Sena Subaşı: KENDİYLE DOST OLAMAYAN BAŞKASIYLA SAHİCİ BİR İLİŞKİ KURAMAZ

KENDİYLE DOST OLAMAYAN BAŞKASIYLA SAHİCİ BİR İLİŞKİ KURAMAZ
Giriş Tarihi: 9.12.2025 14:48 Son Güncelleme: 9.12.2025 14:53
Günümüzde insanlar, tarih boyunca hiç olmadığı kadar birbirlerine yakın görünüyor. İleri teknolojik imkânlara sahip olan ve gelişmiş büyük şehirlerde yaşayan insan, her an birileriyle iletişim halinde görünse de aslında kendini yalnız hissediyor. Bu yalnızlık insanı bugün yeni bağımlılıklara ve yapay ilişkilere yönlendiriyor, kendisiyle ve kainatla ilişki kurmasını zorlaştırıyor. Psikiyatr Mustafa Ulusoy, Psikiyatr Mustafa Merter ve Mimar Sinan Genim, modern insanın yaşadığı çağımızın krizlerinin başlıcalarından modern yalnızlığı bize anlatıyor.

MUSTAFA ULUSOY: MODERN İNSAN KENDİNE KATLANAMAYAN İNSANDIR


İnsan ilişkisel bir varlıktır. Biz ilişki içinde var oluruz. Varlığımız, ilişkiler ağında anlam bulur. Biz ilişkiye muhtaç olarak yaratılmışızdır. İnsanın ilişki kurduğu varlık öncelikle kendisidir. İnsanın kendiyle kurduğu ilişki mühim, hem de çok mühim. Bu, çoğu zaman göz ardı edilir ama belki de en temel ilişkidir. Kendiyle dost olamayan insan, kimseyle sahici bir ilişki kuramaz.


Ardından başka insanlarla ilişkisi gelir: Anlaşılmak, konuşmak, dertleşmek, paylaşmak… İnsanın bir çift göz tarafından görülme, bir kalp tarafından duyulma ihtiyacı vardır. Modern psikolojinin es geçtiği, görmezden geldiği başka bir alan daha vardır. İnsan yalnızca kendisiyle ve başkalarıyla
değil, kâinatla da ilişki içinde yaşamak ister. Gökyüzüyle, ayla, rüzgârla, yağmurla, ağaçlarla, hayvanlarla, hatta taşlarla… Yaratılmış olanla ilişki, varoluşun en derin katmanlarından biridir. Ve nihayet, en asli ilişki ihtiyacı, Mutlak Varlık'la, yani Yaratıcı ile kurulandır. Bu olmazsa olmaz, en temel, en asli ilişki ihtiyacımızdır. Bugün modern insanın yalnızlığı, bu dört ilişki kümesinin, özellikle ilk ve sonuncusunun bozulmasından kaynaklanır. Günümüzde insan kendi varlığını değerli hissedemiyor, varlığını anlamlı hissedemiyor. Çünkü Yaratıcı ile ilişki yok veya çok zayıf. İnsanın kendiyle barışık ve iyi bir ilişki halinde olabilmesi Yaratıcının verdiği değeri hissedebilmesiyle doğru orantılı.

İşte kendini değersiz, anlamdan yoksun, dünyaya savrulmuş, fırlatılmış gibi hisseden insan için kendi varlığı bir yüke, katlanılmaz bir yığına dönüşüyor. Demem o ki modern insan kendine katlanamayan insandır.

Yalnızlık, en yalın tanımıyla kendiyle baş başa kalmak demekse, kim arası kötü olan biriyle baş başa kalmak ister ki? Elbette istemez. İşte modern insan da kendisiyle arası kötü olduğu için kendisiyle baş başa kalmak istemeyen, kendinden kaçan, kendinden uzaklaşan, kendinden sıkılan demektir.

Aynı şekilde, kainatla da baş başa kalamıyor. Bir ağacı tefekkür edemiyor, bir ayı tefekkür edemiyor, rüzgârı dinleyemiyor, çünkü bir anlam ve hikmet göremediği için sıkılıyor. Çünkü dış dünyanın sessizliği, içinin gürültüsünü yükseltiyor. Yaratıcı ile bağı zaten kopuk. Geriye sadece "ötekiler" kalıyor. İnsanlar arası ilişki burada bir kullanım nesnesine dönüşüyor. İnsan, ötekini kendi iç boşluğundan kaçmanın aracı olarak, sıkıntısını gidermenin aracı olarak kullanıyor.

