Serkan Akkoyun: Borges futboldan nefret ederdi! İyi ama neden?

Borges futboldan nefret ederdi! İyi ama neden?
Giriş Tarihi: 15.1.2018 15:07 Son Güncelleme: 15.1.2018 15:07
Futbol İngilizlerin icat ettiği en berbat şeydir

Futbol ve edebiyat, bir dargın bir barışık iki kardeş gibidir. Yeni futbolcular edebiyattan uzaktır ama eski edebiyatçıların büyük çoğunluğu futbolu sevmiştir. Türkiye'den Orhan Kemal iyi bir golcüdür. Memet Fuat, Türk edebiyatının ilk futbol kitaplarından Sana Deliler Gibi'yi yazmıştır. Albert Camus'nün ahlak bildirisine yaptığı plonjon ise meşhurdur. Nabokov da Camus gibi kalecidir ama işin aslı, hep edebiyatçıların futbol sevdası anlatılır. Sanki gizli bir el, edebiyatçıların futbolu sevmeyenlerini gizlemektedir. İşte o gizli eli bileğinden yakalayıp sırtına doğru bükeceğiz. Hem de Jorge Luis Borges gibi bir ismin futbola duyduğu nefretle!

Borges, Arjantin'de düzenlenen 1978 Dünya Kupası'nda dersini, Arjantin'in ilk maçının başlama saatine denk getirecek kadar futboldan nefret ediyordu. Hem estetik hem de kültürel açıdan futbolu çirkin ve aşağı görüyordu. Hatta "futbol popülerdir çünkü aptallık popülerdir" diyen birisinin futboldan nefret ettiğini söylemek bile hafif kalır. Özellikle Arjantin'deki futbol çılgınlığı ve taraftarlık olgusu Borges'i çok rahatsız ediyordu. Ayrıca milli takımlar üzerinden vurgulanan milliyetçilikten de hiç hoşlanmıyordu. Borges inançlı, tutkulu ve hatta manevi teslimiyetçi insanlara karşı duyduğu şüphe oklarından bir tanesini de futbol taraftarlarına çevirmişti ve o oku fırlatma zamanı geldiğine inandığında kısa bir öykü hazırladı. Latince bir deyiş olan ve George Berkeley'e atfedilen Esse est percipi adını verdiği öyküsünde konu futbol ekseninde dönmekteydi. "Var olmak algılanmaktır" anlamına gelen öyküde, bir futbol takımının başkanı üzerinden kurgulanmış hayat göndermesi yapar Borges. Aslında hiç oynanmayan futbol maçlarının, aktörler tarafından canlandırılıp insanlara televizyonlardan izletildiği bir dünya… Karakterin iç dünyasında yaşadığı 'gerçek-gerçek olması istenen' çelişkisi ile biten öykü, Borges'in futbola yaptığı en büyük gönderme olarak kabul edilir. İşin özünde Borges, futbol yüzünden İngilizlere çok kızgındır. Kızgınlığını ise; "Futbol İngilizlerin icat ettiği en berbat şeydir" diyerek dillendirir.

Borges'in Adolfo Bioy Casares ile hazırladığı Esse est percipi adlı kısa öyküyü –birebir olmamakla birlikte- hikâyesini anlatabilmek adına çevirdim ve kayıtlara geçsin istedim. Truman Show ve 1984'ün Borges'cesi diyebileceğim hikâyenin ne anlatmak istediğini, Borges'in futboldan neden bu kadar nefret ettiğini anlayarak okumak lazım. Futbol denen şey sadece şov. Gösteri dünyasının parçalarından biri. Birkaç saatinizi ayırmanız gereken bir faaliyet. Oysa fanatizm, şiddet, düşmanlık, ayrışma, ötekileştirme, nefret, vandalizm gibi şeylere yer yok. Bence Borges de benimle aynı fikirde ama aramızdaki fark biz tüm bunlara rağmen bu oyunu seviyoruz; kendisi nefret ediyor. Buyurun öyküyü okuyun, bir de siz karar verin:

Sen hâlâ idollere inanıyor musun?

"Buenos Aires'teki Nunez ve yakın çevresine komşu, eski bir gezgin olarak River Plate'in anıtsal stadının her zamanki yerinde olmadığını fark edememiştim. Şaşkınlık içerisinde, Arjantin Edebiyat Akademisi'nin tam teşekküllü üyesi olan arkadaşım Dr. Gervasio Montenegro'ya bundan bahsettim. O tarihlerde Arjantin'de gazeteciliğin tarihsel araştırması adlı bir çalışma yapıyordu. Masasını oldukça meşgul eden dikkate değer bir eserdi ve rutin araştırması sırasında Montenegro, meselenin özünü yanlışlıkla aydınlatmıştı. Uyuklamadan önce beni ortak bir arkadaşımız olan, Abasto Juniors Futbol Kulübü'nün Başkanı Tulio Savastano'ya, Pasteur Caddesi'ndeki Corrientes Bulvarı'nda bulunan Adamant Binası'na gönderdi. Aceleyle gittim.

