Ahmet Özhan: SES, SÖZ, SEVGİLİ

SES, SÖZ, SEVGİLİ
Giriş Tarihi: 26.05.2025 17:30 Son Güncelleme: 26.05.2025 17:30

Ötekisizlik metafiziği-2: Vahdetin idrakine ermek

İnsanların kendilerine dair bilinçleri ve ikinci farkındalıkları, bu alemde zuhur edince ortaya çıktı. Hakikatlerin âlem-i lâhut, âlem-i ceberut, misal âlemi ve şuhûd âlemine kadar zuhuru aslında bir tür kendi hallerinin farkındalığına ulaşma sürecidir. Âlem-i ceberut, tekil kudretin açığa çıktığı mertebedir. Âlem-i melekut izafi birimlerin açığa çıktığı mertebedir. Misâl âleminde şuhûd mertebesinde oluşacak hallerinin yarı farkındalığı oluşmuştur. Bu mertebede Cenab-ı Hakk'ın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim" hitabına mazhar olmuşlar ve "Evet, bizim Rabbimizsin" cevabını vermişlerdir.

Fakat henüz bu mertebede kendilerine dair tam bir farkındalıkları yoktu. Kelimenin tam anlamıyla ikinci farkındalıkları "kendilerinin sabit ayn iken talep ettikleri ve belirledikleri halde dünyaya gelince" oluştu. Fakat dünyaya geliş, onlara Rablerinin hitabını unutturdu. Böylece burada bir imtihan oluştu. Yani Allah'ın mudil isimleri ile hâdî isimlerinin çatışması veya iç içe girmesi bu imtihan âlemini ortaya çıkardı. Biz daima beşer olarak tekil şuurla baktığımız ve ötekilik oluşturduğumuz için iyi ve kötüyü icat ediyoruz. Hâlbuki olan, var olandan ibarettir. Hakikatler Cenab-ı Hakk'ın ilminde de böyleydiler. Ama şehadet âleminde kendi nefsleriyle baş başa kaldıklarında şaşkınlığa düştüler ve "Sen bizim Rabbimizsin" dediklerini unutarak, verdikleri sözden vazgeçtiler.

Netice itibariyle de vahdet, vahidiyet, ceberut, melekût ve misal âlemindeki hallerini unutarak şehadet âlemindeki beşerî konumlarda birbirlerine
düştüler. Öncesinde hiçbir çatışma yoktu, birbirlerini ve Rabblerini biliyorlardı ama nefsleri yoktu. Şehadet âleminde nefsler zuhura geldi. Nefslerin zuhura gelmesi şu demektir: İnsanlar, Cenab-ı Hakk'ın onları yaratmış olduğu esma terkiplerinin yaptırım güçlerini, izafî benliklerinden zannederek, "ben bilirim", "ben yaparım", "ben görürüm", "ben tutarım", "ben duyarım", "ben düşünürüm" vb. benlik çukuruna düştüler. Hâlbuki önceki mertebelerde "Rabbimiz bilir, Rabbimiz duyar, Rabbimiz görür" durumlarındaydılar. Ama esmâ terkibinin kendilerine şizofrenik bir varlık ilham edişinden dolayı tam bir karışıklığa düştüler.

Ötekisizlik, vahdet şuuruna ermek demektir

Ötekisizlik bir yönüyle vahdet şuuruna ermek bir yönüyle de ahlaka taraf olmak demektir. Burada ikili bir benlik bulunmaktadır. Birisi, "La ilahe illallah" tasdikinde özetlenen gerçek bendir. İkincisi esma terkibinden dolayısıyla yansıyan izafi bendir. Nefsaniyet ve enaniyet dediğimiz şey, işte bu izafî benliktir. Bu bağlamda bizim şahsi olarak "ben" dediğimiz şey, kendi terkibimizin bir ürünüdür. Allah dostlarının "ben" derken işaret ettiği şey ise birinci bendir. Bu ben, tek bir ben olup belirli bir esma zuhuruna indirgenemez. Bu sebeple de ikinci anlamıyla ben diyen kimse şirke düşer.


Dolayısıyla ötekisizlik bir tür değersizliğe düşme, herkesi olduğu haliyle kabul etme değildir; elet bezmindeki halimize bir çağrıdır. Diğer deyişle ötekisizlik, hakkı tavsiye etmektir. Hakkı tavsiye ise Kitap ve sünnet yolunu şaşırmış kişiye yapılır. Söylediğimiz anlamda hakkı tavsiye ise önceki
âlemlere davet etmektir. Melekût seviyesinde izafî birimler vardı ama öteki yoktu, hakikatler vahdeti ve birbirini biliyorlardı. Şu halde ötekisizliği teklif etmek ilahi isimler söz konusu olduğunda hâdî (hidayet veren) isimler tarafında durmak demektir.

