Hüsrev Hatemi: Sokaklarda mızıka çalma çocuk, vurulursun

Sokaklarda mızıka çalma çocuk, vurulursun
Giriş Tarihi: 4.11.2015 12:12 Son Güncelleme: 4.11.2015 12:14
Hüsrev Hatemi SAYI:18Kasım 2015
Çocuklar el ele tutuşup “Ro ro makaro, eskileri yamaro, kesköse kesköse hapşuu” teranelerine veya “Kız seni almaya geldim, halini sormağa geldim” nağmelerine hiç ilgi duymuyorlar artık. Her çocuk kendi kendine vakit geçiriyor. Ben, o günleri anarak, sokaklarda mızıka çalıyorum. Vurulmaktan korkum yok. Çünkü Attila İlhan, çocuğun vurulacağını söylüyor şiirinde. Benim gibi biri için tehlike yok. Sokak... Çocukluğumuza kenetlenmiş, hatıralarımızdan koparılamayacak bir kelime. Hiç değilse benim kuşağım için öyle. Benden 40 yıl sonra doğanlar için de öyledir sanıyorum. Ama benden 40 yıl sonra doğanların çocuklarının bir kısmı için 'sokak' kelimesi aynı önemi taşımıyordur. Çünkü o kuşağın çocuklarının az da olsa bir kısmı, dışarıya karşı korunmuş, giriş kapısı bariyerli ve güvenlikçilerin gözetimi altında olan sitelerde doğdular. Bu sitelerde sokak yok. Konutlar arasındaki yollar ancak sokağı andırıyor. Bu yollar, bahçe içindeki yollara benzetilebilir. Sokağın gizemi yok onlarda. 1990'lı yılların ortalarında gökdelen ve rezidans doğumlu çocuklarda ise bu kadar bile sokak anısı yok. Çünkü gökdelenden çıkan kişi kendini hiçbir sokakta yürümeden caddede buluyor, çocuklar ise konut arası yolları sokak niyetine aştıktan sonra servis arabası veya aile arabası ile kendilerini okulda buluyorlar. Hâlbuki 1940'lı yıllardan önce ve 40 yıl kadar sonra, yani 1980'li yıllara kadar, anne-babalar sokağı güvenli sayarlar, küçük yaştaki çocukları caddeye çıkmamaları için uyardıktan sonra, yaz tatilinde bütün gün sokağa bırakabilirlerdi. Ben ve ikiz biraderim Hüseyin'in yaz ayları, 1945-1951 yılları arasında Feriköy Çobanoğlu Sokağı'nın Şişli'ye doğru olan üst kısmında değil, Kurtuluş'a doğru olan alt kısmında geçti. İki kısımdan bahsediyorum, çünkü sokağımızı Baruthane Caddesi keserdi. Üst tarafta Merametçiyan Kilisesi Şahap Sokak girişi vardı. Üst kısım daha burjuva, alt kısım, burjuva ve proleter karışımıydı. Şimdi palavracı sayılma riskini göze alıyorum, ama 1947'ye kadar sokağın alt kısmındaki bostanlardan, hava kararınca yarasalar gelir, uçuşurken bazen yüzümüze çarpar ve bizi korkuturlardı. Önce yarasalar kayboldu. Ama çaylak sürüleri direniyordu. Levent, Haseki ve Feriköy'de gökte çaylaklar 1960'lı yılların bitimine kadar dolaştılar. Niye kayboldular kesin olarak bilmiyorum, bir İstanbul zoolog veya ornitologu bana bunu açıklarsa herhalde sevaba girer. Aynı sokak hayatını, halazadelerimize yatılı ziyarete götürüldüğümüz zaman, Aksaray'da, Yenikapı'ya çok yakın olan Hayriye Tüccarı Sokağı'nda da yaşardık. 1951'den sonra sokakta oynamaktan bıkarak, sadece açık camdan emekli amcalar gibi sokağı seyrettik durduk.

Sokak sesleri

O yıllarda, trafikte otomobil sayısı azdı. Özel otolar ise bazı semtlerde biraz fazla görülürse de, Feriköy'de yok derecesindeydi. Baruthane Caddesi'nden seyrek olarak taksi geçer, bizim sokağa girdiği pek görülmezdi. O yılların sokaklarında, sokak satıcılarının sesleriyle sessizlik perdesi delinirdi. Örnekler: "Eskiler alayiim, kalaaaaayciiii, Silivri yoğurdu gaymaaaah." 1940'lı yılların sonuna kadar, sokağa haftada iki üç ayrı Roman hanım bakla falı bakmak için girer ve müşteri ararken kapıları da çalarlardı. Herhalde Celal Bayar ve Adnan Menderes'ten korktukları için değil de, İkinci Dünya Savaşı'nın korkunç yoksunluk ve yoksulluk dönemi sona ermeye başladığından, bakla falcıları kapıları çalmaz oldular.

