaşamış ve tarifi güç şeyler bulmuş olanlar, derinden yaşanan bu hislerin tekrarını zihinlerinde sıkça talep ediyor. Onlar da çaresiz, bir yolunu bulup yola düşene değin yerlerinde rahat duramıyor.
Dünyayı gezebilecek, bilemedin üç beş ülke görme imkânına sahip çok sayıda orta yaş üstü insan var. Çocuklarını everip ancak rahata kavuşmuş teyzeler, her sene mutlaka köye giden halalar, çoktan emekli olmuş amcalar, yurt dışına çıkmak deyince sadece umreye gitmeyi düşünüyor. Açıkçası, normal olan da bu… Son zamanlarda, medyanın da marifetiyle gençler arasında seyahat, bir bilgi ve görgü göstergesi haline gelse de aslında
milyonlarca insanın öyle bir gündemi yok. Buna rağmen, "İmkân olsa da atlasak, dünyayı dolaşsak" goygoyu bazen muhabbetin bir yerinde işitiliyor. Bir trene binip, dünyanın öteki ucuna gitmeyi istemek sahiciliği olan bir şey değil. Bu, Instagram'da bir süre dolaşıp sonunda Trans Sibirya hikâyelerine denk gelmiş ve ne zaman izlediğini çoktan unuttuğu sahnelerin etkisiyle bir yalana inanmış insan zihninin küçük oyunları. Madem seyahate meraklısın, Türkiye trenlerle dolu, bin istediğin yere git. Şehirden çıkamayanlar için metro ve tramvaylar var. İşe giden insanları, hastaneye giden yaşlıları, hayatı, dünyayı seyredebilirsin. Oysa İstanbul'da yaşayan milyonlarca insan, İstanbul'un öteki semtlerini görmeden (belki de haklı olarak) on yıllar geçiriyor.
İstanbul'da yaşayanların yüzde 69'u İcadiye'yi hiç görmedi, yüzde 86'sı Langa'nın nerede olduğunu bilmiyor, yüzde 92'si Küçük Lale Sokağı'ndan
geçmedi. Üsküdar Uncular'da yaz akşamlarında devinip duran binlerce kişi, yüz metre ötedeki Ayazma'ya çıkmadı ve Tephirhane Sokağı'ndan
geçmedi. Hâlâ çoğunluk için gezinti, bir yaz günü kalabalığın içinden sıyrılıp Sirkeci'den Eminönü'ne gitmekten ibaret. Belki biraz Gülhane'de dolaşmak, Eyüpsultan'a uğramak, Üsküdar sahilden Salacak'a yahut Kuzguncuk'a kadar yürümek var. Bağcılar'da, Esenler'de, Güngören'de yaşayan çoğu insanın ise Maltepe sahilindeki yeni durumdan, yeni yeni oluşmaya başlayan kır zevklerinden, Millet Bahçeleri'nde başlayan yeni gezintilerden haberi yok. Bırakın dünyayı görmeyi, az ötedeki semtlerde neler olup bittiğini görme merakı ve bunun gerektirdiği enerji yok.
Bütün bunları elbette yadırgamıyor, yargılamıyor hatta normal buluyorum. Sadece medyaya bakmanın bizi yanıltabileceğini düşünüyorum. Ve biraz önce verdiğim rakamları da salladım. Bütün bunlara rağmen seyahat eden gençler var. Hepsi yolculuklarını içeriğe dönüştürdüğü için
bize çok geliyor. Oysa bu gayet normal... Bazı insanlar gerçekten meraklı oluyor ve yola düşüyor. Yine de çok sayıda insan, dağcılar için üretilmiş montları, zorlu araziler için tasarlanmış ayakkabıları şehrin betonunda boş yere giymeye devam ediyor; hiç kullanmayacakları çadır ve tulumları satın alıyor. İçlerindeki bir şeye ait olma arzusu, tabiatlarının derinlerinden gelen isteğin kırıntıları, markaların logolarıyla üzerlerinde taşınıyor. Onlar hiçbir zaman Everest'e gitmeyecek. O sağlam ayakkabılar Kandahar yollarında değil, Kirazlı metrosunda eskiyecek.
