Serkan Akkoyun: Futbol oyun olmaktan çıkarsa hepimiz sadece piyon oluruz!

Futbol oyun olmaktan çıkarsa hepimiz sadece piyon oluruz!
Giriş Tarihi: 11.7.2017 16:49 Son Güncelleme: 11.7.2017 16:57
Serkan Akkoyun SAYI:37Temmuz 2017
Çocukluğunu düşün, plastik topla oynadığın maçlarda adam bulmakta zorlanırken, babanın karne hediyesi olarak aldığı meşin topa yan mahalleden bile ortak çıkardı. Sizin o topla oynadığınızı gören mahallenin abileri de hemen damlar, topu elinizden alırdı. İçinizden de onların çıkarlarına uygun olanlarınızı aralarına katar, kadrolarındaki eksikler tamamlanırdı. Şimdi sen futbol sektörünü bu kadar büyütür, gösterişli hale getirir, ağız sulandırırsan birileri de gelip senin oyununu elinden alır. Sen, futbol romantiği, ancak piyon olursun.

Futbolcu olma kıstasları artık değişti. Çok eskiden yetenek -adı üstünde- yeterliydi. Geldiğimiz noktada ise futbolcu olmak istiyorsanız mutlaka sahip olmanız gereken bir özellik var: Adamlık. Hatta bir futbolcu iyi bir futbolcu olmak zorunda değildir, adam olursa yeterlidir. Bir doktorun da; "Bu mesleği bıraktıktan sonra iyileştirdiğim hastalarla, kurtardığım hayatlarla değil, adamlığımla anılmak istiyorum" dediği düşüncesini şimdilik aklımızdan çıkaralım. Yani işinizi o kadar iyi yapmanıza gerek yoktur, adamsanız yeterlidir.

Bu yazıda adamlık meselesini klavyeye almak (kaleme almak tabirini güncellememiz gerekiyor artık. Sahi kalemle yazan kaldı mı) istedim fakat işin içinden çıkamadım. Düşün, düşün, düşün… Sonra bir bilene danışmak için aklımın terasına çıktım. Bir köşede, içinde ateş yaktığı beş kiloluk yağ tenekesinin önünde, üzerinde paltosu, elinde ince bellisiyle bilgince oturuyordu bay bilen. Taburemi çekip yanına sokulmamla lafa girmesi bir oldu. Derdimi çoktan anlamıştı…

DS: Doğrusunu söylemek gerekirse futbolcuların aldıkları maaşları çok fazla buluyorum.
SA: Seni kim seslendiriyor?
DS: Nasıl yani, anlamadım?
SA: Neden diyorum, dublajlı gibi konuşuyorsun. Bizim toplumumuzda kimse 'doğrusunu söylemek gerekirse' demez.
DS: 'Sizin' toplumunuzda doğrusunu söylemek gerekmez mi?
SA: 'Bizim' toplumumuzda doğrusunu söylemek bir 'gereklilik' değil, 'zaten'dir.
DS: Her neyse… Şunu söylemek istiyorum; futbolcu dediğimiz şey sonuçta bir yetenek işçisi. Birçoğunun da yetenekleri dışında başka hiçbir özelliği yok. Futbol tarihimize şöyle bir bak, kaç tane futbolcu, futbol dışında başka bir alanda üretici olabildi? Müzik, sinema yahut eğlence sektörünü saymıyorum. Onların hepsi futbolla edindiği popülarite sayesinde bu alanlarda yer edindiler. Ama hiçbir zaman başarılı olamadılar. Zaten başarı nedir ki? Bir sporcu ne yapar da, başarılı olur? Görevleri maçları kazanmak olan futbolcular, bunu yaptıkları için başarılı mı sayılırlar? Gol yememesi gereken kaleci gol yemez ve başarılı olur, öyle mi? Hayır, hayır. Sadece işini yapmıştır dostum.

