Sena Subaşı: Bu ortak zaferimiz

Bu ortak zaferimiz
Giriş Tarihi: 26.1.2021 12:51 Son Güncelleme: 26.1.2021 12:52
Yaptığım müzikte kültürel ve millî konulara yer veriyorum çünkü bizim ülkemiz 72 sene sovyetler birliği hâkimiyeti altında yaşamış. Bu dönemlerde bizim azatlığımızı boğmuşlar.

Azerbaycan'ın işgal edilmiş topraklarını geri aldığı Karabağ Savaşı'nda Azerbaycan ve Türkiye iki devlet tek millet olmakla kalmadı bir de tek yürek oldu. Bu duygu birliğini coşturan ve kaynaştıranlardan biri de Azerbaycan'ın simgesel sesi hâline gelen devlet sanatçısı Azerin oldu. Azerin'in bir dua gibi sinesinden okuduğu "Çırpınırdın Karadeniz" savaşın sürdüğü 44 gün boyunca yayılarak, paylaşılarak dillerden düşmediği gibi Azerbaycan, Türkiye ve dünyadaki Türkler arasındaki bağı perçinleyen bir millî katalizör vazifesi gördü. Bu sembol sanatçı Azerbaycan'ın, Karabağ'ın, "Çırpınırdın Karadeniz"in, Türklerin ve kendisinin hikâyesini, millî benliğin 72 yıl unutturulduğu Sovyetler dönemini ve hatırlamamız gereken daha pek çok şeyi Lacivert ile paylaştı.

Nasıl başladınız müziğe? Hikâyenizi en başından dinlemek isteriz.
Ben müziğe çok erken yaşlarda başladım. Sovyetler Birliği dönemindeyken güzel bir uygulama vardı. Küçük yaşlardaki yetenekli çocukları kreşlerde keşfediyorlardı. Ben de bir kreşe gidiyordum ve henüz beş yaşımdaydım. Şarkı söylemeyi çok seviyordum ve sesimi çok beğendiler. Ben beş yaşımda Azerbaycan Devlet Televizyonu ve Radyosu'nda çocuk solist olarak çıktım ilk önce. Böylece müzik serüvenim başlamış oldu. O zamanlar hocalarım yoktu tabii. Annem bana şarkı sözlerini, müziklerini öğretiyordu çünkü annem de zamanında güzel sanatlardan mezun olmuş ve çok güzel bir sesi var. En büyük arzusu beni sahnede ses sanatçısı olarak görmekti. Dokuz yaşımda Sovyetler döneminin Azerbaycan'ını dünyada temsil eden ve o dönemin bir numaralı çocuk orkestrası olan Cüceler'in solisti olarak devam ettim ve dünyanın birçok ülkesinde Azerbaycan'ı temsil ettim. 13 yaşımda da Azerbaycan Devlet Televizyonu ve Radyosu Menekşe Çocuk Korosu solisti olarak seçildim. Yani çocukluk yıllarım böyle müzikle geçti. Aklımda müzikten başka hiçbir şey yoktu. Bana "Büyüyünce hangi mesleği seçeceksin" diye sorduklarında direkt sanatçı olmak istiyorum derdim. Öyle de oldu.

Müziğinizde kültürel ve millî konularda çok duyarlı olduğunuzu biliyoruz. Neden bu kadar hassas davranıyorsunuz? Kendinizde nasıl bir sorumluluk hissediyorsunuz?
Yaptığım müzikte kültürel ve millî konulara yer veriyorum çünkü bizim ülkemiz 72 sene Sovyetler Birliği hâkimiyeti altında yaşamış. Bu dönemlerde bizim azatlığımızı boğmuşlar. Tarihçilerimizi, edebiyatçılarımızı, aydınlarımızı sürgün etmişler. Biz bu yüzden tarihimizi, edebiyatımızı bilemedik. Onun için bu bende hassas noktadır. Ben kendi kültürümüzle ilgilenmeye başladığımda ne kadar zengin bir edebiyatımız olduğunu gördüm. Şairlerimizi keşfettim. Tarihçilerimizin Sovyetler döneminde hapishanelere atılmış olduğunu, sözlerini istedikleri gibi söylemediklerini, şiirlerin, romanların yazılamadığını öğrendim. Bu o kadar hassas bir şeydir ki mesela sizlerin de bildiği "Mavi Boncuk" isimli şarkının sözleri, kendisine Türk dediği için 1937'de Stalin döneminde 29 yaşındayken kurşuna dizilen şair Mikail Müşfik'e ait olan "Sənə Qurban" şarkısıdır. Bundan kimsenin haberi yok ve böyle birçok eserimiz anonim biliniyor. Ben de bu yüzden kendimde sorumluluk hissediyorum. Sadece şarkı söyleyerek yaşayamam, aklımın ucundan bile böyle bir hayatı geçiremem. Söylediğim her şarkının altında neler yaşandı, hangi yılda kim tarafından yazıldı, neden kaleme alındı, bütün bunlarla ilgileniyorum. Bizim insanlarımıza ben ne öğretebilirim, beni dinleyenlere ben ne verebilirim diye düşünüyorum. Her Azerbaycan türküsünün altında büyük bir tarih yatar. "Sarı Gelin", "Laçın", "Çırpınırdın Karadeniz", "Şükriye" gibi eserleri insanlar söylüyor ama asıl hikâyesini bilmiyorlar. Bir nevi misyon olarak ben bunu kendimde vazife bildim ve tüm bunları çok şükür ki insanlarımıza bugün ulaştırabiliyorum.

