Yıllardır "Çağımızın en önemli meselelerinden biri" diye başlayan bir yazı yazmak arzusundaydım. Ancak fırsat bulabildim. Bunun için Lacivert mecmuasına teşekkür ederim.
Değerli okur! Çağımızın en önemli meselelerinden biri mitomanidir. Bendeniz "yalan söyleme" ya da "gerçeği çarpıtma" hastalığı olarak ifade edilen bu arazın özel bir türüyle yakından alakadarım. Buna kısaca "bir helikopterden diğerine atlarken şarjör değiştirme sendromu" adını veriyorum.
İzah edeyim: Öncelikle bir tane "olduğumuz kişi" var. Bir tane de, insan cihanda hayal ettiği müddetçe yaşar, "olmak istediğimiz kişi" var. Âdemoğlu bu ikisini birbirine karıştırmaya, özellikle ikinciyi birincinin yerine ikame etmeye meyillidir. Bunu yapmayan, yani hikâyeyi değiştirmeyen yok denecek kadar azdır. Kimi zaman bu ikisi birbirine yakındır, minik rötuşlar, baca temizlikleri, cila faaliyetleri yeterli olur; kimi zamansa bu iki kişilik bir uçurumun iki yakasında kalmıştır. Netice aynıdır. Yani sadece hikâyeyi az değiştirenler ve çok değiştirenler vardır. Bu da zaten kendisini belli eder.
Yanlış hatırlamıyorsam 2009 yılıydı. Los Angeles'ta idim. Her sabah erkenden kalkıyor ve soluğu Westwood'daki tarihi Fox sinemasının
yanı başındaki kafede alıyordum. Ücretsiz yerel gazeteleri karıştırıp kahvemi içerken oradaki evsiz ve evsiz namzedi dostlarımla dünya ahvaline dair konuşmalar yapmak hoşuma gidiyordu.
Los Angeles'ın bu kısmında çok sayıda İranlı yaşıyordu. 1979 yılındaki devrimden hemen önce ya da sonra kaçıp Amerika'ya sığınmışlardı. Fakat yoksul göçmenler olarak değil. Valizler dolusu paralarla gelmiş ve hemen emlak işine girmişlerdi. Mortgage sisteminin açıklarını iyi tespit etmiş
ve bundan muazzam bir rant sağlamışlardı. Şöyle ki: Getirdikleri parayla birer ikişer bina almışlar, o binalardan topladıkları kiralarla hemen yanlarındaki iki binayı alıp onun taksitlerini ödemeye başlamışlardı. Bir bina iki binaya, iki bina dört binaya, dört bina sekiz binaya dönüşmüş ve bu yolla epey zenginleşmişlerdi. Tabii ki aralarında bir önceki bölümde anlattığım arkadaşım gibi fakir ve düşkün insanlar da vardı. İlginç olan bu İranlı nüfusun bir kısmının Musevi olmasıydı. İranlı Yahudi olur mu demeyin, bal gibi de olur.
İki sinek destanı
İran'da yapılan seçimleri Ahmedinejad ezici bir üstünlükle kazanmıştı. Haliyle bu durum Willshire Bulvarı üzerindeki Federal hükümet binasının önünde büyük dalgalanmalara yol açtı. Büyük dediysem Los Angeles için büyük. Birkaç yüz İranlı protestocu ellerindeki dövizleri birbirine
devrederek binanın önünde nöbet tutuyordu. Daha az gariban olan birkaç kişi de onlara yemek ve su dağıtıyordu.
İran meselesi böylece gündemimize girmiş oldu. Misal vermek gerekirse… İki sinek hikayesi bizi birkaç gün meşgul etti. Canlı yayında Obama'ya bir sinek musallat olmuş, Obama onu bir hamlede yakalamıştı. Öte yandan bir konuşması sırasında kulağının dibinde vızıldamaya başlayan bir başka sineği Ahmedinejad çok uğraşmasına rağmen bir türlü yakalayamamıştı. Bu farklılıktan yola çıkarak son derece derin ve manalı analizler yapıldı.
