Tuba Karacan: ERİL DİŞİL ENERJİ DENGESİNE NEDEN BU KADAR KAFAYI TAKTIK?

ERİL DİŞİL ENERJİ DENGESİNE NEDEN BU KADAR KAFAYI TAKTIK?
Giriş Tarihi: 30.5.2023 12:49 Son Güncelleme: 30.5.2023 12:49
Eril ve dişil enerjiyi dengelemek neden bu kadar önemli? Özellikle kadınların rağbet gösterdiği, dişil enerjiyi arttırarak doyumu yüksek ilişkiler yaşama beklentisi gündemimize nasıl bu kadar hızlı girdi?

Son dönemlerin popüler psikoloji konuları arasında sıklıkla duyuyoruz: İlişkilerde enerji dengesi nasıl sağlanır? Eril ve dişil enerji nasıl dengelenir? İsmimizdeki harflerden, beslenme biçimimize, giydiğimiz kıyafetlerin renginden, üzerimizde taşıdığımız taşların gücüne kadar pek çok şeyin, kadın erkek ilişkilerindeki enerji dengesini belirlediği söyleniyor. Peki, eril ve dişil enerjiyi dengelemek neden bu kadar önemli? Özellikle kadınların rağbet gösterdiği, dişil enerjiyi arttırarak doyumu yüksek ilişkiler yaşama beklentisi gündemimize nasıl bu kadar hızlı girdi?

Bir ötekiyle bağ kurmak en insani ihtiyacımız. Duygusal ilişkiler nasıl hissettiğimiz üzerinde çok belirleyici ve doğası gereği karmaşık. Yakınlık isterken bağımsızlığımızı koruyabilmek, bağlanmak isterken tümüyle kuşatılmayacağımızdan emin olmaksa günümüz ilişkilerinin en zorlayıcı tarafı. Geçmişte koca bir kabilenin sağladığı yakınlığı, aidiyet hissini, güveni, şefkati, korunup kollanmayı, saygıyı hatta kimi zaman kaybolma özgürlüğümüzü korumayı şimdilerde tek bir partnerden bekliyoruz.

Hal böyle olunca, "Acaba daha iyisi olabilir mi?" sorusunu zihnimizin bir yerinde asılı tuttuğumuz ilişkiler kuruyoruz. Elbette ilişkide derinleşebilmenin tek engeli bu değil. Kadın ve erkek kimliklerinde yaşanan değişim de kurduğumuz ilişkilerde etkili oluyor. Kadınların kamusal alanın rekabetçi yapısında kadın gibi var olamadıkları, nahif erkeklerin en az kadınlar kadar hırpalandıkları bir gerçek. Zaten eril ve dişil enerji dengesinin bu kadar konuşuluyor olması da kadın erkek kimlikleri arasındaki sınırların git gide seyrelmesiyle ilgili. Kişilik yapıları zamanla ortamın şeklini alınca, kadın kadın gibi hissetmek, erkek karşı cinsten ayrıldığı noktaları belirginleştirmek istiyor.

Birbirini tamamlayan iki cüz

Konu popüler olsa da ilham aldığı bilgi yeni değil. İlk kez, klasik psikanalizin kurucusu Jung 1900'lerin başında eril ve dişil arketipleri kullanıyor. Jung'a göre her kadının içinde bir erkek (animus), her erkeğin içinde bir kadın (anima) arketipi var. Bu aynı zamanda karşı cinsle kurduğumuz yakınlığı derinleştirip, karşılıklı anlayış ve empatiyi kolaylaştırıyor. Yani birbirine zıt kavramlar gibi dursa da aslında birbirinin mütemmim cüzü.

Allah insanı bir dişi ve bir erkekten yarattı. Onları birbiriyle tamamladı. Ama bu tamamlanma, kadının olmadığı yerde erkeğin, erkeğin olmadığı yerde kadının eksik olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü insan her hâlükârda eksik, bir ötekiyle tamamlanma arzusunu insanla sınırladığı müddetçe, ancak bir ideal olarak kalıyor. Daha ziyade kastedilen şey bütünlük; yani insanın ötekiyle kurduğu ilişkide iyi'leşen, birbirine ayna olan yanına işaret ediyor.

Bu öyle bir bütünlük ki karanlığın aydınlığa, aydınlığın karanlığa muhtaçlığı gibi. Gölgeyi görebilmek için ışığa, ışığın yolumuzu aydınlatması için bir parça karanlığa ihtiyacımız var. Ondaki karanlığın bize ışık tutmasına izin verdiğimizde yaşadığımız ilişki kendimizi tanımayı sağlıyor. Nitekim insanın kendini bilme arayışına hizmet etmeyen tüm ilişkiler muhabbetten uzak bir sığlıkta kalıyor.

