İbrahim Altay: KAZA

KAZA
Giriş Tarihi: 4.08.2025 16:00 Son Güncelleme: 4.08.2025 16:00
Tepeden tırnağa titriyorum. Renkler solmaya başlıyor. Birkaç damla soğuk ter sırtımda… Aklıma gelen ilk soruyu soruyorum: “Oğlum yaşıyor mu?” bu sorunun anlamını üzerinden yıllar geçtikten sonra bile kavramaktan acizim. “İkisi de hayatta” dediğini duyuyorum memurun. Koşmaya başlıyorum.

Yapay zekâ evladımıza şöyle bir soru yönelttim: "İnsanda kaç duygu vardır?" Kabaca "Rivayet muhtelif" diye cevap verdi bana. Hayatının en güzel yıllarını yalancıları teşhis etmek için heba eden, bu sırada şeş kaza hasbelkader Lie to Me dizisine ilham kaynağı olmayı başaran, Paul Ekman dostumuza göre temel duygular altı taneymiş: Mutluluk, üzüntü, korku, öfke, tiksinti, şaşkınlık…


Russel ve diğerlerine göre duygular iki temel eksen üzerinde at oynatıyormuş: Keyif ve keyifsizlik, yüksek ya da düşük uyarılmışlık… Bu ikinci ekibin kafanızı karıştırdığının farkındayım ama merak etmeyin; üçüncü, dördüncü hatta beşinci ekipler de var. Onlara sorarsanız kültürel ve sosyal olarak
şekillenen karmaşık duygular saymakla bitmezmiş. En son saydıklarında yüzün üzerinde çıkmış. Gurur duymak, utanmak, özlemek, acımak hatta minnet duymak bunlardan bazılarıymış.

"Peki" dedim yapay zekâ evladımıza, "Sen bu duygulardan herhangi birini yaşadın mı? Herhangi bir duyguyu tam olarak anlayabiliyor musun?" Pek tabii "Hayır, ben bu duyguları senin gibi yaşayamam!" diye cevap verdi bana. Zihinde ve bedende tezahür eden duygular ve deneyimler ona göre
değilmiş. Yani henüz yapay zekâ evladımız damdan düşmemiş. Garibanlık nedir, nasıl hissettirir bilmemiş; çünkü hayatında hiç gariban olmamış.


Oğlum yaşıyor mu?

Şimdi anlatacağım hikâye benim için garibanlık hikâyelerinin şahıdır, en dokunaklısıdır. Güneşli bir gündü. Son dersten çıkmış, Lindbrook Center'ın merdivenlerinde oturmuş, sabahtan beri kendilerinden haber alamadığım karımı ve henüz iki yaşında bile olmayan oğlumu arıyordum. Los Angeles'a
gelmelerinin üzerinden 20 gün bile geçmemişti. Muhite aşina değillerdi. Aynı binada yaşadığımız Suzan teyze vasıtasıyla ilk arkadaşlarını edinmişlerdi. 83 yaşında bir İstanbul Rumu olan Viron amca ve eşi 75 yaşındaki İstanbul Ermenisi Ayda Teyze… O gün onlarla buluşup kocası Türkiye konsolosluğunda çalışan bir kadının arabasına bakmaya gideceklerdi.

Bir kahve alıp merdivenlere geri dönüyorum. 'Başlarına bir şey gelmiş olmasın' endişesi kaplıyor içimi. Tekrar arıyorum. Bu defa bir kez çalıp açılıyor. Telefonun diğer ucunda bir erkek sesi. Telefonun sahibine olan yakınlığımı soruyor. Sen kimsin, diye soruyorum, telefonun sende ne işi var? Açıklama yapmadan önce bu kez de tam olarak nerede olduğumu soruyor telefondaki ses. Sonra "Ben" diyor, "Los Angeles Polis Departmanı'ndan bilmem kim.
Karınız ve oğlunuz bir trafik kazası geçirdi. Şu anda UCLA Hastanesi'nin acil servisindeler. Lütfen bekleyin, sizi almaya geleceğiz."