Bir sabah gittiğimde konsey masası çoktan kurulmuştu. Richard her zamanki sarkastik tavrıyla beni girişte karşıladı ve meclisimize yeni katılan uzun saçlı, beyaz yüzlü ve renkli gözlü bir şahsı işaret ederek şöyle dedi: "Dinle, bak! Arkadaşımız neler anlatıyor!"
Bu yeni arkadaşımızın adı Gino idi. Kendi iddiasına göre Yahudi'ydi. O sabah hararetli bir şekilde Hitler'e yapılan suikast girişimlerini ve bu girişimlerin neden başarısız olduğunu anlatıyordu. Her defasında şunu eklemeyi ihmal etmiyordu: "Ben orada olsaydım, Hitler'i mutlaka öldürürdüm, dünyayı kurtarırdım."
Birlikte oturduğumuz kişilerden biri ilerleyen zamanlarda kendisinden söz edeceğim 'vaiz' lakaplı siyahi bir dostumuzdu. Kendisini tutamayıp şöyle dedi: "Ölmüş bitmiş bir adam hakkında konuşmak kolay. Cesaretin varsa İran için bir şeyler yap. Oradaki kardeşlerimiz zor durumda."
Gen havuzunun ehemmiyeti
Gino cesaretinin ve şecaatinin sorgulanmasından pek hazzetmedi. Hemen ayağa fırlayıp şeceresini sayıp dökmeye başladı. Baba tarafından büyük büyük dedesi Amerika'nın en namlı generallerinden biriymiş. İç savaşta gösterdiği kahramanlıklar hakkında sayısız şarkılar yazılmış. Bütün genç
kızlar ona âşıkmış. Bütün okullarda onun hayatı anlatılırmış. Arama motorlarına girince hakkında yüzlerce sayfa çıkıyormuş vesaire vesaire… Bilahare baktığımda o isme sahip bir general olmadığını, Gino'nun iki farklı generalin isim ve soyadlarını birleştirmiş olabileceğini fark ettim.
Anne tarafından büyük dedesi ise Ekvador'da ihtilal yapmış büyük bir devrimci imiş. Bu iki hayat ağacının nasıl bir araya geldiğine dair sorularımızı yanıtsız bırakmış olsa da Gino'ya inanmış gibi yaptık. Zaten babası da Güney California'daki en büyük harita fabrikasında çalışıyormuş, o da çocukken bu fabrikayı birkaç kez ziyaret etmiş. Yani Gino bize şunu anlatmaya çalışıyordu: İran meselesini çözmek için ihtiyaç duyduğum müktesebat
onun genlerinde mevcuttu. Buna da ikna olduk. Hatta hayranlık duyduk dahi denebilir.
Sıra, özelde Ahmedinejad hükümetini, genelde İran rejimini nasıl devireceğimizi planlamaya gelmişti. Gino bize planların hazır olduğunu söyledi. Gözlerimizi kocaman açıp dinlemeye başladık. Şimdi İran'da milli bayram günleri filan var mı? Evet var! O günlerde askerlerin çoğu törenlere katılmak için başkentte toplanıyorlar. Evet, bazı toplanmalar oluyor. İşte onlar toplanınca biz de onların etrafını çevireceğiz. Teslim olun, silahları bırakın, diyeceğiz, onlar da bırakacaklar.
Komutan aranıyor
Bu dâhiyane plan karşısında elbette bizim bazı sorularımız oldu. Silah yok, dedik. Kuzey California'da yerini kimsenin bilmediği bir av tüfeği fabrikası varmış. O fabrika Gino hariç kimsenin bilmediği yeni bir tüfek üzerinde çalışıyormuş. Öyle böyle bir tüfek değilmiş bu. Asker yok, dedik. Akdeniz'deki gemi kaptanları, Kıbrıs'taki liman komiserleri, İsrail'deki savaş kabinesi, hepsi Gino'nun yakın arkadaşları ve adamlarıydı. Hatta birçoğu harekete geçmek için ondan işaret bekliyordu.