İstanbul'da gezinmeyi sevdiğim rotalar var; oralarda vakit geçirmek bana iyi geliyor. Langa'da yürümek, bir Senegalliyle selamlaşmak, bir Afgan gencin evine misafir olmak hoşuma gidiyor. Karmaşanın hâkim olduğu sokaklarda yorulursam, Menekşe'nin sakin rotalarına, Kumburgaz'da kimsenin uğramadığı iskelelere giderim. Sahillere ve adalara pek kimsenin uğramadığı serin havalarda gitmeyi seviyorum. Sakarya Geyve'nin tepelerinde sıkça sığındığım bir kulübe var. Ailemle ve arkadaşlarımla bu kulübede ateş başında vakit geçirmek beni mutlu ediyor. O civardaki yaylalara yıllardır çıkıyorum. Mevsimi geldiğinde, çocuklarımı alıp ormana gitmek, böğürtlen toplamak gibi mutat eğlencelerimiz var. Gökçeada'ya gidersem, adanın en ucundaki tepelere tırmanıp, bu topraklarda güneşin son battığı yerde akşam kızıllığını izlemek, en büyük keyfim. Tatil denildiğinde anlaşılan şeyleri kötüleyecek değilim ama ben böyle anları seviyorum.
Doğanın iyileştirici gücüne inanıyorum
Bünyamin Erat
Beden Eğitimi Öğretmeni
Türkiye'nin doğal güzelliklerini keşfedip kamplar yapıyor, bu anları sosyal medyada paylaşıyorum. Doğaya olan ilgim, öncelikle keşfetme ve macera arzumdan kaynaklanıyor. Benim için doğada olmak, modern yaşamın hızlı temposu ve stresinden kaçış demek. Binalar arasında sıkışan hayatlardan ve şehrin gürültüsünden uzaklaşıp huzur bulduğum bir yer doğa. Aynı zamanda doğayla iç içe olmayı, hayatın anlamını ve evrensel gerçekleri keşfetmenin bir yolu olarak görüyorum. Bu arayışım, gezi ve doğa tutkumla birleşerek sonraki yolculuklarım için bana ilham oluyor. Üstelik, farklı zamanlarda ve farklı coğrafyalarda doğada olmanın verdiği huzur ve keşfetme arzusu, bu sevginin sürekli canlı kalmasını sağlıyor. Muhteşem bir coğrafyada yaşıyoruz. Yeni yerler görmek, farklı coğrafi alanları keşfetmek ve bilinmeyeni deneyimlemek benim için heyecan verici. Her yeni keşif adeta ödül gibi…
Yolculuklar sadece keyifli anlardan ibaret değil; zorlandığım zamanlar da oluyor. Kamp yüküyle keşfedilmemiş yerleri görmek için yaptığım uzun yürüyüşler ve aktiviteler bu durumun bir parçası. Her ne kadar zorlansam da, belki de yolun sonunda bir yeri keşfetmekten ziyade o yolu yürümek, o anın içinde olabilmek mühim olan diye düşünüyorum. Keşfedilmemiş yeni yerlere gitmenin vermiş olduğu heyecan şüphesiz çok farklı bir duygu. Ne ile karşılaşacağını bilmiyorsun ve attığın her adım, yeni bir sürpriz demek. Bu deneyimi yaşamak, zihinsel ve duygusal olarak beni çok güçlü hissettiriyor. Bazen çok zorlu yollardan geçip kilometrelerce yürüyoruz, tehlikeli durumlarla karşılaşabiliyoruz ancak tüm bunların sonunda hedefe ulaşmanın verdiği zafer duygusu muazzam bir şey.
