Yalnızlık, yaralayıcıdır. Şu koca evrende, her şey giderek kötüleşirken ve dünyaya dair umudumuz günden güne tükenirken olup bitenle tek başımıza savaşmak bizi yaralar. Daha yorgun ve daha mutsuz insanlara dönüşürüz bir süre sonra. Sürekli iş yoğunluğundan şikâyet eden, hep bir yerlere yetişmeye çalışan, patronundan şikâyet eden, asansörde ayakkabılarını izleyen, iş yerindeki güvenlik görevlisinin nasıl baktığını hiç merak etmeyen o huzursuz topluluğun bir parçası oluruz. Çünkü yalnızız, bu dünyaya yaralarımızla beraber atıldık ve tek başımıza bu yaraları nasıl iyileştireceğimizi bilmiyoruz.
Bildiğim ve gördüğüm şey şu: İnsan bu dünyada ancak bir öteki ile anlam kazanır, yaralarını sarar ve şifa bulur. Öteki yoksa benim ruhumun ve bedenimin de bir anlamı kalmaz. Beni tanımlayan, anlayan ve açıklayan şey ötekinin zihninde ve kalbindeki yansımamdır. Fakat insan bu yansımayı görmekten ve duymaktan çok uzak çünkü yalnızlığın kutsandığı bir çağda çaresiz ve şaşkın kaldı. İçinde yaşadığımız dünya bizi sistematik bir biçimde yalnızlığa ve tek başınalığa itiyor. Sadece kendisi için çalışan, kendisi için okuyan ve kendisi için yaşayan yalnızlar ordusu her geçen gün daha da güçleniyor ve hâkim söylem tarafından destekleniyor.
Büyük şehirlerde yeni yapılan dairelerin büyük bir kısmı 1+1 veya 1+0 şeklinde tasarlanıp ürkütücü fiyatlarla satılıyor, marketlerde dilimlenmiş karpuzlar, kavunlar tezgâhları süslüyor çünkü tek başına bir karpuzu ya da kavunu tüketmek oldukça zor, kafelerde büyük masaların yerine daha küçük iki kişilik ya da tek kişilik oturma bölümleri işletmeciler tarafından tercih ediliyor.
Acıklı bir yardım çığlığı
Modern dünya, insanı yalnızlaştırmak istiyor çünkü yalnız kalan insan yolunu kaybeder, nereye gideceğini ve neye inanacağını şaşırır. Etrafında kendisini uyaracak, yoldaşlık edecek, rehber olacak kimseyi bulamayan ve derin bir yalnızlığa sürüklenen insan, bir müddet sonra kendisine televizyondaki, sosyal medyadaki, billboardlardaki reklamları rehber olarak görür, yalnızlığını o reklamlarla, o ürünlerle gidererek o büyük markaların müşterisi ve takipçisi olur. İnsan yalnızken ve tutunacak bir dalı yokken mânâyı yitirmeye yaklaşır, maddeyi yüceltip ruhunu yitirir.
Ruh aradan çekilince geriye beden kalır ve beden eğer bir ruh taşımıyorsa daimi olarak kendini öne çıkartmak ister. Günümüzde insan sürekli olarak kendisine bakılmasını, kendisinin görülmesini istiyor çünkü çok yalnız. Etrafımızda bizleri görecek, takdir edecek, dinleyecek, bize temas edecek birileri olmayınca huzursuzluğa kapılıyoruz, rahatsızlanıyoruz. Çünkü insanın en doğal ve en temel ihtiyacı ötekiyle olmak, ötekini duymak ve ötekine kendini duyurmaktır.
Günümüzde, fiziksel ve duygusal olarak öteki ile mesafemiz giderek artıyor. Buna bir de pandemi döneminin uzaklığı eklenince işler hepimiz için daha da zorlaştı. İnsanlarla evimizde ya da dışarıda vakit geçirmeye, misafir ağırlamaya eskisi kadar hevesli değiliz. Derdim elbette "nerede o eski günler" demek değil ama vaktiyle yapılan ev oturmaları, akşam misafirlikleri, pilav günleri bizleri hem bedensel hem de ruhsal olarak yakınlaştırıp kaliteli ve doyurucu bir iletişimin doğmasına sebep olurdu.