Hem doktoru hem de komşusu olan Dr. Narbondo tarafından reçetelendirilmiş iki kat diyet içeren rejime rağmen bu üst düzey yönetici hâlâ fit ve dinç görünüyordu. Takımının Kanarya Adalı Yıldızlar Karması'na karşı az önce aldığı galibiyetten dolayı biraz havalanmıştı. (…) Savastano'ya Aguero çevresi ve Humahuaco'nun kenar bölgesinden genel çocukluk arkadaşı olduğumuz gerçeğini hatırlamama rağmen ofisinin ihtişamı gözümü korkuttu ve buz kırmaya çalışırken onu final maçındaki Zarlenga ve Pardo'nun hücum presine karşın, merkez orta saha Renovales'in Musante'ye verdiği tarihi pasla attıkları gol için tebrik ettim. Abasto kadrosuna verdiğim desteğe karşılık olarak büyük adam mate çayından höpürdeterek bir yudum aldı ve felsefi bir şekilde konuştu: "Ve bu isimleri benim icat ettiğimi düşün…"

"Takma adları mı?" diye kederli bir şekilde sordum: "Musante'nin adı Musante değil mi? Renovales, Renovales değil midir? Hayranlarının idol kabul ettiği Limardo, gerçek bir isim değil mi?"Savastano'nun cevabı dizlerimin bağının çözülmesine sebep oldu: "Ne? Sen hâlâ fanlara ve idollere inanıyor musun? Nerede yaşıyorsun sen?"

Tam o sırada üniformalı bir ofis görevlisi geldi. İtfaiyeci gibi görünüyordu. Savastano'ya, Ron Ferrabas'ın onunla görüşmek istediğini söyledi.

"Ron Ferrabas, şu yumuşak sesli spiker mi?" diye bağırdım: "Ben de onu görebilir miyim? Ferrabas onun gerçek adı mı?"
Bay Savastano "Beklesin" dedi. "Beklesin mi, kendimi kurban edip gitsem iyi olur mu?" diye yürekten rica ettim. "Cüret bile etme" diye cevapladı Sevastano: "Arturo, Ferrabas'a söyle, gelsin."

Ferrabas'ın içeri girişi ne kadar da doğaldı. Ona kendi sandalyemi sunacaktım ama itfaiyeci Arturo bakışlarıyla beni bundan vazgeçirdi.

Başkanın sesi müzakereye başladı: "Ferrabas, De Filippo ve Camargo'yla konuştum. Bir sonraki maçı Abasto 2-1 kazansın. Zor bir oyun olacak ama unutma. Renovales'in Musante'ye pasını da unutma. Taraftarlar bunu kalpten biliyorlar. Hayal etmek istiyorum. Hayal etmek! Anlıyor musun? Şimdi çıkabilirsin."

Bir soru girişimiyle cesaretimi berbat ettim: "Skorun önceden düzenlendiğini söyleyebilir miyim?"

Savastano beni tam anlamıyla yerle bir etti: "Skor yok, takımlar yok, maçlar yok! Stadyumlar çoktan terk edilmiş ve dökülmeye başlamış durumda. Günümüzde her şey radyo ve televizyonlardan takip ediliyor. Spikerin sahte heyecanı… Bu ses tonundaki sahtekârlıktan da mı hiçbir şey anlamadın? Buenos Aires'te en son bir futbol maçı oynandığında tarih 24 Haziran 1937'ydi. O günden bu zamana kadar futbol tıpkı diğer sporlar gibi tiyatronun bir parçası olarak görülüyor. Forma giymiş aktörler tarafından bir kameranın önünde gerçekleştiriliyor."

Cesurca sordum: "Bunu kim icat etti?"

"Kimse bilmiyor. Okulların açılması hakkında bunu sorabilirsin yahut hükümdarların ziyaretlerini. Futbol kayıt stüdyolarının ve gazete ofislerinin dışında yok. Kitlesel tanıtım modern zamanların markasıdır."

"Peki, uzaya çıkmakla ilgili ne düşünüyorsun?" diye bağırdım.

"Yerel bir program, bir Yankee-Sovyet prodüksiyonu. Övgüye değer bir ilerleme, inkâr etmiyorum, bilimsel bir piyes…"

"Bay Başkan beni korkutuyorsunuz" diye mırıldandım, aramızdaki hiyerarşiyi umursamadan. "Bana dünyada hiçbir şey olmadığını mı söylüyorsunuz?"

"Çok az şey" diye cevap verdi İngiliz duygusuzluğu ile. "Anlamadığım şey korkun. İnsanoğlu evinde, arkasına yaslanmış, ekrana yahut radyodaki spikerin sesine odaklanmış… Bundan daha fazla ne istenebilir? Zamanın büyük yürüyüşü ve ilerlemenin artan gelgitleri…"

"Ya gerçek ortaya çıkarsa" dedim, söylemeyi bile beceremeyerek.

Rahatlatıcı bir şekilde "Çıkmaz" dedi.

"Her ihtimale karşı, mezara kadar sessiz kalacağım" diye söz verdim. "Kendime, takıma, size, Limardo'ya Renovales'e yemin ederim."

"İstediğini söyleyebilirsin, zaten kimse sana inanmaz" dedi.

O sırada telefon çaldı. Başkan telefonu açtı. Diğer elini serbest bıraktı ve bana doğru kapıyı göstererek salladı.

BİZE ULAŞIN