Tepeden tırnağa titriyorum. Renkler solmaya başlıyor. Birkaç damla soğuk ter sırtımda, ki bunu hayatımda yalnızca iki kez hissettim. Diğeri de bir arkadaşımızı güreşirken yanlışlıkla boğarak öldürdüğümü zannettiğimde idi. Aklıma gelen ilk soruyu soruyorum: "Oğlum yaşıyor mu?" Bu sorunun anlamını üzerinden yıllar geçtikten sonra bile kavramaktan acizim. "İkisi de hayatta" dediğini duyuyorum memurun. Koşmaya başlıyorum.

Ben hayatımda böyle koşmak görmedim. O sahneye şahit olduğunu bilahare bana anlatan evsiz dostumuz Richie'nin deyimiyle 'aklımı kaybetmiş gibi' koşuyorum. Yollar, yoldaki işaretler siliniyor. Trafik ışıklarını tanımıyorum. Karşıma ne çıkarsa çıksın içinden geçerim zannediyorum. Çarpmamak
için ani fren yapan bir arabanın kaportasının üzerinden zıpladığımı hayal meyal hatırlıyorum. Nerelerden nasıl geçtiğimi, yolu nasıl bulduğumu, sırtımdaki çantaya ne olduğunu hatırlamıyorum. Kapıdaki güvenlik görevlilerine çarparak dalıyorum acil servise. Arkamdan koşturanlara, sorular soranlara, beni kollarımdan tutarak sakinleştirmeye çalışanlara aldırmadan teker teker kontrol ediyorum odaları. Nihayet birinde karımın yana kaykılmış baygın yüzünü görüyorum. Ölmemiş belli ki. Fakat şişmiş sol ayağı kırık bir tahta gibi sallanıyor askıda. Rahat nefes alabilsin diye sanırım, elbiselerini kesmişler. Çarşafı kaldırıp bakmaya çalıştığım sırada bir el tutuyor elimi.

Gözyaşları

"Sen" diyor "İbrahim olmalısın. Bu kadın sürekli senin adını sayıkladı." Konuşan bir doktor. Bu sırada telefondaki sesin sahibi olan iri kıyım polis memuru da koluma girmiş. Kan kaybından bayılan karımın her uyanışında kendisine müdahale etmeye çalışan doktorlarla mücadele ettiğini ve sürekli adımı söylediğini anlatıyor doktor bana. Ne kadar şanslı olduğumu anlatıyor…

İrikıyım polis memuru hızlıca ifademi almak istiyor ama oralı olmuyorum. Bütün sorulara "Oğlum nerede" diye cevap verip odalarda onu bulmaya çalışıyorum. Hemen yanımızda biten ve beni sakinleştirmeye çalışan hemşireleri düşman gibi görüyorum. Oğlum öldü ve benden saklıyorlar mı acaba? Kurtulmuş olsaydı burada, acil serviste bir odada olmaz mıydı? Nihayet uzun boylu, orta yaşlı, doktor önlüklü bir kadın çıkıyor karşıma, sarılıyor bana ve aynı sözleri fısıldıyor kulağıma: "Merak etme, oğlun yaşıyor." Onu görmek istediğimi söylüyorum. Koluma girip "hadi gidelim" diyor. Birlikte bir asansöre binip altıncı kata çıkıyoruz. Bir yanım halen beni kandırdıklarını düşünüyordu. Bu yüzden o asansörde neler çektiğimi, bunun da nasıl bir garibanlık olduğunu anlatmaya gücüm yetmez.

Asansörün kapısı açılır açılmaz bir ses doluyor içeriye. Nerede duysam tanıyacağım bir ses bu. Oğlumunağlaması… Oğlum ağlıyor ve benim içimi anlatılmaz bir sevinç kaplıyor. Adeta damarlarımdaki kan yeniden akmaya başlıyor. Babalar oğullarının ağlamasına nadiren sevinir. Ben iki kez sevindim mesela, diğeri doğduğunda idi. Hızlı adımlarla sesin geldiği yere doğru yürüyorum, odanın önüne geliyorum ve bir an duraklıyorum. Gördüğüm manzara sebebiyle kapıdan girmeye korkuyorum…

Canım oğlum… Zavallı yavrum… Yüzünün bir yarısı sürtünmenin etkisiyle boydan boya yanmış. Kafasına ve vücudunun çeşitli yerlerine kablolar bağlamışlar. O kablolar arkadaki bir ekrana bağlanmış. Grafikler…

Aziz Ertuğrul

Sanki kokumu alıyor. Dönüp bana bakıyor birden. Bırakıyor ağlamayı. Ellerini kocaman açıp kollarını bana doğru uzatıyor. Koydukları beşiğin demirlerine tutunarak bana doğru zıplamaya çalışıyor. Koşup tutuyorum onu. Kollarıyla boynuma sarılıyor ve sıkıyor, sıkıyor… Bense korkarak dokunuyorum ona. Gözyaşlarım oğlumun çıplak bedeninde süzülüyor. Sevinçten ağlanır mı demeyin, sevinçten ağlıyorum.


