Ahmet Özhan: SES, SÖZ, SEVGİLİ

SES, SÖZ, SEVGİLİ
Giriş Tarihi: 26.05.2025 17:57 Son Güncelleme: 26.05.2025 19:16

Sınırsızlık ihata edilemez

İnsan iki veçheden müteşekkil bir varlık. Birinci veçhesi gurur, kibir, ben merkezli bir bakış açısı, nefsaniyet, kıskançlık, haset, kindarlık gibi duyguları mündemiç. Diğer veçhesi ise Şeyh Galib'in "Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan demsin sen." şeklinde ifade buyurduğu gibi âlemin gözbebeği olması. Burada sadece kendini değerlendirme farkından bahsedebiliriz. Diğer bir ifadeyle, nasıl bakarsanız öyledir insan. Yani hakikatini bilmek gibi bir beceriye ve kabiliyete sahip olduğu kadar nefsaniyetin vermiş
olduğu her türlü melanete uğrama tehlikesi de var.

İbn Arabi Hazretleri Fususu'l-Hikem'de şöyle buyurur: "İnsanı tarif ve tahdit edeceğimiz zaman konuşan hayvandır, deriz. Konuşma onun bâtını, hayvanlık vasfı ise zahiridir. Bir tarafta hayvan, öteki tarafta ahadiyyet sırrını taşıyan bir halifedir insan. Her ikisinin ortak ve ayrı ayrı hakikatleri mevcuttur ki onda bâtındır ve Hak onun had ve tarifinde tarif edilendir. İşte her bir tarif ve tahdit olunan şey de böyledir. Çünkü her tarif edilmişte bir taraftan genelle ortak bir husus ve diğer taraftan kendine has ayrı bir husus vardır. Hak her bir şeyin had ve tarifinde bâtındır. Bundan dolayı her ne vakit bir şeyi tarif ve tahdit etsek, Hakk'ı tarif ve tahdit etmiş oluruz. Çünkü o şeyin zahiri, Hakk'ın Zahir isminin görülme yeri ve bâtını da Hakk'ın Bâtın isminin görülme yeridir. Görülme yeri ise ahadiyyet itibariyle zahirin aynıdır."

Kimine bâtın, kimine zahir

Bâtının bâtınlık vasfı bizim müşahedemizi yetersizliğinden kaynaklanıyor. Mesela bir çocuk içi bâtın yani gizli olan hal, baba için zahirdir. Babanın bildiği şeyi çocuk henüz bilemez. Maddi alemde böyle olduğu gibi, manevi alemde de öyledir. Müptedi derviş yolculuğa daha yeni başladığı için onda
birtakım görüş yetersizlikleri olması çok doğaldır. Fakat müptedi dervişe bâtın olan birçok şey mürşidine zahirdir. Burada istidattan bahsetmiyoruz, o anki halden bahsediyoruz.

İstidattan bahsedersek, herkesin istidadî zahiri ve bâtını kendine aittir. Biz genel bâtın ve zahirden bahsediyoruz. Şeyhü'l-Ekber az önceki iktibasa devamla buyurur ki: "Ve lemin suretleri ve parçaları ayrıntılarıyla kavranmış ve çevrelenmiş değildir. Çünkü sonsuzdur." Öyleyse biz, sonluluk algısıyla kozalanmış, başlangıç ve son konusunda şartlanmış olan beyin veri tabanımıza bu sonsuzluğu nasıl yerleştireceğiz? Peşinen söyleyelim ki yerleştiremeyiz. Çünkü Efendimizin buyurduğu gibi sonsuzluk Zat'a ait bir şeydir, Zat'a müteallik malumatsa bize verilmiş değildir. İşte gayba
iman tam olarak burada ortaya çıkıyor. Sonsuzluk, başlangıçsızlık, Cenab-ı Hakk'ın hüviyeti bizim aklımızın ereceği bir şey olmadığından dolayı burada gayba iman ederiz. "Öyle mi diyor? Eyvallah, Hu" demek lazım.


Biz bugün o kadar gelişmiş teknolojiye rağmen fizik âleminin bile belki çok küçük bir kısmını görebiliyoruz. Henüz keşfedilmemiş nice âlemler var. Fizik âleminin bile büyük çoğunluğu bize bâtın iken, ilm-i ledün sahiplerine ayan olan malumatı tahayyül etmek çok zor. Bize bâtın gelen malumat, piran-ı izam hazeratına hep zahir. Onlar "zülcenaheyn" olmak itibariyle zahir ve bâtın ilimlere vakıf insanlardır. Bâtın ilim, Cenab-ı Hakk'ın nedensiz bir şekilde ehlinin gönlüne akıttığı aydınlıktır. Büyüklerimizin öyle lütuflara uğramışlıkları var ki onların kapasitelerinin ve müşahedelerinin boyutu bizim
tahminlerimizin ötesinde.

