Birol Biçer: İDEOLOJİK BİLİMİN KAÇINILMAZ DEJENERASYONU

İDEOLOJİK BİLİMİN KAÇINILMAZ DEJENERASYONU
Giriş Tarihi: 20.6.2023 10:55 Son Güncelleme: 20.6.2023 11:31
Dünya tuhaf yer. Her şey aynı anda hem tabulaştırılabiliyor hem lanetlenebiliyor, bir yandan yüceltilip diğer yandan rayından çıkartılabiliyor, hem itibar görebiliyor hem de saptırılmaya çalışılabiliyor. Gerçeği sistemli şekilde arama faaliyeti olan engin deniz bilim de bu durumdan muaf değil. Onu olduğundan yüce makamlara koyanlar ya da hiç hak etmediği kadar itibarsızlaştıranlar var. Ancak bilim söz konusu olunca en büyük tehdit onun saptırılması. Saptırmanın en tehlikelisi de bilimin politize edilmesi ve giderek ideolojikleştirilmesi. Gerçeği sorgulamayı, aramayı ve tespit etmeyi hedefleyen bilim denilen yüksek faaliyet alanına yapılabilecek en büyük kötülük onun sırf birilerinin keyfine, menfaatine, siyasi ya da felsefi görüşüne göre şekillendirilmesidir. Böylelikle gerçeğe giden yol saptırılır ve yerini kurgular alır. Bu durumda teorik fizikçi Lawrence Klauss’a kulak vermek yerinde olabilir: “Bilimin ahlaki sınırlarının olmadığını söylemek doğru değildir. Bilim, gerçekleri söylemekle ilgilenir ve bu, son derece ciddi bir ahlaki sınırdır.”

ÜNİVERSİTEDE PAYE VERİLEN ZAVALLI BİR ZİHNİYET

Üniversite yıllarım 28 Şubat'ın haberci esintilerinin kendisini hissettirmeye başladığı 90'lı yılların başlarında ibretlik bir döneme denk geldi. Üniversiteye kaydolduğumda evrensel bilgi ve ilkelerin tahsil edildiği bir eğitim kurumuna devam edeceğimi sanmıştım ama İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde bunun büyük bir yanılgı olduğunu daha ilk günlerde anladım. Ancak meseleye tüy diken hadiseyi ikinci sınıfta yaşayacaktım. Bir gün kamu hukuku dersinde profesör olan hocamızın davranış ve açıklamalarıyla burada insan haklarına ve evrensel hukuk ilkelerine bile yer olmadığını görmüş oldum. Derse başörtüsüyle giren kız öğrencileri amfiden çıkarmaya çalışan hocaya insan haklarını ve evrensel hukuk ilkeleri hatırlatılarak itiraz edilince hukukun bilimini öğrettiğini iddia eden hocanın tüm gerekçesi şu saçma sapan cümleden ibaret kaldı: "Olmaz efendim öyle şey." Alanında o dönem nam salmış bu hukuk profesörümüz başka hiçbir görüşün seslendirilmesine imkân tanımayan bir anlayışla köküne kadar iman ettiği o dönemin resmi ideolojisini hukukun en temel ilkelerini bile hiçe sayacak şekilde anlamayı ve bunu dayatmayı huy edinmişti. O yıllar sadece hukuk fakültesinde değil bütün üniversitelerde bu zihniyetin rüzgârları esiyordu. Akademik, idari hatta bilimsel çalışmalar belli bir ideoloji perspektifinde yorumlanmaya, o perspektifte sunulmaya çalışıyordu. Neticesini sonradan hep birlikte gördük: İtibarsız üniversiteler, ideolojik kadrolaşmalar, eğitim haklarını yurt dışında arayan öğrenciler, yabancı üniversitelerin devşirdiği parlak beyinler…