Bir anlığına kollarını gevşetip geri çekiliyor. Gözlerimin ta içine bakarak yüzümü seviyor. Bu defa ben sımsıkı sarılıyorum ona. Çevremizdeki bütün sesler ve görüntüler, şaşkınlıkla bizi izleyen hastane personeli yok oluyor ve o anda dünyada oğlumla ben yalnız kalıyoruz. Kaç dakika, kaç saat elleriyle boynumu sıktı hatırlamıyorum. Nihayet yoruluyor, sakinleşiyor ve uykuya dalıyor. Onu yavaşça beşiğine uzatıyorum.

Kafamı kaldırdığımda beni oraya getiren doktorla karşılaşıyorum. Elinde bir ayıcık tutuyor. Alıp yanına koyuyorum, oğlum gayriihtiyari sarılıyor ona. Kesik kesik uyuyor. Bazen aniden sıçrıyor yatağından, karşısındaki sandalyede oturuyor muyum, gözlerim açık mı diye bakıyor ve beni orada görüp uyumaya devam ediyor.

Sonraki on günüm hastanede geçti. Hastane hatıralarımı uzun uzun anlatmak niyetinde değilim fakat iki hususu anlatmak isterim. İlki, oğlumun hastanedeki misyoner doktorlar tarafından aziz ilan edilmesidir. Bir vakitler bindiği uçak düşen ve bu kazadan canlı kurtulan tek kişi olmakla iftihar eden Viron amca bu kazada hayatını kaybetmiş, karısı Ayda hanım ise yatalak kalmıştı. Doktorların hemen hepsi küçücük bir çocuğun bu kadar ağır bir kazadan, hiçbir kalıcı hasara maruz kalmadan sağ çıkmasını mucize olarak değerlendiriyordu. Oğlumun 25 Aralık günü, yani onların inanışına göre Hz. İsa ile aynı gün, doğmuş olması; adının Ertuğrul, yani onlara göre meşhur kral Arthur'la aynı olması bu inanışlarını pekiştirmişti. Ziyaret yerine gelir gibi hastane odasının kapısına geliyor, toplanıp toplanıp dağılıyorlardı.

Soya sütü

İkinci hadise de şudur: Oğlum uyuduğunda doktor bana çocuğa verilmek üzere süt almam gerektiğini söylemişti. Yine deli gibi koşarak en yakın markete gittim. En pahalı sütlerden iki bidon alıp koşarak döndüm. Birkaç gün sonra karım ikinci ameliyatına girecek, aynı saatlerde oğlum taburcu
edilecekti. Ben hastaneden ayrılamayacağım için oğlumu birine emanet etmem gerekiyordu. Bugün memleketimizde herkes tarafından tanınan, kendisinden izin almadığım için adını buraya yazmayacağım bir arkadaşım, Allah kendisinden razı olsun, Washington'dan gelerek Ertuğrul'u güvenilir bir ailenin yanına götürmüştü. Bir hafta sonra hastaneden annesi de taburcu olunca gidip oğlumu aldım.


Ertuğrul iyice kendisine gelmişti ve ben kendisine bakan aile ile tanışmak için otururken paytak paytak ortalıkta dolaşıyor, evdeki küçük çocukla oyunlar oynuyordu. Evin hanımı bir biberona süt doldurup getirdi ve Ertuğrul'a verdi. Ertuğrul büyük bir iştahla içmeye başladı. Arkadaşım bana dönüp sordu: "Hastaneden bize soya sütü verdikleri için biz de soya sütü verdik Ertuğrul'a. Daha mı yararlıymış, neden soya sütü?" O zaman anladım ki ben o telaş sırasında yanlışlıkla normal süt yerine soya sütü almışım ve garibim bir hafta boyunca onu içmek zorunda kalmış. Peki, bu da garibanlık değilse nedir?

BİZE ULAŞIN