"Açın kapıyı, Selçuk'um geldi"

Yeri gelmişken, "Tatlıcı Ali Abi" ismiyle maruf Bandırmalı Ali Efendi'den bir menakıp nakledeyim. Merhum Selçuk Eraydın Hoca ile Ali Efendi, baba-oğul gibiydi. Hatta Selçuk Hocanın çocukları Ali Efendi'ye "Ali Dedem" diye hitap ederlerdi. Hoca merhum bir Mirac Kandili gecesi camiden evine dönerken bir trafik kazasında rahmet-i Rahman'a kavuştu. Tam kazanın yaşandığı esnada, Ali Efendi "Açın kapıyı, Selçuk'um geldi" demiş. Hadiseden bir saat kadar sonra da Selçuk Hocanın kızı, babasının vefat ettiğini telefonla haber veriyor. Bandırmalı Ali Efendi'nin Neyzen Tevfik'le meşhur bir fotoğrafı vardır. Neyzen Tevfik bir koltukta oturuyor, Ali Efendi Hazretleri de ayakta, kıyam halinde duruyor yanında. Çünkü Ali Efendi, Neyzen
Tevfik Hazretlerinin zahir haline aldanmayıp onun bâtınındaki derecanını biliyor. Hayatın başka bir lezzeti bu haller… Bu yüzdendir ki, insanın zahire aldanıp kimseyi hor ve hakir görme lüksü yoktur.

"Oysa sınırlar eşyanın suretlerini ve onların hakikatlerini ihata ettikten sonra bilinen olur." diyor Hazret-i Şeyhü'l-Ekber. Tabii Cenab-ı Hakk'ın zâtiyetini niye bilemeyiz? İhata etme şansımız yoktur da ondan. Sınır olmadığı için, ihata edemediğimiz için de onu tam manasıyla kavrayamıyoruz. Hem hissen, hem manen, hem de fiziken.

İbn Arabi Hazretleri devam ediyor: "Ve mademki onların sınırları bilinmiyor, o halde Hakk'ın sınır ve tarifi de mümkün değildir. Ancak standart olan ve ihata olunan, sınırları ve tarifleri bilinen şey, her âlem için o âlemin suretlerinden oluştuğu kadardır." Her boyutun kendine göre bir zahiri ve bâtını
vardır, dedik. Zahiri için vücut söz konusudur. Biz bu alemden göçtükten sonra misal âlemine geçeceğiz. Orada da tamamen soyut olmayacağız, o boyutun icabınca belli oranda somut olacağız. Melekûta geçildiği zaman o boyutun icabına göre, cennet âlemine geçildiği zaman da boyutsal ve tadımsal özelliklerine göre algılayabilecek bir mekanizma var olacak bizde. Cenab-ı Hak, bizim bu tarif ettiğimiz vücuttan münezzeh olduğu için sınır ve tariften de münezzeh.

Gören, işiten O'dur

Biz Hakk'ı sıfatları üzerinden tanımaya çalışırız. Varlık âlemi Cenab-ı Hakk'ın Alîm isminin açığa çıkışından başka bir şey değildir. Murad-ı İlahi, Alîm ismindeki bütün ilmi suretleri açığa çıkarmış ve sonsuz boyutsallıkta sonsuz ilmini, sonsuz estetiğini, sonsuz hikmetlerini seyretmektedir. Dikkat buyurun, yukarıdan bir yerden seyretmiyor. Her mahlûkun algısı O'nun algısıdır. Her mahlûktan o mahlûk kesiti itibariyle yine kendini değerlendiren O'dur. Varlığı böyle analiz etmemiz gerekiyor çünkü "tevhid" denen hal böyle ortaya çıkabilir ancak. Ötekisiz bir kavrayışla kavrayacağız. Vahdetin
vahidiyet olarak, birleyici olarak açığa çıkışı ve her izafi birin kendi algısında izafi kesreti ve o izafi kesret içerisinde mutlak vahdeti seyretme zevkidir. Dolayısıyla gören Allah'ken sen "Ben görüyorum" zannediyorsan fitne burada ortaya çıkıyor. Hâlbuki insan halifedir, insana verilen gözle O'nun adına bakacak insan; nefsinin adına bakmayacak.

İbn Arabî Hazretleri devam ediyor: "Âlemin suretlerinin standart olmaması budur ki, Hakk'ın zat işleri olan isimlerin sonu yoktur. Bu isimleriyle Hak ezelen ve ebeden tecelli eder, durur. Ve bu isimlerin suretleri olan 'ayn'lar da o tecellileri devamlı olarak kabul eder ve bu âlem suretleri ve nakışları sürekli olarak var olur." Her an yeni bir şan (şe'n) alarak tecelli eder; bir an önceki şanla bu anki şan aynı değildir. Ama biz aradaki farkı yeteri kadar göremiyoruz. Bunu görememenin, idrak edememenin sebebi, bu kabiliyetin bize verilmemiş olmasından değil, idrak mekanizmasını işletemememizden kaynaklanıyor. Bebekler, dikkat ettiyseniz, bizim göremediğimizi görür gibi hallere girerler; gülerler, bakarlar, birtakım hâllenmeler yaşarlar. Çünkü onun, geldiği âlemle ilişkisi vardır; orayı unutmuş değildir. İnsan dünyayla temas ettikçe zamanla zulmete girer ve letafetini kaybeder. İşte bütün meselemiz o letafeti aramaktır. Başka yerde bulamayız onu, kendi hakikatimizde bulacağız.

BİZE ULAŞIN