Hakkâri coğrafyasından çok etkilendim
Birçok yer gezdim ancak beni en çok Hakkâri coğrafyası etkiledi. Sarp dağlar arasında geçip giden ve hipnotize eden yolları, heybetiyle sizi alıp zirvelerine kitleyen sıra dağları ve koruduğu zengin kültürüyle muhteşem bir yer. Uzun yıllar bakir kalan coğrafyası, Cilo-Cennet Cehennem Vadisi, Sat Buzul Gölleri, Berçelan Yaylası, Kaval Şelalesi ve daha birçok doğal güzelliğiyle doğaseverlerin mutlaka görmesi gereken bir yer. Bu coğrafyada yaşadığım bir anıyı da paylaşmak isterim. İlk kez Cilo-Cennet Cehennem Vadisi'ne gittiğimde kendimi adeta rüyadaymış gibi hissetmiştim. Vadinin başlangıcından buzul gölüne doğru yürürken hava çok güzeldi, üzerimde sadece tişört vardı. Ancak yaklaşık 2 kilometre yürüdükten sonra hava aniden değişti; güneş yerini kara bulutlara ve kar yağışına bıraktı. Sisler içinde yalnız başıma nereye gittiğimi, ne için burada olduğumu tamamen unutup sadece yürüyordum. O an yürümek, bambaşka bir dünyada hissettirmişti.
Son günlerde doğa odaklı tatil anlayışı giderek yaygınlaşıyor. Tatil kelime anlamı olarak sadece boş zaman değil; yenilenme, dinlenme ve bazen eğlence amacı taşıyan bir zaman dilimi demek. Yaptığım gezilerin doğa odaklı olmasının ana sebeplerinden biri de, doğada dinginlik ve huzur bulup özüme içsel bir bakış sağlaması aslında.
Modern yaşam birçok kolaylık ve ilerleme sağlasa da, şehir hayatının stresi, iş baskısı ve hızlı temposu beraberinde birçok problemi de getiriyor. Bu yüzden, doğanın insan yaşamı üzerinde hem fiziken hem ruhen iyileştirici gücü olduğuna inanıyorum ve yolculuklarda modern yaşamın bize dayattığı sistemin içinde sürüklenmek yerine doğaya çıkarak, yapaylıktan sıyrılıp içsel huzur bulmayı hedefliyorum. Doğada biraz zaman geçirdikten sonra şehir hayatına döndüğümde kendimi yenilenmiş ve güçlü hissediyorum. Hepimiz doğanın bir parçasıyız, modern yaşam bizi doğadan koparmış gibi görünse de, özünde insan hala doğaya ait.
Dağ seni çağırmadıkça dağa gidemezsin
Tuğba Sarıkaya
Hiker (Yürüyüş lideri)
Kamp serüvenim, bir gün arkadaşlarımdan birine güneşin doğuşunu izlemek istediğimi söylememle başladı. Diğer bir arkadaşımın "Neden kamp yapmıyoruz?" demesiyle de fikir gerçeğe dönüştü. İlk deneyimimiz unutulmazdı. İki kadın ve bir kedi hamakta sabah etmiştik. O günden beri de kamp yapmaya devam ediyorum. Kamp yapıyorum dediğim de uzun saatler yürümekten ya da ıssız yerlerde kalmaktan korktuğum sanılıyor, öyle sanılmasın. Aksine, yolcuklarda ekipten biriyle sorun yaşarsanız o yol bitmiyor. Üşümek de zaman zaman zorlayıcı olabiliyor. Bazen ateş yakmakta da zorlanıyoruz ama nihayetinde o ateş yanıyor. Özellikle meşakkatli yürüyüşlerin ardından vardığın yerde kalabilmek, kuşkusuz en keyif aldığım şeylerden biri. Medeniyet içinde tadını beğenmediğim yiyeceklerin, onca eforun ardından damağımda bıraktığı tadı seviyorum. Şehirde acı gelen zeytin, 20 kilometre yürüdükten sonra sanki tatlanıyor.
Sırtımda çanta diye dua taşıyorum
Kamp ve doğa yürüyüşüne olan tutkum ilerledikçe, Kaçkar Dağları rüyalarıma girmeye başladı. "Dağ seni çağırmadıkça dağa gidemezsin" diye bir söz vardır; o dağ beni resmen çağırmıştı. Ben de buna inanarak, hayatımın dönüm noktalarından biri için yola çıktım. Yolculuk sırasında tanıştığım insanlardan birer cümleyi heybeme koyup gittiğim yerlerde anlatmayı sevdiğim için yolculuğumu otostopla gerçekleştirmeyi tercih ettim.