SA: Dostum mu? Daha yöresel bir şeyler bulabilirsin.
DS: Beni o kafandaki feodal yapının içine çekmeye çalışma. Ben düşünce sonucu ortaya çıkmış bir karakterim. Hem beni sen yazıyorsun zaten. Ya senin olmak istediğin bir tipleme yahut alter egonum.
SA: Sence ben egolu biri miyim?
DS: Bunu kendine soruyorsun aslında…
SA: Şu para konusuna dönebilir miyiz? Hâlâ ne demeye çalıştığını anlamış değilim.
DS: Bak, para insanı değiştirir derler ya, doğru ama eksik. Para insanı değiştirirken bozar. İnsan daha çok para kazandıkça gelişerek değişmez, bozularak değişir. Parayla insanın ilişkisi sebzelerle tencerenin ilişkisi gibidir. Önce birbirlerine karşı çok soğuk ve yabancıdırlar. Sonra ocak yanar ve ısınırlar. Biraz daha zaman geçer ve amaçlarının aynı şey olduğunu fark ederler; yemek olmak! Eğer ocağı zamanında kapatmazsa aşçı, sebzeler yanar ve tencerenin dibi tutar. Rahatsız edicidir, faydasızdır ama bir kere bulaşmıştır. Büyük bir temizlik yapılmazsa bütün pisliği ile orada durur. Hele bir de sebzeler piştikten sonra tencerenin içinde günlerce beklerse; işte o zaman kokmaya, bakteri üretmeye, faydadan çok zarar vermeye başlar. Tencerenin dibine yapışmış sebze parçaları bile en azından üstündekilerin kurtulmuş olduğunu hatırlatırken, tencerenin içinde küflenen sebzelerin bizzat kendisinden kurtulmak gerekir. Ve sonunda çöpü boylar.

SA: Böyle anlatınca aklıma getirdin. İftarlık hazırladığım yemekleri dolaba koyayım da bozulmasınlar.
DS: Hanım koysaydı?
SA: Sen benim annem de olabilirsin? Yahut alter annem!
DS: Tamam anladık yazarsın mazarsın ama artık evlenmen lazım.
SA: Ben yazar değilim, yazanım.
DS: Kelime yapma lütfen!
SA: E, ben onlarla para kazanıyorum…
DS: Sana acıyorum bazen. Paranın kazanılan bir şey olduğunu zannediyorsun.
SA: Ya ne zannetmem lazım?
DS: Para kazanılmaz, hak edilir. Emek, fikir, zihin, zaman, güç harcıyorsun ve karşılığında paranı hak ediyorsun. Ama tabii sen ve diğer birçok kişinin aylık kazancı, yarı yaşınızdaki bir futbolcunun kolundaki saat kadar; o da ayrı mesele.
SA: İyi de bunda futbolcuların suçu ne? Sonuçta bu bir endüstri, bir sektör… Futbolcu gidip de kimsenin gırtlağına sarılıp bu paraları istemiyor ya. Mesleğinin kazancını sektör böyle belirliyor.

Ayrıca adamların kazançları, kendi sektörlerinin ürettiği yahut organizasyonlardan elde edilen paralarla finanse ediliyor. Mesela Şampiyonlar Ligi denen organizasyonda bir takım gruplara kaldığında 50 milyon TL, kazandığı maç başına 6 milyon TL, berabere kaldığı maç başına da yaklaşık 1,5 milyon TL para alıyor. Şampiyonlar Ligi'nde şampiyon olan takıma da 60 milyon TL'ye yakın bir meblağ ödeniyor. Şimdi kaba bir hesap yaparsak, gruplardan itibaren bütün maçlarını kazanarak şampiyon olan bir takım 200 milyon TL, belki de daha fazlasını kazanıyor. Sadece bir yılda kasasına, tek bir organizasyondan bu kadar para giren kulüp de futbolcusuna aylık 100 bin TL maaşı gayet rahat verebilir. Çünkü o futbolcular 200 milyon TL'yi kazandırdı. Belki de daha çok kazandıracaklar.

DS: Su içmek ister misin? Seni ilk defa bu kadar uzun bir cümle kurarken görüyorum. Ayrıca, ilkokuldaki matematik dersinde tahtaya 20 bin yazamayan biriydin sen. Sayılarla aranı ne zaman düzelttin böyle?
SA: Parayla tanıştıktan sonra…
DS: Bunu yazıya koyma. Çocuklara kötü örnek olursun.
SA: Peki, senin futbolcuların kazandığı paradan başka bir derdin yok mu?
DS: Ben futbolcuların paralarının derdinde değilim. Onu bankacılar ve araba satıcıları düşünsün. Hem zaten ben sahip oldukları para akışı için futbolcuları da suçlamıyorum. Eleştirilerim genel olarak futbol endüstrisine. Futbol denen şey bir 'oyun' değil miydi? Bir oyunun ödülü bu kadar büyük olursa herkes onu oynamak ister. Bir süre sonra da hile ve müdahaleler başlar. Çocukluğunu düşün, plastik topla oynadığın maçlarda adam bulmakta zorlanırken, babanın karne hediyesi olarak aldığı meşin topa yan mahalleden bile ortak çıkardı. Sizin o topla oynadığınızı gören mahallenin abileri de hemen damlar, topu elinizden alırdı. İçinizden de onların çıkarlarına uygun olanlarınızı aralarına katar, kadrolarındaki eksikler tamamlanırdı. Şimdi sen futbol sektörünü bu kadar büyütür, gösterişli hale getirir, ağız sulandırırsan birileri de gelip senin oyununu elinden alır. Sen, futbol romantiği, ancak piyon olursun.