HER DAİM İDEOLOJİNİN KURBANI: SOSYAL BİLİMLER

Sosyal bilimlerin bilim olduğuna hukuk fakültesinde okuduğum günlerden beri inanmıyorum. Sosyal bilimler pozitif bilimler gibi bilim değil disiplindir. Ancak keyfi de değildirler, bilimsel metotlarla çalışırlar. Bununla birlikte fizik, kimya, matematik gibi bilimlerin dışındaki hemen hemen tüm alanlara –biyoloji de dâhil- ideoloji karışabilir, etki edebilir. Zaten sık sık öyle de olmuştur. İdeolojiler çoğu zaman aksini ileri sürse de nesnellik, objektiflik, kesinlik, tutarlılık, evrensel geçerlilik gibi bilime mahsus olmazsa olmaz şartlara sahip olmaları gerekmez. Zaten ideoloji mensupları da çoğu zaman bir fikriyat hatta bazen salt bir fikirden ibaret olan kendi ideolojilerinde bunları aramazlar, kanaat getirmeleri yeterlidir ve onlara göre kendi kanaatleri zaten kesin doğrudur, mutlaktır - kimse kimseyi kandırmasın fiili durum aynen böyledir. İdeoloji bizatihi değersiz bir şey değildir ama bilim denilen nesnel ve objektif bilgiyi arama faaliyetine karıştıkça onu değersizleştirmeye, geçersizleştirmeye, itibarsızlaştırmaya ve giderek tehlikeli hale bile getirmeye başlar. İnsanlığın yakın tarihi, özellikle ideolojilerin yükselişe geçtiği 19. ve 20. yüzyılda bunun son derece ibretlik örneklerini gördü ve yaşadı. Bedelini de on milyonlarca insan canıyla ödedi. Bunların en bariz örneklerine bir bakalım…

TARİHİN EN KANLI BİLİM İDEOLOGLARI: STALİN VE LİSENKO

Bilimin ideolojikleştirilmesi hatta inatla birkaç insanın ideolojik saplantılarına kurban edilmesinin başlıca örneği Joseph Stalin döneminde Sovyetler Birliği'nde yaşandı ve gerçek bir insanlık faciasıyla sonuçlandı. Bu trajedinin başkahramanları ise komünist diktatör Stalin ile muhtemelen tarihte en fazla insanın ölümüne yol açan bir bilim insanı olan Trofim Lisenko adlı biyologdu. Lisenko komünist devrime ve onun vaatlerine gönülden iman etmişti. Bunun neticesi olarak nefret ettiği Batılıların geliştirdiği bilimsel kuramları büyük ölçüde inkâr ediyor ve sonunda bilimin de komünizmin ideallerine uydurulması gerektiğini düşünüyordu. O dönemlerde yeni filizlenmeye başlayan genetik biliminden nefret ediyor ve dolayısıyla canlıların genlerinde nesilden nesile aktarılan ve belli şartlarda açığa çıkmalarını sağlayan özellikler bulunduğu fikrini kendi ideolojisine aykırı buluyordu. Lissenko, Marxist teoriyi esas alarak bitkileri ve hayvanları yalnızca çevrenin şekillendirdiğine inanıyor ve gerekli şartları oluşturarak türlerin her şartta
yaşamak üzere alıştırılıp eğitilebileceğini savunuyordu. Lisenko'nun fikirlerini kendi resmi ideolojileriyle uyumlu bulan Stalin tüm çiftçileri zorla dikte edilen şartlarda üretim yapmaya zorlayan bir tarım planı uyguladı. Sonuç; uygun olmayan mevsimlerde, uygunsuz şartlarda adeta "emir-konuta" zinciriyle yapılan tarım sonucu yıllarca büyük bir kıtlık yaşandı ve köylüler başta olmak üzere milyonlarca insanın ölümüne yol açan bir facia oldu.

