Süleyman Arif Özkut: Osmanlı’nın vampir “prensi”: Vlad Tepeş

Osmanlı’nın vampir “prensi”: Vlad Tepeş
Giriş Tarihi: 15.9.2017 10:34 Son Güncelleme: 15.9.2017 10:34
Tarih, unutulmayan karakterlerle doludur. Bu karakterler arasında adil yönetimi ve ortaya koyduğu insani öğretilerle ismi hatırlananlar olduğu gibi zalimlikleri, barbarlıkları ve etraflarına saldıkları korkuyla adından söz ettirenler de vardır. Bu isimlerden biri de 15’inci yüzyılda yaşayan fakat asıl ününe 19’uncu yüzyılda kavuşan ve Kazıklı Voyvoda olarak da bilinen Vlad Tepeş’tir.

19'uncu yüzyıl dünya edebiyatı, bilim kurgu türünün ortaya çıkıp yaygınlaştığı bir süreci içinde barındırıyordu. Bu yıllarda mistik, efsanevi konular yeniden gündeme geldi ve bazı halk hikâyeleri edebi eserlerde sıkça kullanılmaya başlandı. Avrupa'da cadı menkıbeleri, pagan dönemin temel inanışları söz konusu bu hikâyelerin başlıca konularını oluşturmaktaydı. Orta Avrupa merkezli vampir efsaneleriyse insanlar tarafından en rağbet göreniydi. Bram Stoker'ın başını çektiği vampir hikâyecilerinin diğerlerinden farkıysa, fantastik kahramanlar yerine ana karakterlerini yaşamış insanlardan seçmelerinde gizliydi. Bu kişilerin en dikkat çekeni Eflak Prensi ve Fatih Sultan Mehmet'in çocukluk arkadaşı Vlad Tepeş'ti.

Vampir hikâyelerinin temel kahramanı Vlad'ın gerçek hayat hikâyesinin geçtiği yer ise Wallachia-(Ulahya) ve Osmanlıların verdiği isimle Eflak bölgesiydi. 12'nci yüzyıldan itibaren Romanya yani o dönemki adıyla Eflak, yarı özerk yönetime sahip bir Rumen-Latin prensliğiydi. Balkanlarla Orta Avrupa arasındaki Karpat Dağları arasında bulunan bu bölge, eşsiz doğasına rağmen biraz ürkütücü bir güzelliği de bünyesinde barındırıyordu. Bu bölgedeki insanlar, köylüler ve yönetici soylular olmak üzere iki sınıftan oluşuyordu. Yönetici soylular arasından seçimle işbaşına gelen ve Rusça prens demek olan 'voyvoda' unvanını alan kişi, Eflak'ın yöneticisi oluyordu. Bu seçimlerde Macaristan Krallığı'nın başkenti Budapeşte ve Osmanlı payitahtı İstanbul saraylarının desteklediği soylular arasında amansız bir rekabet görülebiliyordu. Bölgenin yarı özerk bir yapıya sahip olması, bölge yöneticilerini hem Budapeşte hem de İstanbul sarayına karşı dengeleri gözeten bir siyaset gütmeye mecbur hale getiriyordu. Vlad Tepeş'in dedesi Büyük Mircea'dan itibaren prenslik kesin olarak İstanbul sarayına tabi görünse de, Eflak'ın kuzeydoğu komşusu ve bölgenin ikinci büyük gücü olan Macaristan Krallığı'nı da göz ardı etmemek durumundaydılar.

Osmanlı topraklarında geçen esaret yılları

Prensliğinin ilk dönemlerinde Macar desteğinin de etkisiyle Baba Vlad, tam bir Haçlı şövalyesi gibi davranıyordu. Kendisi, Hıristiyan Macar hanedanını korumaya ve Müslüman Türklerle savaşmaya ant içen seçkin Ejderha Tarikatı'na kabul edilmişti. Tarikatın ona verdiği isim ise ejderha manasına gelen "Drakul" idi. Vlad Tepeş de kendisini, ejderhanın oğlu anlamına gelen Drakula olarak tanımlayacaktı. Babasının siyah pelerini ve ejderha madalyonu ise ilerde tarikata bağlılık yemini edecek olan Vlad'a miras kalacaktı. Hatta ölümüne kadar hiç çıkarmadığı kostümleri, daha sonraki yüzyıllarda vampir kostümleri olarak onunla birlikte efsaneleştirilecekti.