Bu türkülerden biri olan ve sizin de çokça seslendirdiğiniz "Çırpınırdın Karadeniz"in hikâyesini bir de bize anlatır mısınız?
Ben, "Çırpınırdın Karadeniz"e hiçbir zaman bir şarkı gibi bakmadım. Dediğim gibi bir misyon üstlendim çünkü "Çırpınırdın Karadeniz" 72 sene boyunca bizlere unutturulan ve yaddaşlardan sildirilen bir eser. Söz yazarı 1937 yılında sırf "Çırpınırdın Karadeniz" gibi eserleri kaleme aldığı için kurşuna dizilen şair Ahmet Cavad'dır. Ahmet Cavad, "Çırpınırdın Karadeniz"i 1914 yılında Kafkas İslam Ordusu'ndan ilham alarak yazdı. 1918'de Kafkas İslam Ordusu'nun Azerbaycan'a gelip halkı soykırımdan kurtarması üzerine büyük bestekârımız Üzeyir Hacıbeyli zaferi kutlamak ve orduya minnet borcu olduğumuzu düşündüğü için bu eseri besteliyor. Bu yıl 102'nci yılını kutladığımız bu türkü bizim mirasımızdır. Bu eserin içinde büyük bir milletin tarihi, Azerbaycan Türklerinin var oluşu yatıyor. Ben 1995'li yıllarda bu eseri söylediğimde gördüm ki hiç kimse ne şairimizi ne de bestekârımızı tanıyor. Her yerde anonim olarak biliniyordu. Ben de bu eserin hikâyesini ve tarihini anlatmayı misyon edindim. Şu anda insanlarımız bu eserin hikâyesini biliyor ve tarihi esermiş gibi seslendiriliyor her yerde. Ben de bir vatandaş olarak çok mutluyum. Bugünlerde bizim vatan muharebemiz olan Karabağ Savaşı'nda "Çırpınırdın Karadeniz" insanlarımızın dilinden düşmedi. Her yerde sembol eser olarak seslendi. Ahmet Cavad'ın şiirinin bitişinde şöyle yazıyor: "Türk'ün şanlı bayrağını/ Turan ele asacağız." 2000 yılında ben bu eseri sahnede söylediğimde kalbimden "Azerbaycan bayrağını/ Karabağ'da asacağız" sözlerini eklemek geçti ve öyle de söyledim. Şarkının sözleri insanların dilinde bu şekilde kaldı. Sonra bunun iznini 2000'li yıllarda Ahmet Cavad'ın oğlundan aldım. "Kusura bakmayın, ben Ahmet Cavad'ın eserinin sözlerini böyle değiştirdim" dedim. O da "Ahmet Cavad yaşasaydı sözlerini böyle yazardı. Siz de iyi ki böyle söylediniz" dedi. O yıllardan beri bir nevi duaydı benim dilimde Azerbaycan bayrağını Karabağ'a asmak. Yaşamak, görmek istediğim ve olacağına inandığım bir duaydı. Bugün de Azerbaycan bayrağı Karabağ'da dalgalanıyor.