SA: Hâlâ soruma cevap alamadım…
DS: Anlamadığın şey şu; bu benim derdim değil. Toplumun derdi. Toplum değişiyor ve futbol da bundan etkileniyor doğal olarak. Ne İstiklal eski İstiklal ne de takım elbiseli adamlar var. 'Adam'lık bile değişti. İkinci sınıf sinema filmlerindeki mafya karakterlerin bile özenmeyeceği şeyleri yaparak adam oluyoruz artık. Sokakta duyduğun isimleri düşün; aklına ne geliyor: Arda dediğinde futbolcu Arda, Kıvanç dediğinde oyuncu Kıvanç, Aleyna dediğinde şarkıcı Aleyna. En son ne zaman büyük bir yazarın adını çocuğuna veren anne-baba gördün? Ben yakın zamanda Alex, Drogba ve Quaresma isimli nüfus cüzdanlarını bizzat gözlerimle gördüm. Bunun iyi mi kötü mü olduğunun ayırdına varamıyorum. Çünkü futbol eskiden olduğu gibi masum bir oyun değil. Adı Metin olan birinin Metin Tekin yahut Metin Kurt'tan dolayı bu adı almış olabileceğini, arkasında da naif bir hikâye barındıracağını düşünürdük. Oysa şimdi ismi Arda olan bir çocuğun ne hikâyesi olabilir? Yeteneklerini doğru çalışma ile birleştiriş, etrafını saran profesyonellerin yönlendirmesi ile adeta holding gibi yükseliş, neticesinde de futbolun zirvesi. Ya sonra? Sokaktaki Arda'lar sana neden özenmeli? Dünyanın en iyi futbolcusu olmak için mi, bir başka insanı haksızlık yaptığını düşündüğü için hiçbir gücün vermediği hakla dövmeye kalkışmak için mi?

SA: Bir dakika, bir dakika… Sen Arda'ya mı kızgınsın?
DS: Madem konuyu açtın, söyleyeyim: Hayır kızgın değilim. Hayal kırıklığına uğradım. Önce kendime, sonra ona üzüldüm. Kendim için üzücü olanı; sevgimizin ona yetmemesi. Eğer yetseydi, sevgimize odaklanırdı. Seven insanın kulakları az duyar, gözü az görür, dili az söyler. Bir duygu, beş duyuyu götürür bu hayat sınavında. Onun için üzücü olanı ise yaptığı yanlışın arkasında olması değil, yanlış yapmadığını düşünmesi. "Yine olsa yine yaparım" diyen hiçbir insan doğru yolda değildir. Doğru bir sefer yapılır, yanlış tekrarlanır. İsveç'te Ibrahimovic'in adı olan Zlatan, kelime olarak 'yapılamayacak kadar zor şeyleri yapabilmek' anlamıyla sözlüklere girmişti. Ben de o günlerde, şöyle bir mo(dern)deyim bulmuştum: İşin Barcelonasına ulaşmak. Yani yaptığın işte en iyisi olmak manasında… Anlamışsındır herhalde.

SA: Şaşkınlıkla seni dinliyorum…
DS: Neye şaşırdın ki?
SA: Alter egomun da duyguları olmasına…
DS: Değişik birisin. Bir o kadar da zor… Senin içinde yaşamak, hem de sadece düşünce olarak; inan bana bunu tecrübe bile etmek istemezsin.
SA: Socrates'in bir lafı vardır; "İnsan nereye giderse gitsin sorunlarından kurtulamaz çünkü her yere kendisiyle gider" diye.
DS: Ne anlamam lazım bundan?
SA: Bilmem. Belki de her söylenen sözden bir anlam çıkarmaya çalışmamak lazım. Bazen cümleler, o kadar da anlamlı olmuyor. Mesela eski bir kız arkadaşım benden ayrılırken ne demişti biliyor musun?
DS: Ne?
SA: 'Seni seviyorum'
DS: Ben de seni seviyorum.

Yazıyı okurken dinlemelik: Duvar/ Yener Çevik
Yazıyı okuduktan sonra okumalık: Kocaman Bir Adam Barış Tut (Profil Yayınevi)
Bir ara mutlaka izlemelik: Ya Ya Ya, Şa Şa Şa

BİZE ULAŞIN