Ancak Drakula'nın babası Prens Vlad, ilerleyen zamanlarda Macarlara güvenilmeyeceğini anladı. Çünkü Macarlar başka bir rakip hanedanlığı desteklemekteydiler. O da prensliğini baki kılmak için Türklere yaklaşan bir siyaset gütmeye başladı. Baba Vlad, sultana olan bağlılığını ispatlamak için 10 yaşındaki oğlu Vlad ve yedi yaşındaki oğlu Radu'yu yanına alarak geldiği Gelibolu'da sultana bağlılık yemini etti. Böylece ettiği şövalyelik yemini hükmünü yitirmiş oluyordu. Üstüne üstlük ülkesine dönerken iki oğlunu da Türklere esir bırakmıştı. Önceleri Kütahya'da tutulan Vlad ve kardeşi daha sonra Tokat'a götürülmüşlerdi.

Osmanlı'ya bağlı her prenslik ve devletin veliahtları gibi Vlad ve Radu kardeşler sarayda iyi muamele görmüş dahası bu yıllarda şehzade olan II. Mehmet'in de dâhil oluğu seçkin bir topluluk içerisinde yetişmişler, 15'inci yüzyıl Osmanlı eğitiminin en değerli hocalarından ders almışlardı. Bunlar arasında Molla Gürani, Sinan Paşa, Hamidüddin Efendi ve İlyas Efendi gibi isimleri saymak yerinde olur. Bu isimler o dönem Osmanlı'sının aydın zümresini oluşturmaktaydılar. Drakula'nın aldığı dersler; Kuran hükümlerinin yanı sıra, Aristo mantığı, uygulamalı ve kuramsal matematikti.

Kişiliğinin şekillendiği yıllarda altı yıllık tutsaklık hayatı Drakula'nın yaşamında çok önemli bir rol oynamıştı şüphesiz. Zaten psikolojik rahatsızlığı gayet açık olan Drakula'nın Osmanlıların yanında geçirdiği yıllar, soğuk ve sadist kişiliğine tesir etmiş ve onun yıkıcı yanını şiddetlendirmişti. Esaretten bir an önce kurtulmayı beklemekte olduğu bir anda babasının bir darbeyle devrildiğinin haberini aldı. Osmanlıların yardımıyla Eflak tahtını ele geçirdiyse de Haçlı destekli rakiplerinin karşı saldırısıyla bozguna uğrayarak Türklere sığınmak zorunda kaldı. Ancak çok da hoşlanmadığı hamisi Osmanlı'nın yanından bir süre sonra Boğdan'a, kuzeni Stefan'ın yanına kaçtı.

Bu sırada II. Mehmet Osmanlı tahtına geçmiş, İstanbul şehrini kuşatmıştı. Yeni sultanın fethe kararlı olduğu anlaşılıyordu. Aslında Drakula'dan pek haz etmeyen Avrupa dünyası, II. Mehmet'i tanıyan, onun taktiklerine karşı akıl yürütebilecek bir Eflak prensinin ehemmiyetinin farkına varmış ve Drakula'ya göz kırpmaya başlamıştı. İlk seferinde onu tahtından eden Avrupalılar tarafından yeniden prens ilan edilen Drakula, büyük Haçlı komutanı Hunyadi ile Osmanlılara karşı işbirliği yapmaya başladı.