Derdimizi, sıkıntımızı, sevincimizi birbirimizin gözünün içine bakarak, onun yakınlığını ve dostluğunu hissederek anlatırdık. Bu hepimiz için sakinleştirici ve sağaltıcı bir etkiydi. Fakat şimdi toplantılar, görüşmeler, sohbetler, taziyeler, tebrikler hatta kız isteme merasimleri online platformlarda yapılıyor ve insan bir şeylerin kolaylaştığını düşünürken özün kaybolduğunu göremiyor.
Gösterinin cazibesi
Tabiatına uygun bir iletişim ve etkileşim sağlayamayan insan soluğu sosyal medyada alıyor ve orada görünmek, sakinleşmek istiyor. Bu görünme arzusu bazen attığı her adımı, günün 24 saatini fotoğraflayıp servis etme şeklinde, bazen de toplumun aykırı olarak gördüğü davranışları bile isteye sergileyerek gerçekleşiyor.
Sosyal medyada anormal ve aykırı davranışların daha çok "tık ve etkileşim aldığını" biliyoruz fakat burada temel amaç kişinin yoğun bir biçimde görünme arzusundan kaynaklanır. Toplumun sinir uçlarında dolaşan kişi bu tavırlarıyla aslında şunu söyler: "bakın buradayım, beni görün. İsterseniz bağırın, linç edin, kötü sözler söyleyin ama yeter ki benim farkıma varın, benimle ilgilenin." Bu acıklı bir yardım çığlığıdır aslında.
Çocukluğuma dair hatırladığım en net hatıralardan biri de komşularımızın düzenlediği altın günüydü. Hanımlar her ay bir evde toplanır gönüllerince sohbet edip sosyalleşirlerdi. Biz çocuklarda kan ter içerisinde kapıdan bacadan mutfağa girip bir şeyler aşırmaya çalışırdık. O kargaşa esnasında her zamankinden daha farklı görünen komşu teyzeleri görüp hınzırca gülerek evden yaka paça atılırdık. O komşu teyzeler ve yeni evlenmiş ablalar en şık kıyafetlerini giyer, eve girerken kapı eşiğinde çantalarından taşlı veya tüylü terliklerini çıkartır, kuyumcu vitrini gibi sahip oldukları tüm altınları üzerlerinde taşırlardı. Sohbetler de bir yerden sonra mühendis damatlara, doktor çıkan oğullara, Avşa'da yeni alınan yazlıklara bağlanır, sahip olunan ne varsa bir güzel ortaya serilirdi. Çünkü göstermek ve sergilemek hem doyum sağlama hem de karşı tarafa üstünlük sergilemeye yardımcı oluyordu.
O zamanlar altın günlerinde gerçekleşen bu gösteri çabası bugün aynı amaçlarla sosyal medyada gerçekleşiyor. Fotoğraf karesine "yanlışlıkla" giren Hermes çanta, Balenciaga ayakkabı, masada duran Mercedes anahtarı kişiye bir konum belirleme, alan açma, had bildirme ve güçlü görünme imkânı sunuyor.
1 ve 0'lardan oluşan kimliğimiz
Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı'nda şöyle diyor: "Herkes kendi görünümünü arıyor. Kendi varoluşunu ileri sürmek artık olanaklı olmadığından, ne var olmayı ne de bakılıyor olmayı dert etmeksizin "boy göstermekten" başka yapılacak bir şey kalmıyor geriye. Varım, buradayım değil; görülüyorum, bir imajım; bak bana, bak! Narsisizm bile değil bu; sığ bir dışadönüklük, herkesin kendi görünüşünün menajeri haline geldiği bir tür reklamcı saflığı."