Bu süreçte inanılmaz deneyimler yaşadım. Mesela Ankara'da bir amca otostop kültürüne inanmak istemedi. Cebime para koymaya, otobüs bileti almaya niyetlendi. 740 kilometre boyunca bana yol arkadaşlığı yapan tır şoförü İbrahim Abi var. Çorum'da birlikte mola vermiştik. Hava karardığı için otostop çekmek istemedim, çadırımı orada kurmaya karar verdim. İbrahim Abi, "Bir rahatsız eden olur" diyerek tırı çadırın önüne çekti. Hatta "Sen tırda uyu, anahtarı sana vereyim. Ben çadırda yatarım" dedi. Ben de "Olmaz, bu yola zorlukları göze alarak çıktım" demiştim. Döndükten sonra arkadaşlarım, "Nasıl cesaret ettin?" dediler. Yaşarken çok da ahım şahım görünmemişti. Yolculuklarımı sosyal medyada paylaşıyorum, birçok kişi izliyor ve bu sayede sırtımda çanta diye dua taşıdığımı düşünüyorum. Kaçkarlar ise patikalardan ibaret, hava değişimi inanılmaz bir yer. Güneşe uyanıyordum ama üzerimi değiştirmek için çadıra girdikten sonra dışarı çıktığım an, her yer duman ve sis oluyordu. Sis kalktığı zaman görebildiğim dağların kudreti ve ihtişamı karşısında benlik algısında sarsıntı yaşamamak mümkün değil. Ayrıca, Meteor yağmurunun yoğun olarak gözlemlendiği günlerden biri olmamasına rağmen, birkaç meteorun kaydığını görmüştüm. O anlar gerçekten inanılmazdı.
Son yıllarda, insanlardan sıdkı sıyrılmak suretiyle dağlara, ormanlara gidenlerin varlığı da aşikâr; zira bu kaçış neticesinde doğa ile bağ kurmaya çalışmak, insanın kendi adına bir direniş. Dağda birey yoktur, dayanışma vardır. Medeniyet içinde insanı yerden yere sürükleyebilirler. Şansı varsa biri çıkıp "Burada ne oluyor?" diyecektir. Oysa dağda düşeni, düştüğü yerden kaldırmak esastır.
Şunu da vurgulamak isterim ki, her türlü araç gereç alınabilir ama tutku satın alınamaz; hiçbir ayakkabı seni 20 km'lik dik yokuşta yürümeye ikna edemez. Ne yapmak istediğinizi anlamak için araç gereciniz eksik olsa da o işi deneyin. Eğer hoşunuza giderse, tamamdır. Bu alanda yaptığım
araştırmalar ve deneyimlerim sonucu gördüm ki, insan doğadan uzaklaştıkça yozlaşıyor. İnsanın kendisiyle bağını güçlendirmek için yapacağı en güzel şeylerden biri toprakla, akan suyla ve ormandaki kuşla bağlantı kurmak. Doğada vakit geçirdikçe, hareketin getirdiği dinçliği hissedeceksin. Suyun akışında kendini zamana bırakmayı, yüksek dağlarda zorluklara rağmen devam edip mükafat olan manzaraya ulaşmayı; altından toprağı kaymış ağacın köklerinde ise inatla yaşamayı keşfedeceksin. Tüm bunlara şahit olduktan sonra doğanın iyileştirici gücünü hissetmemek mümkün değil.
Seyahat etmek benim için içsel bir dönüşüm
Firuze Taytaş
Bilgisayar mühendisi
Yolculuk serüvenim üniversite yıllarımda başladı. Son beş yılda 50'den fazla ülkeyi gezdim, çoğu zaman da tek başıma seyahat ettim. Bu fikir, gönüllü
bir staj programı kapsamında iki ay kaldığım Sırbistan'da ortaya çıktı. İlk kez, yabancı bir ülkede yalnız ve uzun süre kalıyordum. Başlangıçta yalnızlık ve yabancılık hissi zorlayıcıydı ancak zamanla bu deneyim beni dönüştürdü. Korkularım cesarete, tereddütlerim ise özgüvene dönüştü. O seyahat, yalnız gezmenin dönüştürücü gücünü ilk kez fark ettiğim andı. Yalnız seyahat etmek benim için sadece bir yer değiştirme değil; kendini yeniden tanımak demek. Tek başına seyahat ederken her kararın ve her duygunun sorumluluğu sende oluyor. Bu durum insanın iç dünyasını ve duyma
biçimini değiştiriyor.