NAZİLERİN MATEMATİK VE FİZİĞİ BİLE ALMANLAŞTIRMA SAFSATALARI

Mühendislik ve teknoloji alanındaki hızlı başarılarına bakınca Nazilerin bilime büyük önem verdikleri düşünülebilir ancak onlar gerçekte bilime sadece
ideolojik amaçlarına hizmet ettiği ve askeri ve ekonomik neticelerinden istifade ettikleri kadarıyla itibar ediyorlardı. Bu alanların dışında kalan bilim alanlarında ise akıl almaz uydurmalara sapmayı tercih ettiler. Nasıl olsa insanlara ikna, zorlama ya da hiyerarşi yoluyla şekil verilebiliyordu o halde neden bilime de verilmesindi. 1933-1945 arasında Nazi ideolojisi öncelikle farklı etnik ve dini kökenlerden gelen bilim insanlarını hedef aldı. Baskılar üzerine çoğu dışarı kaçmak zorunda kaldı, kaçamayanların sonu kamplar oldu. Faşist Almanya'da bilim, bir "Nazi biliminin" gelişmesine paralel olarak normal şekilde işlemeye devam etti. Bilim camiasının büyük bir bölümü, başta kimya ve fizik olmak üzere askeri amaçlarla devlet tarafından seferber edildi. Bilimsel çalışmaların çoğu rejim baskısıyla askeri endüstriye yöneltildi. Eğitim müfredatı, Naziler iktidara geldikten sonra, özellikle biyolojinin tüm okullarda okutulacak bir ders olarak kabul edilmesiyle hızla değiştirilerek Nazi ideolojisi perspektifinde ırk hijyeni, genetik, nüfus politikası, ırk bilimi ve aile bilimi dersleri okutuldu. Nazilerin ırkçı ve ayrımcı ideolojisinden matematik bile nasibini aldı ve bir "Alman matematiği" oluşturulmaya çalışıldı. Benzer şekilde nasyonal sosyalist bir bilim olarak Yahudi bilim adamlarından arındırılmış bir "Alman fiziği" ileri sürüldü.

BİYOLOJİ, ANTROPOLOJİ VE GENETİKTE IRKÇI YAKLAŞIM

Nazi ideolojisinin en fazla dejenere ettiği alanlar doğrudan soy ve ırkları ilgilendiren biyoloji, antropoloji ve genetik bilimleri oldu. Almanların üstün nitelikli ırk olduğu ve diğer bazılarının tasfiye edilmesi gereken daha alt gruplar olduğu fikrini desteklemek üzere tanımlandı bu bilimler. Bunun tıptaki yansımaları bir hayli korkunç olacaktı. Tıpçıların Nazi anlayışı doğrultusunda yaptıkları korkunç deneyler Nuremberg mahkemelerinde birer birer belgelendi. Şunu da kaydetmekte fayda var ki, Nazilerin tıp ve biyoloji alanında esirler üzerinde gerçekleştirdikleri insanlık dışı deneylerin sonuçları müttefiklerin eline geçtikten sonra II. Dünya Savaşı sonrasında tıp ve ilaç sanayii çok hızlı bir ilerleme kaydetti. Alman ırkına daha seçkin bir köken icat etmek için antroploglar Himalayalara kadar uzanıp akıl almaz tezler kurguladılar. Arkeologların bulduğu ve bazıları önceden yerleştirilmiş çanak çömlek parçaları üzerinden Cermen kültürünün kökenleri yeniden kurgulanmaya çalışıldı. Hitler'in takıntılı şekilde bağlı olduğu Almanların diğer ırklarla karışarak çöküşe geçtiği fikri doğrultusunda yeni bir Alman tarihi, saf bir ırk ve milletin gelişebileceği asli bir coğrafya kurgulanmaya çalışıldı. Sonucu hepimiz biliyoruz.