Azerbaycan, Sovyetler Birliği döneminden geçti. Siz az da olsa o dönemleri yaşadığınız. Azerbaycan için nasıl bir dönemdi Sovyet dönemi? Sizin yaşadığınız ve aile büyüklerinizin size anlattığı kadarıyla bahseder misiniz?
Ben 1971 doğumluyum. Yani 1971'den 1990 yılına kadar Sovyetler döneminde yaşamış biriyim. Sovyet sistemini şöyle anlatabilirim kısaca; 15 ülkenin beraber yaşadığı, tek bir sistemin hâkim olduğu, ülkeler arasında vizenin olmadığı bir devlet vardı. Ben çocukken Azerbaycan'ı temsil için başka ülkelere giderken dışarı çıkmamızı Moskova denetlerdi. Kim olduğumuzu, ailemizi araştırırlardı, ona göre çıkış izni verirlerdi. Sovyetler döneminin bize en güzel artısı eğitim sistemiydi diyebilirim fakat negatif tarafları çok fazlaydı. Mesela millî kimlik diye bir şey yoktu. Biz Türk olduğumuzu dahi bilmiyorduk. Bunlar yasaklı konulardı, konuşulmazdı. Din ve millî konular yasaklıydı. Bu sadece bizimle ilgili de değildi; Sovyetler Birliği'ndeki 15 ülkenin hepsi için geçerliydi. Hiçbir ülkenin vatandaşları ne dinleriyle ne millî kimlikleriyle ilgilenebilirdi. Kiliseler, mescitler kapalıydı. Çocuk yaşlarımdan hatırladığım kadarıyla namaz kılan çok azdı. Nineler evin içinde kılardı, camiye gidilmezdi. Ezan okunmazdı. Ahmet Cavad gibi, Hüseyin Cavid gibi bizim büyük mütefekkirlerimiz, aydınlarımız evlerinden alınıp sürgün edildiler, kendilerine Türk dedikleri için kurşuna dizildiler. Millî kimlik ve din kapalı bir mevzuydu ve yasaklıydı yani. Söz azatlığı yoktu. İnsanlar dinini istediği gibi yaşayamıyordu. Bize Moskova'dan her akşam saat 10.00'da haberler sunulurdu. Biz dünyada olan biteni sadece Moskova'dan anlattıkları kadar biliyorduk. Sadece Sovyetlerin tarihi öğreniyorduk, kendi tarihimizi yanlış biliyorduk. Bu yüzden Sovyetlerin bizden aldığı çok şey var. Bunlar sadece benim kendi gördüklerim.

19-20 yaşlarım tam Sovyetlerin dağılmasına denk geldi. Her şeyi anlıyor, her şeyi araştırıyordum o zaman. Azerbaycan hep bağımsız olmak istiyordu fakat Sovyetler buna izin vermedi. Kırılma noktası 20 Ocak 1990'dır. O tarihte halk sokaklara döküldü. Kendi bağımsızlığını istiyordu. Kızıl Ordu tankları Bakü'ye girdi. O dönemde 200'den çok insanımızı şehit ettiler. Kurşuna dizdiler, tanklarla ezip geçtiler. Biz bunlardan sonra 1991'de bağımsızlığımızı kazandık. Azerbaycan Cumhuriyeti yeniden kurulmuş oldu. Neden yeniden diyorum çünkü Azerbaycan, Türk- İslam coğrafyasında cumhuriyetini kuran ilk ülkedir. 1918 yılında Mehmed Emin Resulzâde ile Azerbaycan Cumhuriyeti kuruldu fakat bu cumhuriyet iki sene yaşadı. Daha sonra Rusya Azerbaycan'a girdi ve iki yıllık cumhuriyeti defederek yerine Sovyet Azerbaycan'ı kurdu. Aradan seneler geçti ve 1991 yılında ikinci defa cumhuriyet ilan edildi. Azerbaycan halkı azad bir cumhuriyet olarak yaşamak istedi ve şehitlerimizin kanıyla biz bağımsızlığımızı kazandık.