Şimdi aklınıza şu soru gelebilir: İnsanın yaradılış kodlarında olan bu özellikler, yani bu denge, nasıl ve ne zaman bu kadar bozuldu ki şimdi insanoğlu onu yeniden kurmaya çalışıyor. Cevabı hem kolay; modernleşme, kimliksizleşme, tek tipleştirilen kadın ve erkek profilleri ile açıklanabilir ama bir o kadar da zor. Çünkü kendini var etmenin yegâne yolunun ötekini etkilemekten geçtiğine inanan, öyleymiş gibi gösterdiği haline git gide kendi de inanan insanın çaresizliğine dayanıyor.

"Mükemmel iyiye ulaşma" piyangosu

Bu cevap tatmin etmediyse bir de tersinden bakalım. Bugün, eril ve dişil enerjiye yüklenen anlamlar neden bizi, ilişkilerimizi bu kadar etkiliyor? Popüler karşılığıyla dişil enerji, "iyi" olarak tanımlayabileceğimiz tüm insanlık hallerini bünyesinde barındırıyor. Affedicilik, kabul etmek, izin vermek, esneklik, almak, yumuşatmak, hayatın doğal ahengine uyum sağlamak gibi nitelikleri temsil ediyor. Savaşçı ve rekabetçi olan eril tarafın aksine dişil yan, hoşgörünün ve affediciliğin sembolü olarak tanımlanıyor.

Ciddiyetin taşıyıcısı, yasanın uygulayıcısı eril tarafken, sevgi ve sevinç dişil enerjiye atfediliyor. Yaratıcılık ve estetik ise dişil olmanın taçlandığı nokta. Görenleri kendine hayran bırakan bir sanat eserinin ete kemiğe bürünmüş hali böylece tasvir edilmiş oluyor. Kadınlara telkin edilen, tüm bu özelliklerin farkında olmaları ve bu enerjiyi harekete geçirmeleri.

Enerji dediğin öyle kolayca harekete geçer mi, geçmez. Ama bu toplumda kadınlar hep yeniden ve yeniden tanımlandıklarından, bu yeni prototipe çok da itiraz etmiyorlar. Üstelik ideal olanı onlar adına başkaları belirlediği ve bu dönüşüme gerçekten ihtiyaçları olup olmadığını kimse sormadığı halde. Çünkü kadınları harekete geçiren temel motivasyon suçluluk, burada da sahnede. Eğer kadın olmanın hakkını daha fazla verebilselerdi, dişi yanlarını törpülemeye çalışan ataerkil yapıya dik durabilselerdi (ki bu da eril bir eylem olurdu ama olsun), erkeklerle rekabet etmek yerine yumuşak kalmayı becerebilselerdi, doğurganlıklarını korusalardı ama kendilerine bakım vermeyi de ihmal etmeselerdi, ta atalarından beri, bir yerlerde yanlış atılmış ilmekleri fark edip düzeltebilselerdi… bugün her şey bambaşka olabilirdi.

Neyse ki yeniden eril ve dişil arketipler hatırlandı da günümüz kadınlarının makus talihlerini değiştirme imkânları doğdu. Dişil dengelenme ritüellerine iliştirilmiş bakım ürünleri linkleri, butik gruplara özel enerji yükseltme kampları, 10 seansta kendini keşfetme paketleri de işin bonusu oldu ve "mükemmel iyiye ulaşma" piyangosu yine kadınlara vurdu.

Eril ya da dişil… Peki, bırakalım kadını erkeği; insan gerçekten bu kadar ideal, bu denli iyi bir varlık mı? Kötülük yapan, zarar veren, intikam alan yanımızı yok saymak, benliği inkâr olmaz mı? Zaten kişilik bölünmelerinin temelinde bu keskin ayrım, kötü olanı kendinden uzak bir yere koyup mutlak iyi olduğuna inanmak yok mu? Kendi karanlığıyla yüzleşmek, mesela bir kadını ya da erkeği kendine bağlamak için türlü oyunlar çevirmeyi kendine hak gören yanımızla göz göze gelmek gerekmez mi?

Bu konuya daha hakiki bir çerçeveden bakacaksak, önce şunu bilmek zorundayız ki dişil olanın kapsayıcılığı iyiyi ve kötüyü bu kadar keskin sınırlarla birbirinden ayırmaz. Eril olan netlik arar, her şeyi apaçık gördüğün - den emindir. Dişil olansa tüm zıtlıkların iç içe olduğunu bilir ve onda keskin bir kanaatten çok anlamaya çalışan bir merak hâkimdir. Eğer dünyayı enerji dengesinin güzelleştireceğine inanıyorsak önce kendi yıkıcı yanımızla yüzleşmek sonra da öteki olarak gördüklerimizi kabul etmek gerekir.

Biz duygu ve düşüncelerimizin bizim bilinçli benliğimizle üretti - ğimiz şeyler olduğuna inanmak isteriz. Seçimlerimizin, birini diğerinden daha sevimli görmelerimizin ve kontrol edebildiğimizi zannettiğimiz diğer her şeyin. Oysa çoğu zaman bize tercihler yaptıran bilincimiz değil, bilinçdışımızdan akan hikâyedir.