ULUS-DEVLETLERİN VARLIĞININ TEMİNATI: KURGU TARİH

Tarih, özellikle milli tarihler büyük ölçüde ideolojiye dayanır. Hemen her devletin kuruluşunun ideolojik ve kültürel temelini tarih oluşturur. Aslında devletlerin, halkların, toplulukların temellerini geçmişten yani tarihten almaları çok normaldir ama bu geçmişin sahih olması kaydıyla. Bir devlet ve ulusun esasının tarih üzerinden kurulmasının bu denli önemli olmasının temeli aslında yakın zaman ulus-devletlerin ortaya çıkış çağını başlatan Fransız Devrimi'ne dayanır. Ulus-devlet yapısı ilk olarak Avrupa'da feodal siyasal yapının sona ermesi ve onun yerine merkezi devlet yapısını esas alan siyasal düzene geçilmesiyle kurgulandı. Bu düzen daha sonraki dönemlerde de dünyanın diğer bölgelerine ihraç edildi. Fransızlar egemenliği soya bağlı hanedandan alıp ulusa verince ve bu esas üzerine devletler kurulması süreci başlayınca halkların ulus olduklarına inanmalarını sağlamak ve kurulan yeni devletlerin/rejimlerin ontolojik meşruiyetini tesis için bir ortak tarih kurgulamaları da kaçınılmaz oldu. Tabii ki elde somut malzeme vardı ancak bunları birleştirecek uygun kıvamda bir kurgu da gerekiyordu. Ulus-devletler ortaya çıktıkça onları oluşturan topluluklar da dil-kültür-tarih gibi unsurların yeniden yorumlanmasıyla aniden birer ulus ya da millet olduklarını keşfetmeye başladılar. Özellikle 19. ve 20. yüzyılda kurulan ülke ve devletlerinin çoğunun ulus kimliği de, ortak tarihleri icat ürünüdür.

İDEOLOJİ VE SİYASET SOSLU TARİH İLE BİR MİLLETİN İCADI


Özellikle sosyal bilimleri ve bilhassa tarihi ideolojinin, siyasetin ne kadar şekillendirdiği, bu sayede yeni uluslar kurulabildiğinin en belli başlı örneklerinden birini İsrail devleti teşkil ediyor. İsrailli Tarihçi ve Tel Aviv Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Şlomo Sand'ın 2011 yılında ülkemizde de yayımlanan Yahudi Halkı Nasıl İcat Edildi? adlı kitap çalışması tam olarak bu belli başlı örneği ele alıyor. Sand bilimin ideolojiye göre kurgulanması üzerinden nasıl bir ulus-devlet ve beraberinde nasıl "4 bin yıllık bir millet" üretildiğini konu ediniyor. Sand'in tezine göre 19. yüzyıl sonlarında güçlenen Siyonist ideoloji 20. yüzyıl başlarında bir Yahudi devleti kurmak istiyordu. Ancak bunun için öncelikle uygun siyasi ortam ve bir Yahudi ulusu gerekiyordu. İlk unsuru ırkçı Nazilerin saldırganlığı ve Yahudi düşmanlığı verirken, diğer unsuru da tarih ve antropolojinin Siyonist ideolojiyle makyajlanması oluşturdu. Eski dini kıssa ve efsaneler yeniden şekillendirilerek bu vasıtayla tıpkı Batı'da ortaya çıkan ulus-devletlere yazılan tarih gibi binlerce yıldır farklı topraklarda yaşayan, farklı etnik unsurlardan gelen ve aslında çok farklı coğrafyalara ait dışlanmış Yahudi toplulukları sanki aynı etnik topluluğun parçalarıymış gibi nitelendirildiler ve kelimenin tam anlamıyla icat edildiler. Böylelikle eski sahiplerinin kontrolünü kaybettiği Filistin topraklarında bir ülkenin kurulması ve bu ülkenin ulusu olarak ortak dini gelenekleri üzerinden yeniden tanımlanmış bu çok farklı etnik unsurlarla doldurmak mümkün oldu.