Çobanoğlu Sokağı ve etnisite

Rus asıllı bir madam ve eşi Kırımlı Ahmet Bey, Maarif müfettişi Nuri İmece Bey, eşi, dört kızı ve bir oğlu, bizim ev (Azeri), Muhasebeci Saim Tüzün Bey, iki kızı ve eşi, Mösyö Istrati (Rum), İtalyan eşi, büyük oğlu ve gelini, küçük oğlu hukuk öğrencisi Hrisantos ve evlerinde pansiyoner olarak kalan, biraderle bana eski günleri anlatan şiirler okuyan Trabzonlu Yelkencizadelerden Sahure Birben Hanım, sonraki evde Lütfiye Hanım'ın kızı Sedide, oğlu Sadeddin, daha sonraki evde Erzurumlu Binbaşı Fevzi Çakmar Bey ve kalabalık ailesi… Karşı sıramızda Ermeni bir aile, yanında deniz binbaşılığından emekli Cevdet Bey, sonra gelen evde, Çerkes ve Kastamonu karışımı aile, sonra Malatyalı Hüseyin Parlar oğlu Tıbbiyeli Hulusi ağabey, Hüseyin Bey'in eşi Seher Hanım… Bu isimleri, sokağımızda o yıllar Rum, Ermeni, İtalyan, Malatyalı, Azeri, eski İstanbullu, Rus, Kırımlı, Bilecikli komşularla nasıl huzur içinde yaşardık, anlatabilmek için verdim. Şimdi de sokak hayatı var İstanbul'da ama çok defa kapı komşuları bile birbirinin adından soyadından habersiz olabiliyorlar. Sokakların çoğunda artık iftar saati TV'den öğrenildiğinden, ben ve kardeşim gibi Feriköy Camii minaresini daracık bir gedikten izleyerek "Kandiller yandıııı" diye bağıran çocuklar yok. Çocuklar el ele tutuşup "Ro ro makaro, eskileri yamaro, kesköse kesköse hapşuu" teranelerine veya "Kız seni almaya geldim, halini sormağa geldim" nağmelerine hiç ilgi duymuyorlar. Her çocuk kendi kendine vakit geçiriyor. Ben, o günleri anarak, sokaklarda mızıka çalıyorum. Vurulmaktan korkum yok. Çünkü Attila İlhan, çocuğun vurulacağını söylüyor şiirinde. Benim gibi biri için tehlike yok.

Sokakla ilgili çağrışımlar ve deyimler

Birçok dilde ve dilimizde sokak 'geçici veya kalıcı olarak aile ortamından dışarıda olma'yı çağrıştırır. Çok sıklıkla dışarıda gezen bir hanıma, 200 yıl öncesinde Enderunlu Vasıf'tan öğrendiğimize göre 'sokak süpürgesi' denirdi. Enderunlu Vasıf, 18'inci yüzyıl sonunda Fatih'te ikamet eden bir annenin kızını şöyle azarladığını anlatır, "Sokak süpürgesi olma kadın, kadıncık ol."

Kendi iradesi ile veya feleğin sillesiyle sokağa düşmüş çocuklar için de, sokak çocuğu deyimi kullanılırdı ve halen de kullanılıyor. 'Sokakta kalmak' evsiz kalmak demektir. Evde beslenmeyen kedi ve köpeklere 'sokak hayvanları' denir. Fakat sokak güvercini, sokak kumrusu deyimleri mevcut değildir. Bunların, evde beslenmeleri daha nadir vukuattandır çünkü. Bir Azeri atasözü "Küçe iti ev korumaz" diyor. Yani sokak köpeği, bir evin bekçiliğini yapmaz, korumaz. Bu atasözündeki 'küçe' kelimesi sokak demektir. Farsça sokak manasına gelen 'kûçe', Azeri Türkçesinde "küçe" olmuştur. Kûçe, kûy kelimesinin (semt) sonuna, kemençedeki 'çe' küçültme eki getirilerek türemiştir. Çünkü 19'uncu yüzyılın ilk yarısına kadar, 'yârin sokağına' gidilmez ancak kûyuna gidilirdi; semtlerin adı verilir, sokakların adı verilmez, tarifle yetinilirdi, (bakkal yanı, mescit veya hamam yanı). Münir Nurettin Bey'in o çok güzel bestesinin güftesi, rivayete göre, II. Mahmud'undur. "Varalım kûy-i dilârâya gönül hû diyerek" diyor. Ey kû-yi dilârâ neredesin? Sultan Mahmud döneminde 'kûy' yani semt adını bilmek yeterliydi. Şimdi çok sayıda cadde ve kûçe var. Navigasyon cihazım da yok. Sokakta kaldık... İyi mi? Ben böyle düşünürken yanıma iki eski bestekâr hayali yanaştı. Biri Markar Efendi, diğeri Tamburi Mustafa Çavuş idi. Tamburi Mustafa Çavuş, "Semt adları yeterlidir. Benim 'Küçüksu'da gördüm seni' şarkımı dinleyin" dedi. Bu şarkıyı dinlemiştim. Markar Efendi de, "Küçüksu'da senin ey yar, sarılmış boynuna ağyar" mısralarıyla başlayan bir kıskançlık şarkısı bestelemişti. "Efendi görüyorsunuz ki biz sokak adlarını bilmeden de sizler gibi yaşamışızdır" dedi. Bu şarkıyı henüz bulup dinleyemedim. Fakat navigasyon cihazı masrafından kurtuldum. Tamburi Mustafa Çavuş ve Markar Efendi sağ olsun diyemiyorum, huzur içinde yatsınlar.
BİZE ULAŞIN