Ayrıca, tek başına seyahat etmek zamanla daha esnek, sabırlı ve kendime karşı daha dürüst biri olmama da olanak sağladı. Tek başıma seyahat ettiğimi söylediğimde insanlar genellikle "Tek başına ne yapıyorsun?" diye soruyor. Oysa bu tür seyahatlerde sosyalleşmek sandığınızdan çok daha kolay… İzlanda seyahatimde bireysel olarak planladığım tur sırasında tanıştığım Amerikalı bir grupla kısa sürede samimi bir bağ kurdum. Drone gibi teknolojik ekipmanlar kullanmam, sıcakkanlı tavrım ve yolculuğumu tek başıma organize etmiş olmam onlarda güçlü bir izlenim bıraktı. Türkiye'den gelen, kendini geliştirmiş ve cesaretle dünyayı tek başına keşfeden bir kadına dair önyargılarının kırıldığını söylediler. Böyle karşılaşmalar, yalnız seyahatin sadece keşif değil, aynı zamanda temsil gücü de taşıyan bir yolculuk olduğunu gösteriyor.
50'den fazla ülke gezdim
Seyahatlerimden geriye unutamadığım, tekrar tekrar hatırladığım birçok anı kalıyor. Mesela İzlanda'daki buz mağarasında yaptığım yürüyüş var. Doğanın sessiz gücünü orada iliklerime kadar hissettim. Arjantin'de Patagonya buzullarıyla yüz yüze gelmek, "dünyanın sonu"na dokunmak gibiydi. Japonya bir yandan 2050 teknolojisini sunarken, diğer yandan geleneksel estetiğiyle beni büyülemişti. Sri Lanka ise doğasıyla ve güler yüzlü, ılımlı insanlarıyla beni derinden etkiledi; hatta en beğendiğim ilk beş ülke arasında diyebilirim. Beğendiğim, etkilendiğim ülkeler kadar hayal kırıklığına uğradığım yerler de oluyor. Dubai bunlardan biriydi. Şehir beni çok etkilemese de, hayatımın en unutulmaz deneyimlerinden birini orada yaşadım: Skydive Dubai. Uzun süredir gerçekleştirmek istediğim bir hayaldi. Yükseklik korkusu olan biriyim ama korkularımla yüzleşmek benim için hep önemli oldu. 13 bin feetten tandem eğitmenle atladıktan sonra yaklaşık bir dakika süren serbest düşüş yaşadım. Saatte 200 kilometre hızla yere doğru süzülürken hissettiğim özgürlük, hayatımdaki en yoğun adrenalin deneyimiydi. Altımda Palmiye Adası'nı izlerken zaman durmuş gibiydi. Kuala Lumpur benim için hayal kırıklığı olmuştu. Her yerde alışveriş merkezleri ve gökdelenler vardı. Havası aşırı nemliydi ve yemeklerle de bağ kuramamıştım. Gösterişin ön planda olduğu, ruhu eksik bir şehir hissi vermişti. Bu deneyim, seyahatlerde her anıneşsiz olduğunu ve beklentilerle
gerçekliğin her zaman örtüşmeyebileceğini bana bir kez daha hatırlatmıştı.
50'den fazla ülke gezdiğimi ifade etmiştim ama bunu beyaz yakalı bir çalışan olarak gerçekleştiriyorum. Peki, iş hayatı ve seyahatler arasında nasıl denge kuruyorum? Öncelikle bilgisayar mühendisi olarak siber güvenlik alanında çalışıyorum. Uzaktan çalışmıyorum. Seyahatlerimi genellikle
hafta sonlarıyla birleştirip, birkaç gün izin alarak planlıyorum. Bayram tatillerinden faydalanıyor, yıllık izinlerimi ise uzun rotalar için ayırıyorum. Planlama, zaman yönetimi ve esneklik bu yaşam tarzının anahtarı. Şunu da belirtmeliyim ki, seyahat etmek benim için hem içsel hem de fiziksel
dönüşüm anlamına geliyor. Instagram hesabımda bu süreci paylaşmak, başkalarının da kendi yolculuklarına cesaretle başlamalarına vesile olmak açısından çok değerli.