Bütün insanlar, ilm-i ilahideki hali itibariyle bir saflığa sahiptir. Var olmak, bir tür tekillik husule getirir fakat varlığımızı ötekileştirmez. Hakk'a verilen "Evet, bizim Rabbimizsin" sözünü hatırladığınız ve buna uyduğunuz müddetçe öteki değilsiniz. Ama siz vahdetinizi unutup nefsinize uyarak "ben" dediğiniz zaman ötekileşirsiniz. Fakat ötekisizlik ve vahdet bilincine ererek kesrette vahdet (çoklukta birlik) şuuruna gelmiş kişi için öteki diye bir şey
yoktur. Karşındaki kimse ister Müslüman olsun ister ateist olsun öteki değildir. Çünkü o kimse karşısındakinin ilahi âlemdeki saf halini bilmektedir. Karşısındaki o seviyede olmadığı için kendini öteki görmeyen kâmil kişiyi ötekileştirir, düşman beller.

Yüce ahlaka taraf olmak

Bu bağlamda bir kimseninbu saf halini görmek demek onun Allah ile ilişkisini idrak etmek demektir. Dolayısıyla ötekileştiren kişinin düştüğü
derekedeki başına gelen zuhurat da Allah'tan olmak itibariyle Allah'ın hakkını (hukukullahı) temsil etmektedir. Aslına bakılırsa bu da öteki değildir. Yani şeraite uygun hareket etmeyen bir kişinin başına bir hal geldiğini gördünüz. Kuşkusuz şefkat caizdir; haline üzülürüz. Ancak onun başına gelen ya kendi bulunduğu inanç seviyesinin imtihanı olup yolunda, sözünde ve duygusunda sadık olup olmadığının sınanmasıdır yahut daha önce işlediği bir yanlışın Cenab-ı Hakk'ın âdetindeki karşılığıdır.

Bu durumların her ikisi de bizim için öteki değildir. Adil olan Cenab-ı Hakk'ın süregiden adaletinin tecellisinden ibarettir. Allah, bir kısım insanları fedai
olarak seçebilir. Mesela sekiz yaşında bir çocuğun boğularak öldürülmesi onun işlediği herhangi bir günahın değil, Hakk'ın ilminde fedai olarak
seçilmesinin sonucudur. Allah, elest bezmindeki "Sen bizim Rabbimizsin" karşılığını bulmak için insanlara fırsat verir ve her bir insan bu imtihandaki tavrına göre karşılığını görür. Bu bizim için bir ölçüdür.

Şu halde ötekisizlik aynı zamanda yüce ahlaka taraf olmak ve insanları belirli ahlaka çağırmak demektir; Cenab-ı Hakk'ın "sizin için razı oldum, kemale erdirdim, nimetimi tamamladım" dediği iman ve ihlasa tabi olmaktır. Ona tabi olduğun zaman zaten vahdet hayatını yaşamakla mükellefsin.
Vahdet hayatını yaşamayıp da "ben Müslümanım" demek yeterli değildir. Ayette belirtildiği böylesi durumda "Ey iman edenler iman ediniz" (Hucurât) diye uyarı alır insan.


Ötekisizlik, ferdiyetin iptali değildir

Ötekisizlik, ferdiyetin iptali değildir, insanı yükseltme çabası olup bir gönül cihadıdır. Her şeye rağmen kesrette vahdeti görebilenler için ötekinin olması da gerekir. Ötekisizlik, ferdiyetin ortadan kalkması değildir. Bir fert, diğerini inkâr ettiği zaman ötekileşir. Her bir fert kendi ayniyeti içerisinde yani kendi esma terkibinin karakteriyle var olur; Allah'tan başka ilah olmadığını ve ikinci iman emrini algılayarak "Bilin ki Allah'ın dostlarına korku ve hüzün yoktur" hitabına dâhil olur. Böylece ötekisizlik zuhur etmiş olur.

Şayet kişi, kendi esma terkibinin vermiş olduğu ilhamı benliğine alır "Ben" derse vahdetten izafi bir kopuşla ayrılacağı için ortak paydanın şuurundan mahrum kalır. Yani Ebu Bekir ile Ebu Cehil hali ortaya çıkar. Böyle bir şeyin her şeyi olduğu hal üzere bırakma, kendi değeri ya da değersizliği içerisinde terk etme gibi bir neticeye yol açtığı vehmedilebilir. Oysa ötekisizlik pasif bir şey değildir, varlıktaki tekil hali bilerek Cenab-ı Hakk'ın ilminin
iktizalarını olduğunu kavramak ve başkasına da vahdet âlemindeki halini hatırlatmaktır.