Birlikte olduğumuz kişide başlangıçta çekici gelen her şeyin zamanla rahatsızlık duyulan özelliklere dönüşmesi ya da zıt karakterlerin birbirini tercih etmesi, özellikle de duygusal ilişkiler söz konusu olduğunda bilinçli tercihler yapmadığımızın en net gösterenidir. Siz buna çekim yasası da diyebilirsiniz ama partnerinizde bir zamanlar çekici bulduğunuz niteliklere şimdi yüzünüzü ekşitiyorsanız bunun eril ya da dişil yanınızdaki dengesizlikle ilgili olmadığını bilmelisiniz.

Doğrusu bu itilme halini enerjinizi dengeleyerek de olumluya çeviremezsiniz. Çünkü başlangıçta konuşkanlığını sevdiğiniz kişiyi şimdi iflah olmaz bir geveze olarak görmek çakralarınızla değil bilinçdışınızla ilgilidir. Belki de sizi rahatsız eden özellikleri, çoğunlukla kendinizde görmekten hoşlanmadığınız için ona yansıttığınız niteliklerdir. Ama merak etmeyin karşınızdaki de sevmediği özellikleri sizde cisimleştireceğinden bir denge sağlanacaktır. Kafanız yeterince karıştıysa ve çakraları eşitlemek daha kolay olacaktı diye düşünüyorsanız bunun üzerinde konuşmaya devam edelim.

Bazı çiftlere baktığınızda ara - larında duygusal bir iş bölümü görürsünüz. Adeta iyimserliği ben alayım, kötümserliği sen; sen duygusal açıklık iste, ben içime kapanayım türünden bir anlaşma yapmış gibi davranırlar. Aslında ilişkide kalabilmek için bu iş birliğine ihtiyaç duyarlar. Nasıl mı? Partneri tarafından her an istendiğini, önemsendiğini hissetmek isteyen biri nasıl bir eş seçer? Yakın olmak isteyen, duygularını ifade eden, mümkünse kendisine bağımlı yaşamaya istekli birini. Çünkü yakınlık ihtiyacını dile getirmek yerine (ki bu onun için utanç vericidir) bu ihtiyacı karşılamaya hazır ama gerektiğinde mesafe koyarak kendinden uzaklaştırabileceği bir partner seçmek son derece güvenlidir. Eğer biraz cesaret edebilirse, eşine yansıttığı yakınık arzusunu görebilir ve ihtiyaç duyduğu anlarda tam tersi dav - ranıp kendini geri çekmek yerine ona doğru bir adım atabilir.

İhtiyacımız olan denge İlişki için iki kişinin birlikte emek vermesi gerekliliği unutulur; dişil enerjiyi yükseltmenin, eril enerjiyi baskılamanın, enerjileri dengelemenin formülleri aranır. Hayat kurallara bağlanır, ilişkiler stratejilere kurban edilir. Kendimize bakmak, kendimizde gördüklerimizle ilgili sorumluluk almak zaman kaybı sayılır. Tümüyle ötekine, onu etkilemeye odaklanan, bunun için türlü çeşit oyunlar çevirmeyi kendine hak gören ve kendini haklı gören kadınlar ve erkekler türer. Birini etkilemek ve onu kendine bağlamak için bugüne kadar aşağıladığı tüm ritüelleri bir bir yerine getiren bir kişi, kendini nasıl aşağıladığını hiç fark etmez.

Hepimiz korkularla doluyuz. Bizi bunlardan koruyacak birini bulma umuduyla kurduğumuz her ilişki aslında kâbusumuz olacak. Tıpkı bizim gibi korkuları olan birini bulup, onunla yaşadığımız telaşa (ve huzursuzluğa) aşk diyeceğiz. Birinin kaybetme korkusu diğerinin ait olma, korunup kollanma arzusuna vurulacak. Bir başkasının içindeki asi çocuk onu sarıp sarmalayacak şefkatli anneye tutunacak. Bağımlı olan yakınlık kurmayı beceremeyenle yaşadığı ilişkiyi tutku sanacak. Sadakatle bağlanamayan, "sadece güvenmek istiyorum" diyen birine sığınacak. Sonra tüm bu olan biteni kadınlar yeterince dişil, erkekler yeterince maskülen olmadığı için "dengelenemiyoruz" diye açıklayacağız.

Bu yakıcı yüzleşmeler olmadan, doğru bildiklerimiz yıkılmadan, ötekini suçlamanın hazzından feragat etmeden iyileşmeyeceğiz. Bakışlarımızı ötekinin üstünden aynadaki aksimize çevirmeden, kendi gözlerimizin içine bakıp '"kaçtığın her şey içinde ve ben seni olduğun gibi kabul ediyorum" demeden kendimizi sevemeyeceğiz. Kendimizi sevmeden, kendi gölgemizle barışmadan yaşadığımız her ilişkide hep bir strateji gözeteceğiz. Evet, ilişkilerde ihtiyacımız olan şey denge. Ama kişiliğimize dışarıdan monte ettiğimiz ve tümüyle ötekinin gözündeki değerimize odaklanmamıza sebep olan sahte benlikler, yapay ritüeller bizi mutlu etmeyecek.

BİZE ULAŞIN