Kazığa oturtulan ve kanları içilen kurbanlar

Drakula, prens ilan edildikten hemen sonra büyük ve korunaklı kaleler yaptırmaya başladı. Tarımsal üretim ve askeriye alanlarında Türkleri taklit eden reformlar yaptı. Kendi sistemini salt zorbalık üzerine kuran Drakula'nın toplamda katlettiği insan sayısının 100 bine yaklaştığı rivayet edilir. Kurbanlar her dinden, milletten ve sınıftan olabiliyordu. Kör, sağır, dilsizler ve sakatlardan nefret eden Drakula, bunların yok edilmesi için elinden geleni yaptı. Özellikle Erdel (Transilvanya) Almanlarına uyguladığı işkence ve katliamlar sonrasında kurbanlarının kanını içtiğine dair kulaktan kulağa yayılan rivayetler, Avrupa'da vampir masallarının oluşmasına sebep oldu. Bu rivayetlerin birçoğunun abartılı olduğu muhakkak fakat insanlara uygulanan eziyetleri izlemekten büyük haz duyduğunu kendisiyle tanışanların hatıralarında görmekteyiz. Yapılan infaz sıralarında kurbanlarının karşısında yemek yediğine hatta dökülen kanlara ekmek bandırdığına dair söylentiler de mevcut söz konusu kaynaklarda. Drakula'nın yapmış olduğu vahşetler arasında en öne çıkan şey ise, kurbanlarına karşı uyguladığı kazığa geçirme yöntemiydi. Kazıklar sarayda, halka açık meydanlarda ve başkent çevresinde hazır beklemekteydi. Kazıkların ucu yuvarlatılır ve kazıklara özel bir yağ sürülürdü. Böylece kurbanların hemen ölmesinin önüne geçilirdi.

Osmanlı tarihçisi Tursun Bey, bir sefer esnasında gördüklerini şöyle anlatacaktı: "Oturduğu ahşap kalenin karşısına altı fersah boyunca iki sıra kazık diktirdi. Bunlara Macarları, Eflaklıları ve Boğdanlıları geçirdi. Çevredeki arazi ormanlarla kaplı olduğundan her ağacın dalına sayısız insan astırdı. Kurbanlardan herhangi birini ağaçtan indirmeye kalkan her kim olursa olsun yerine asılacağını duyurdu."

Gerçekte halkına ve çevresine bu denli saldırı ve katliamlarda bulunan bir despota göz yummak Osmanlı'nın anlayışına ters bir durumdu. Fatih Sultan Mehmet de, Eflak prensi hakkındaki bu iddiaları açıklığa kavuşturmak adına kendisini İstanbul'a davet etti. Geciken vergilerin gönderilmesini de emretmekteydi. Fakat Drakula bağlılığı ve sadakati konusunda güvenceler verdi sultana. Vergisini ödeyememesiyle alakalı olarak da birtakım bahaneler ileri sürdü. Aslında yapmaya çalıştığı tamamen zaman kazanmaktan ibaretti. Zira Papa'dan ve Avrupa devletlerinden sağlam vaatler almıştı. İlerleyen zamanlarda Osmanlı elçisi Hamza Paşa'nın burnunu ve kulaklarını elleriyle kesip paşayı en uzun kazıklara geçirmesi bardağı taşıran son damla oldu. Bu hareketiyle Drakula, Osmanlı'ya karşı başkaldırmış olduğunu açıkça belli ediyordu.

Birbirinden ünlü kumandanlarıyla birlikte Fatih Sultan Mehmet'i ve disiplinli Osmanlı ordusunu karşısında gören Drakula, çareyi askerleriyle birlikte ülkenin derinliklerine çekilmekte buldu. Tarlaları kurutarak, suları zehirleyip ekinleri yakarak kaçmaktaydı. Bu sayede Fatih'i ve Osmanlıları burada bir zenginlik olmadığına ikna etmeye çalışıyordu. Hiçbir şekilde Osmanlı ordusuna karşı koyamayacağının farkında olan Drakula'nın genel taktiği, çatışmalar sırasında aniden Osmanlı ordusunun kenar kuvvetlerine saldırıp devamında ormanların içinde kaybolmak şeklindeydi. Bir de veba, cüzzam, frengi ve verem hastalığı bulunan kişileri, Türk askeri gibi giydirerek Osmanlı ordusu arasına sokmak şeklinde biyolojik bir savaş sürdürüyordu. Fatih Sultan Mehmet'i çocukluğundan beri tanıyan Drakula, onu savaşla mağlup edemeyeceğini ancak ordusunu susuz ve erzaksız bırakabilmeyi başarırsa bir umudu olacağını biliyordu.