TEK "EVRENSEL İDEOLOJİ" VE BİLİM

Evrensel geçerliliği olan tek bir ideolojinin olduğunu düşünüyorum: Makyavelizm… Yani amaç ve çıkar için her yolun mubah kabul edilmesi anlayışı. Günümüzde bilimi zehirleyen en büyük ideoloji işte bu. Bunun bir numaralı hedefi menfaat. Menfaat de büyük çoğunlukla güç ya da para odaklı tezahür ediyor. Bilimsel alan da bundan mustarip maalesef. İlaç sanayiinin, sigara sektörünün ya da hazır gıda sektörünün bilimsel çalışmaları manipüle ederek yanlış yönlendirme örneklerini çoğumuz duymuşuzdur. Son yıllarda giderek yükselen bir sektör de çalışmadan ve hak etmeden akademik kariyer yapmak isteyenlere hizmet eden sahte bilimsel araştırma ve tez sektörü. Bilimsel tahrifat ve iktibas konusunda uzmanlaşmış bazı şirketlerin parasını ödeyenlere sipariş üzerine bilimsel makale yazması ve bu makalelerin bilimsel dergilerde yayınlanmasını sağlamaları şeklinde özetlenebilecek bir durum dünyada giderek yaygınlaşıyor. Bunlara bilimsel makale fabrikaları da deniliyor. Sistem çok kolay; konuyu bildiriyor, parasını ödüyor ve sizin için çoğu zaman işin uzamanı başkaları tarafından iktibaslar yoluyla hazırlanacak bir makale sipariş ediyorsunuz. Hatta hazır makalelerin bulunduğu bir listeden istediğinizi de seçebiliyorsunuz. Makale ya da tez yazımı artık bu kadar kolay; yeter ki paradan haber verin. Yapay zekâ kullanımı bu sektörü giderek daha üretken hale getiriyor.

İDEOLOJİ KURBANI BİR TEORİ: EVRİM



Bir zamanların sıkı bir popüler bilim ve bilim-kurgu okuru olarak daima dikkatimi çekmiş bir şey vardır: Sanırım şu yeryüzünde ideolojik bakış açısına göre yüceltilmeye ve lanetlenmeye, kullanılmaya ya da reddedilmeye en fazla maruz kalmış bilimsel teori "Evrim Teorisi" olsa gerek. Kendimi bildim bileli ateist ya da materyalistlerin canlıların kökenini açıklamaya çalışan bu biyolojik teoriyi din ve tanrı inancına karşı kesin bir delil kabul etmeleri ve onu ısrarla seküler bir dinin iman esası haline getirme gayretlerine şahit olurum. Buna karşı da özellikle semavi dinlerin müntesip ve kurumlarının inandıkları tanrı ellerinden alınacakmış, dinleri geçersiz kalacakmışçasına Evrim Teorisini tahkir edişlerini görürüm. Materyalist bilim insanları da yıllardır bu teorinin henüz bir kanun seviyesine çıkamadığını perdeleyip onu kesin kanıtlanmış bir gerçekmiş gibi göstermeye ve böylelikle kendilerince "yobazlığı simgeleyen" dini zayıflatmaya çalışırlar. Gerçek şu ki Evrim Teorisi bir kanun, yüzde yüz ispatlanmış bir hakikat değildir, felsefi ve teolojik önermelerde bulunmaz, bulunamaz; sadece biyolojik bir teoridir. Bu teoriyi inanç esası belirleyerek kabul etmekle de ne tanrı ne de din ortadan kaldırılır. Teori bir gün ispatlanacak olursa bile çürüteceği tek şey kilisenin yüzlerce yıl boyunca insanın ve canlıların yaratılışı konusundaki içtihatları olacaktır. Kanaatimce özellikle Darwin tarafından kuramsallaştırıldığı günden beri bu teori ideolojik açıdan çok ciddi bir araçsallaştırmaya konu olmuş ve olmaya da devam etmektedir. Velhasılı kelam Einstein'ın da dediği gibi "Bilimsiz din kör, dinsiz bilim ise topaldır."

BİZE ULAŞIN