Sizin dil konusunda hassas olduğunuzu biliyoruz. Sık sık bizleri de düzeltiyorsunuz; "Azerice değil, Azerbaycan Türkçesi" diyorsunuz. Peki, bizim zihnimize neden "Azerice", "Kazakça", "Özbekçe" farklı bir dil ve farklı birer kimlik gibi yerleşti?
Azerbaycan Türklerinin 1937 senesine kadar nüfus cüzdanlarında millî mensubiyeti Türk yazardı. Stalin, Sovyetler Birliği'nin başına geldikten sonra bu değişti. Nüfus cüzdanlarımızda Azerbaycanlı yazılmaya başladı. Ortak coğrafyada yaşayan Türk soyundan gelen insanlara ve dillere de bu adlar verildi; Kazak-Kazakça, Özbek-Özbekçe, Azerice gibi. Bu, Türkleri bu coğrafyada birbirinden ayırmak için yapılan siyasetin neticesiydi diye düşünüyorum. Maalesef yıllarca bunu bize yapabildiler. Biz bugün bunu dile getirebiliyoruz. Mesela ben bana "Azeri" denilmesinden hoşlanmıyorum çünkü benim Azerilikle hiçbir ilgim yoktur. İran coğrafyasında çok eskiden beri Farslara ait olan Azeri bir topluluk yaşamıştır. Benim onlarla, onların da bizimle hiçbir ilgisi yok. Benim millî mensubiyetim Türk'tür. Ayrıca Azerice, Özbekçe, Uygurca diye diller yoktur. Bunlar sadece Türk dilinin farklı lehçeleri. Azerbaycan Türkçesi farklı lehçedir, Özbek Türkçesi farklı bir lehçedir. Sovyet döneminde ayrıştırmak için herkese ayrı ayrı diller verildi. Cumhuriyetlerimiz yeniden kurulduğunda biz şanslıyız ki eski cumhurbaşkanımız Elçibey'in döneminde Rus Kiril alfabesinden Latin alfabesine geçtik. Dilimiz de artık Azerbaycan Türk dili olarak yazılıyor. Bizim insanlarımızın bu konuya bakış açısı yakın zamanlarda değişmeye başladı, vatandaşlarımızda millî şuur var. Diğer Türk cumhuriyetlerinde de inşallah bu millî şuur oturur. Kazakistan da geçen sene alfabesini değiştirdi. Bizim de yardımcı olmamız gerekiyor. Mesela bugün dikkat ettiğimde Wikipedia'da Azerbaycan Türkleri değil, Azeri yazıyor.

Bunların baştanbaşa değişmesi gerek. TDK bunların değişmesinde girişimlerde bulunmalı. Benim de Wikipedia'da adıma sayfa açılmış ve Azeri sanatçı yazılmış. Biz de arkadaşlarımızla beraber başvuruda bulunarak Azerbaycan Türkü olarak değiştirdik. Bizim coğrafyamız çok büyük ama bu demek değil ki bizim dillerimiz farklı farklı. Coğrafyamızın dili Türk dili, milleti de Türk milletidir. Bunlar Stalin siyasetinin bir neticesiydi ama artık o dönemler yok. Bizi ayrıştırmak için, coğrafyamızda birlik olup güçlenmemizi engellemek için yapılan bu siyaseti de bizim dağıtmamız lazım. Ben bu dil konusunda hiç kimseyi suçlamıyorum.

Azerbaycan'ın kısaltılmış hâli olarak da Azeri diyor olabilir. Bu yanlıştır, bunun arkasında siyasi motiflerin yattığını bilmeliyiz. Dilimize sahip çıkmamız, millî şuuru kazanmamız ve insanları aydınlatmamız gerekiyor. Birlikte güçlenmenin yolu bu meseleleri düzeltmekten geçiyor. Edebiyatçılarımız, tarihçilerimiz, siyasilerimiz, herkes bu sorumluluğu üstlenmelidir diye düşünüyorum.