Dolayısıyla ötekisizlik insanı yükseltme çabasıdır, fikri cihattır, gönül cihadıdır. Kuşkusuz cihadın kapsamına mücadelenin bütün türleri girer. Fakat burada cihat, öncelikle sevmek ve sevdirmektir. Sevmek ve nefsani olmayan bir sevgiyi yaşayabilmek için Hakk'ın ötekisiz benliğini bilmek gerekir. Sevginin aslı da budur. Sevgi, bir şeyin nefsin hoşuna gitmesi değildir. Nefsani sevgi, geçicidir, söner. Nefs başka bir cazip şey gördüğünde ona meyleder. Ama ötekisiz bir sevgi tükenmez çünkü Rabbini sever.

Âlemdeki tekil tümelliği içselleştirmek

Ötekisizliğe ulaşmanın yöntemi, âlemdeki tekil tümelliği içselleştirmektir. Ötekisizliğe ulaşmak hiç kuşkusuz aklı kullanmak, ikincisi gönlün sesine kulak vermekle mümkündür. Fakat aklı kullanmak ve gönlün sesine kulak vermek, yöntemsel ilkelere dönüşmediği sürece tam olarak anlaşılmamaktadır.
Bu ilkelerin birincisi, varlık âleminde hiçbir şeye kem gözle bakmamaktır. Buna göre her şeyde bir hikmet, ilham ve işaret vardır.

Cenab-ı Hak bizim gibi konuşmaz, mahlûkatının halleriyle konuşur. Nitekim ayet-i kerimede her şeyin Hakk'ı zikrettiği belirtilir. Öyleyse bütün varlığın devinimindeki lisana vakıf olmak gerekir. Fakat bunu bilmek için de işte o vahdet şuuruna ermek icap eder. Her kımıltının Rabbin bir kelimesi olduğunu, açığa çıkmış olan her bir varlığın, bir kedinin, bir köpeğin, bir ağacın, bir insanın, göklerin, yerlerin hepsinin Allah'ın kelimeleri olduğunun farkına ermek lazım. Ama bu, sadece nazar ve istidlal yöntemlerini kullanan bilimlerle yeteri kadar elde edilemez. İstidlalî bilgiler, en fazla ilme'lyakîn verir. Hakke'l-yakîn için müşahede gerekir.

Müşâhedeyi veren yöntemin aslında hususi bir mahalli yoktur. Her yerde olabilir. Fakat bunun için bir cazibe merkezi olmalıdır. Kişi tek başına gerçekleştiremez. Kişi yalnızken nefs galiptir. Nitekim Cenab-ı Hak "siz nefsle baş edemezsiniz, bana iltica edin" (ayet) buyurur. "Bana iltica edin"
demek, Hak'la hak olmuş bir aydınlatıcıya ve yol göstericiye ihtiyacımız olduğunu ifade etmektedir. İnsan ayetin ifadesiyle başıboş bırakılmış değildir.
Burada en can alıcı soru, Hz. Peygamber'in (sav) yeterince aydınlatıcı olup olmadığıdır. Malum olduğu üzere peygamberlik müessesesi Peygamber Efendimizle bitmiştir. Fakat biten peygamberliktir (nübüvvet), onun velayeti devam etmektedir. Her velide açığa çıkan velayet, yine Efendimizin
velayet ve marifetinin bir yansımasıdır. Kuşkusuz müminler umumen velayet içindedir. Fakat bu velayet, bilkuvvedir. Onun kuvveden fiile geçmesi, mutlaka bir uyarıcıya ihtiyaç duyar. İslam ilimler geleneği uyarıcı işlev görebilir. Yani İslam naslarla İslam'ın şeriatını uygulayabilir. Fakat insanın velayetle ulaşılan kemalatı, Şeriatın tabiri caizse satır aralarındaki manasını idrak etmeyi gerektirir. İşte bu herkese verilmiş bir özellik değildir. Cenab-ı Hak diğer kullarına hizmet etsin diye bazı kullarına vermiştir.

Allah'ın âlemdeki düzeni böyledir çünkü akıl, mutlaka içsel bir yolculuk ve arınmakla akl-ı külle erişilebilir. Aksi halde gündelik hayatın gereklerini yerine getirmekle velayeti kuvveden fiile çıkaracak bir arınma yolculuğu gerçekleşmez. Sûfîler ve velayet sahibi insanlar bu yolculuğa seyr ü sülûk adını vermiştir. Seyr ü sülûk, bir yardımcının nezaretinde elest bezmine dönme sürecidir. Ötekisizlik olarak adlandırdığımız vahdeti kavramak da ancak kişinin elest bezmine vararak Varlık'ın hem tekil hem tümel olduğunu, zuhura gelen her şeyin okyanustaki dalgalar veya dalgaların üzerindeki
kabarcıklar gibi o tümel varlığın tomurcukları olduğunu idrak etmesidir.

BİZE ULAŞIN