Bu bilgiler tabii ki bizi rahatlattı ama halen çözmemiz gereken mühim bir sorun daha vardı. Komutan kim olacaktı? Aramızda bu işe en layık kişi hiç şüphesiz Gino'nun kendisiydi. Bu kanaatimizi ifade ettik. Başkomutan olup başımıza geçmesini istedik. Bunu düşünmek için biraz zamana ihtiyacı olduğunu söyledi.
Kararını açıklamasını sabırsızlıkla beklediğimiz Gino'yu ancak bir hafta sonra görebildik. Üstelik bir hafta önce gördüğümüz kişiden epeyce farklıydı. Ayakkabıları yeniydi, üstünde başında yepyeni kıyafetler vardı. Üstelik yalnız değildi, yanında kız arkadaşı vardı. Önce "sadece arkadaşız" filan dedi ama biz ona inanmadık. Nitekim birkaç ay sonra kızcağızın hamile olduğu ortaya çıktı ve Gino ile her yerde saç baş kavga etmeye başladılar.
Sosyal hizmetler
Efendim, olay şöyle cereyan etmiş. Gino, aylık çekini almak için sosyal hizmetlere gidiyor. Sıranın kendisine gelmesini beklerken kendisiyle aynı kaderi paylaşan bu genç hanımla karşılaşıyor. Fazla konuşmadığı ve tuhaf tepkiler verdiği için yarım akıllı olduğuna hükmettiğim bu kızcağızla her nasılsa bir anda kaynaşıyorlar. Sosyal hizmetlerden birlikte çıkıp, ellerindeki çekleri kullanarak önce yeni kıyafetler almaya sonra da orta halli bir motele gidiyorlar. Paralar suyunu çekene kadar sınırsız duş, sınırsız televizyon ve mümkün olduğu kadar oda servisi… Sonra yine sokaklar…
Nasıl Çin ipeği Türk akıncıları yumuşattıysa kısa süren bu refah dönemi de Gino'yu yumuşatmış, büyük bir stratejik deha olarak bize liderlik etmekten
vazgeçmişti. Aksine, tuhaf şeyler satan bir iş adamına dönüşmüştü. Zaten hem anne hem de baba tarafından bütün dedeleri ticaret erbabı değil miydi? Siyah ipeğin fotoğraf makinesinin icadından önce çekilmiş bir fotoğrafını almak ister misiniz? Ya da Salvador Dali'nin hiç bilinmeyen bir heykelini. Üstelik size maliyeti sadece yeni kıyafetler, bir haftalık otel ücreti ve yemek olacak sadece.
Gino'nun satmaya çalıştığı eser ve ürünleri gören olmadı. Yalınız vaiz her defasında bu yapıtların varlığı konusunda hiçbir şüphe olmadığını söylüyordu. Gino'nun bir pazarlamacı edasıyla bizi ikna etmeye çalışması hoşumuza giderdi, çünkü pek konuşmayan bu gariban kız Gino'yu mesleğini icra ederken görünce son derece gururlu bir tavır takınır, eşini hayranlıkla izler, mutlulukla gülümser, bazen de çok abartılı bir söz duyduğunda ellerini küçük bir çocuk çırparak onu desteklerdi.
Sokakta doğan…
Bu ikisi kâh dargın kâh barışık aylarca etrafta dolaştılar. Bazen onları kütüphanede de görürdüm. Kitap okurken değil, sadece otururken. Araları nasıl olursa olsun sosyal hizmetlerden alacakları yardım çekini almaya mutlaka birlikte gider ve sonrasında bir süre ortalıkta görünmezlerdi. Bu böyle sürdü, ta ki kızcağızın karnı iyice burnuna gelene kadar. Çocuğun doğmasına birkaç hafta kala Gino ortadan kayboldu. Adeta sırra kadem basmıştı ve bir daha onu gören olmadı. Kadıncağız çocuğunu sokakta doğurdu ve halen gözlerim dolarak hatırlarım, kızını doğururken kan kaybından öldü.
Bu ölümü bize cenaze törenine katıldığını iddia eden vaiz haber verdi ve şöyle dedi: "Bu zavallının annesi de bunu doğururken ölmüştü. Ne derler bilirsiniz: Sokakta doğan sokakta ölür."
Peki, dostlarım, sorarım size, bu garibanlık değilse nedir?