Kuşlara dahi işkence eden bir despot

Drakula'nın açlık ve susuzluktan da yılmayan Osmanlı ordusunu durdurabilmek için yapacağı son hareketi ise Fatih Sultan Mehmet'e suikast girişimi olacaktı. Saçlarını kesip, bıyığını yeniçeri modeline uygun hale getirdikten sonra Osmanlı askeri kostümlerine bürünen Drakula, sultanı öldürmek için Osmanlı ordusu içerisine girmişti fakat işler planladığı gibi gitmedi. Nedendir bilinmez sultanın çadırı yerine başka çadıra girdi Drakula. Bu sırada Akıncı Beyi Mihaloğlu Ali tarafından fark edildi. Mihaloğlu Ali, yanına aldığı yeniçerilerle onu takip etmeye başladı. Bu takip sırasında 2 bin seçkin askerini kaybeden Drakula'nın kendisi de yaralandı ve canını son anda kurtardı, başkenti terk ederek Karpatlar bölgesine çekildi. Başkent Tirgovişne'ye girip hâkimiyeti eline alan Fatih Sultan Mehmet, Drakula'nın küçük Kardeşi Radu'yu yeni prens ilan etti ve Radu'ya hatırı sayılır bir güç bırakarak İstanbul'a geri döndü. Günden güne eriyen gücü ve ordusuyla Drakula artık sadece adıyla anılan şatoda hapis gibi bir hayat yaşıyordu. Radu, Osmanlı birliklerine kardeşini Arteş bölgesinde aramaları için haber vermesinden kısa süre sonra birlikler Drakula'nın şatosuyla karşılaştılar. Şatonun etrafı sarılıp ertesi gün havan ve normal toplarla dövülmesi kararı alındı fakat Osmanlı ordusundaki bir ajanı aracılığıyla kuşatılacağını öğrenen Drakula, buradan da kurtulmayı bir şekilde başardı. Kendisine dair anlatılan vampir hikâyelerinde sıkça geçen, gece ortaya çıkma ve aydınlıktan kaçma mitinin bu olaya binaen kurgulandığı rivayet edilir. Pek çok kez yaralanmasına rağmen hayatta kalmayı bir şekilde başarması da ölümsüzlüğünün kanıtı olarak anılacaktır.

Firar ederek gittiği Macaristan'da hiç de hoş karşılanmadı. Çünkü Transilvanya Almanlarına yaptığı zulümler hafızalarda hâlâ tazeydi. 12 yıl boyunca Macar Kralı Matyas tarafından esir tutulan Drakula'nın dengesiz halleri bu hapis hayatı boyunca da devam etti. Fare yakalamaktan ve pazardan kuş aldırmaktan kendini alıkoyamamaktaydı. Bunları da kazığa geçirirdi. Bazı kuşların kafasını koparıp bazılarınınsa tüylerini yolduktan sonra salıvermekteydi. Çeşitli şehirlerde geçen esareti sırasında birçok Avrupalı soylu onunla görüşmek ve tanışmak istedi. Kendisine karşı ilginin bu kadar yoğun olduğu dönemde bugün elimizde olan portresi de çizilmiştir.

İlerleyen yıllarda Papa tarafından affedilerek tekrar Eflak prensliğine getirilen Drakula'nın başsız gövdesi, tahta çıkmasından iki ay sonra Snagov Manastırı rahiplerince yakınlardaki bir bataklıkta bulundu ve buraya gömüldü. Yakın zamanda açılan mezarında başsız cesedi ve kostümlerine rastlanılmıştır. Ölüm sebebi ise, akıncı Gazi Mihaloğlu'nun uzunca bir süredir devam eden takibiydi. Gazi Mihaloğlu, Drakula'yı kıstırmayı başarıp başını keserek Fatih'e götürmüştür.

Öldüğünde 45 yaşında olan Drakula, Rumenlerde bir milli kahraman, Batılılarca vampir, Türk ve Müslümanlarca da Kazıklı Voyvoda olarak tarih sahnesindeki unutulmaz yerini aldı. Farklı hikâye ve efsaneleri ise Orta Avrupa'da ilelebet kulaktan kulağa aktarılacak gibi görünmektedir.

BİZE ULAŞIN