İlk çağlardan bu yana insanlar sosyalleşme ihtiyacını karşılamak için ateş başında, köy odalarında, kıraathanelerde, çay bahçelerinde, kısır günlerinde toplanırlardı. Bugün ise aile/ komşu/arkadaş Whatsapp grupları, Discord kanalları, Twitter, Instagram gibi dijital mecralarda toplanıyoruz çünkü ötekiyle beraber olmak, ötekine kendimizi anlatmak istiyoruz.
Fakat günümüzde öncelik anlam değil gösteri olduğu için toplanma amaçlarımız genellikle başarıyı, güzelliği, mutluluğu sergileme üzerine oluyor. Eğer biz bu panayırda yoksak biliyoruz ki gerçek hayatta da dışlanacağız, sosyal ilişkilerimiz zayıflayacak ve sürekli olarak bir şeyleri kaçırmış ya da dünyaya yabancı gibi hissedeceğiz kendimizi.
Vaktiyle birbirimizi tanımaya çalışırken, sohbet ederken memleketini, kaç kardeş olduğunu, okulunu, tuttuğu takımı sorardık fakat şimdi tiz ve aceleci bir ses tonuyla "Instagram'ın var mı?" diye soruyoruz çünkü artık bizi tanımlayan ve önemli olan şey bu dünyanın gerçekliği ve bu dünyadaki varlığımız değil dijital evrendeki 1 ve 0'lardan oluşan kimliğimizdir. Facebook'un kurucusu Zuckerberg'in geçtiğimiz ay duyurduğu "metaverse" (evrenin ötesi) kavramına bir de bu açıdan bakmanızı tavsiye derim.
Bu filtreler gerçek değil
Gösterinin kendisini tartışılmaz ve devasa bir olumluluk olarak sunduğu evrende öte evrenin yaratıcıları insan modelleri de inşa etmekteler. Yeni evrendeki insan modellerinde benlik ortadan kalktı ve yerine dizayn edilmiş karakterler geldi. Bu gösteri evreninde hepimiz ahlak timsali, doğrucu, yardımsever, güzel, yakışıklı, havalı ve zengin insanlara dönüştük. Fotoğraf filtreleriyle hepimiz pürüzsüz ciltlere, daha zayıf bedenlere sahip olduk ve güzellik algımız buna göre şekillendi.
Şöyle bir çevrenize bakın metropollerde insanlar birbirine ne kadar çok benziyor değil mi? Çünkü değişen güzellik algısıyla beraber o filtrelerdeki güzelliğe ulaşmak için çeşitli göz, dudak, yanak ve daha birçok çeşit cerrahi operasyona kendi istekleriyle maruz kalıyorlar. Henüz 15 yaşındaki genç bir kız, cerrahi bir zorlama ile dayatılan sentetik ideal biçimleri kendisine ulaşılması gereken bir hedef olarak görüp bıçak altına yatmayı göze alabiliyor.
Fakat şunu unutmamak gerekir ki bu filtreler gerçek değil, bir kurgu ve bu kurgu yani filtreler içerik geliştiriciler tarafından değiştirilebilir, yeni bir "güzellik" algısı inşa edilebilir.
Yeri gelmişken hatırlatalım insana ve nesneye şahsiyet katan, değerli kılan ve ayıran şey kusurlarıdır. Tabiat gereği yaratılmış her şeyde görüntü itibarıyle bir pürüz vardır. Dümdüz ve pürüzsüz görünen bir camı çeşitli aletlerle yakından izlediğimizde gördüğümüz şey görüntü itibarıyla kusurlar ve pürüzler olacaktır. Unutmamak gerekir ki dünya kusurlarla ve modern dünyanın çirkinlik diye tabir ettiği güzelliklerle tamamlanır, anlam kazanır. Bunun aksi için mücadele etmek bizi ancak derin bir anlamsızlık çukuruna sürükler.
Günümüzde; temsil gerçeğe, kopya aslına, tasvir nesneye ve dış görünüş öze tercih edilmiş vaziyette. Bu döngüyü kırabilmek ve hakiki olana yaklaşabilmek için ihtiyacımız olan şey üzerimizde bir mücevher gibi taşıdığımız ruhumuzu yeniden hatırlamak ve hatırlatmaktır.