Azerbaycan, Hocalı Katliamı gibi zor süreçlerden geçti? Nasıl hatırlıyorsunuz o günleri? Millet olarak neler hissettiniz o günlerde?
Hocalı Katliamı bütün dünyada yaşayan Türkler için çok hassas bir mevzudur. 72 sene boyunca bize tarihimizi unutturmuşlar, biz millî kimliğimizin ne olduğunu bilmemişiz. Mesela biz Hocalı soykırımı Azerbaycan Türklerine karşı 20'nci yüzyılın sonlarında baş veren bir soykırımdır ama aslında tarihe bakarsak bu daha öncelerde de Azerbaycan Türklerinin başına getirilen bir hadisedir. 1918 yılında da Hocalı'da olanlar Azerbaycan coğrafyasında yaşayan insanlara yapılmıştı. O zaman da Ermeni Taşnakları Rus Bolşeviklerle birleşmiş, İngilizlerin desteğiyle Azerbaycan'a girmişler ve Azerbaycan halkını soykırıma uğratmışlardı. Ermenilerin "Büyük Ermenistan" kurma hayali olduğu için Çarlık Rusya'sından destek almışlar. O dönem bizim 50 bine yakın insanımız katledilmişti. Bunların içinde sadece Azerbaycan Türkleri yoktu, Azerbaycan'da yaşayan Yahudileri ve başka milletleri de katlettiler. Bize bu tarih unutturuldu. Bu katliam yaşanırken bizim aydınlarımız Osmanlı İmparatorluğu'ndan Enver Paşa'ya bir mektup göndererek "Burada Azerbaycan Türklerine soykırım yapılıyor. Bize yardım eder misiniz?" diye bir çağrıda bulunmuşlardı. Enver Paşa, üvey kardeşi Nuri Paşa'yı Kafkas İslam Ordusu'nun başına, Azerbaycan'a yollamıştı. Kafkas İslam Ordusu Azerbaycanlılara 45 gün eğitim vererek beraber Azerbaycan topraklarını işgalden kurtarmışlar, Ermenilerden ve Bolşeviklerden temizlemişlerdi. 15 Eylül 1918'de galibiyet ilan etmişlerdi. Demek istediğim odur ki bazen tarih tekerrürden ibarettir diyoruz ya doğru diyoruz. 1918'de olanlar 72 sene boyunca Sovyet döneminde hiçbir tarih kitabında yazılmadığı için unutuldu ve hatta bizim neslimizdekilerin hiç haberi bile olmadı. Aynı şey 1992'de Hocalı'da tekrarlandı. O tarihte Ermeniler Rus birlikleriyle topraklarımızı işgal ederek Azerbaycan Türklerine soykırım uyguladı. Çocuk, yaşlı, sivil demeden yaklaşık 600 insanımızı soykırıma uğrattılar. Bu hadise hiçbir zaman bizim hafızamızdan silinmeyecek çünkü bizi millet olarak yok etmek istediler ama yapamadılar.

Geçtiğimiz ay Ermenistan saldırısından bir zaferle ayrıldı Azerbaycan. Zaferi nasıl kutladınız?
Karabağ konusu bizim kanayan yaramızdı. 1992'den bu yana Karabağ'ın hasretiyle yaşadık. İşgal olunan topraklarda bizim insanlarımız katledildi, askerlerimiz mücadeleler sonucunda şehit oldu. O zamanlar bu kadar güçlü bir ordumuz ve ekonomimiz yoktu. 30 sene boyunca bizi Minsk Grubu adı altındaki bir ateşkesle uyuttular. Topraklarımız işgal edildi, Ermenistan'dan insanlarımız sürgün edildi. 30 sene boyunca biz sabrettik ama sonra anladık ki bu mesele böyle çözülmeyecek çünkü ateşkes diyorlardı ama bir ateşkes yoktu. Biz bu süre içinde hep şehit verdik. Biz de haklı davamızda toprak bütünlüğümüz için, savaşı bitirmek için savaşa girdik ve de şükürler olsun kazandık. Biz şunu da anladık ki hiç kimse bize bu toprakları tepside vermeyecek; bu toprakları kanımızla almak zorundayız. Sadece askerî değil, sivil şehitlerimiz de oldu. İnsanlarımızın üstüne roketler atıldı, çocuklarımız şehit edildi. Bunlar unutulacak şeyler değil. Bugün cennet Karabağ'da, Şuşa'da Azerbaycan bayrağı dalgalanıyor. Orada işimiz hâlâ bitmiş değil, temizlemeye devam ediyoruz. Düşman tarafından mayınlar döşenmiş her tarafa. Biz artık düşmanın bizim topraklarımıza neler yapabileceğini biliyoruz. Bu süreçte Türkiye Cumhuriyeti hem siyasi hem askerî hem manevi olarak bize çok destek verdi. Biz de dostumuzun kim, düşmanımızın kim olduğunu görmüş olduk. Kardeş Türkiye ile de artık karayoluyla birbirimize gidip gelmemiz sağlanacak. Bundan sonra birlikte yapacağımız güzel şeyler olacak. Güzel hikâyelerle yazılacak bizim şarkılarımız, türkülerimiz. Zaferimizi çok güzel kutladık, buradan da bir daha kutluyorum. Bu bizim ortak zaferimizdir. Dikkat ederseniz tarihte her zaman dünyanın herhangi bir coğrafyasında söz konusu Müslüman ya da Türk olunca maalesef dünya kör ve sağır olmuştur. Bunu değiştiremiyoruz. Ermenilere karşı Karabağ'da zafer çaldığımız şu günlerde gördük ki biz sadece kendimiz yapabiliriz. Susmakla hiçbir şey elde edemiyoruz, bu coğrafyada güçlü olmak zorundayız. Hem ekonomik hem siyasi güçlülük hem de birlik beraberlik bize gereklidir.

BİZE ULAŞIN