Tasavvufta insanlar kırk gün halvethanede kalabilirler. Çünkü varlıkları kendileri için yabancı, bir yük, bir sıkıntı kaynağı değildir, kendilerini kâinat
misafirhanesinde Rablerinin aziz bir misafiri olarak görürler, kendileri onlar için katlanılmaz bir varlık değildir ve kendileriyle baş başa kalmak bu yüzden arzulanan bir durumdur. O insanlar kendiyle ve Yaratıcı ile ilişkisi, bağı sağlam olan insanlardır. Kendilerini sonsuz değerli bir sanat eseri olarak gördüklerinden halvet bir kaçış değil yakınlaşma aracıdır. Dış dünyanın dikkat dağıtıcı nesnelerinden ve geçici ilişkilerinden uzaklaşarak iç dünyanın derinliğine inme gayretidir.


Yalnızlıktan korkan insan

Yalnızlık, ilişkisizliğe dönüştüğünde sorun olur; yani insan kendisiyle, başkalarıyla, kâinatla ve Yaratıcısıyla bağlarını yitirdiğinde. Kendiyle ilişkiyi kaybedince yalnızlık korkuya, kâinatla ilişkiyi kaybedince yabancılaşmaya, Yaratıcı ile ilişkiyi kaybedince hiçliğe dönüşür. Yalnızlıktan korkan,
kendiyle baş başa kalmaktan sıkılan insanın başvurduğu oyalanmalardan biri alkoldür. Alkol insanın kendisinden kaçış mekanizmasıdır. Yine diğer madde kullanımı yük gibi algıladığı kendinden bir kaçış yöntemidir. Son zamanlarda kendinden kaçmanın en yaygın yöntemlerinden biri ise kumardır.


En sık kullanılan diğer yöntem de sosyal medyadır. Sosyal medya bir oyuncaktır, kendinden sıkılan, varlığını yük gibi algılayan insanın, kendini oyalaması için icat edilmiştir. Sosyal medyada insan insana ilişki kurulamaz. Çok karıştırılan bir mesele şu: İletişim halinde olmak ile ilişki içinde
olmak çok farklı haller. Sosyal medyada, Whatsapp gibi iletişim imkanlarında biz sadece iletişim halinde oluyoruz. Modern hayatta iletişim halinde olmak inanılmaz arttı ama ilişki kurmak, gönül bağı kurmak, derdiyle dertlenmek, sevincine ortak olmak, gözünün içine, yüzüne bakarak konuşmak, göz göze ilişki kurmak dibe vurdu. İletişim var ama derinlikli sohbet yok. Bu da insanın ilişki ihtiyacını maalesef karşılamıyor. Modern insan artık bir yarış pistinde yaşıyor. Sosyal medya görünmez bir skor tahtası kurdu: Beğeni sayısı, izlenme oranı, takipçi adedi. Herkes herkesin rakibi. Bu durumda insanlar birbirini "paylaşım ortağı" olarak değil, "tehdit" olarak görüyor. Böyle bir ortamda güven duygusu çöker. Kendini sürekli başkalarıyla kıyaslayan bir insan hem iç huzurunu hem de ilişki kapasitesini kaybeder. Bugün herkes herkesin hayatını biliyor. Ama bu bilgi, anlayışı artırmıyor; mahremiyeti yok ediyor.

MUSTAFA MERTER: HAKİKİ İLİŞKİ KURULDUĞUNDA YALNIZLIK AŞILIR


Yalnız insan, bir insan bulma ümidiyle yaşar. Hala bir temennisi, bir beklentisi vardır, hala acısını hissedecek kadar insan kalmıştır. İnsanın ümidi adeta kurtarıcısıdır. Biz ilişki kurduğumuzda sadece yüzeysel temasta kalmayız. Esas ilişki, rabıta, canlıların beraberliğidir. Bu sebeple birbirimize "canım" deriz ve hatta elimizi kalbimizin üzerine koruz. Bütün bu davranış inceliklerinin bir manası vardır. Her insan kurtuluşu için karşısındaki insanın hakikatini arar. Tevhidin bir manası da budur. Böyle hakiki bir ilişki kurulduğu zaman kaygı azalır, yalnızlık aşılır. Ümit yeniden doğar. Fakat sanallık âleminde, Matrix'in derinliklerinde yaşayan insan artık bu yalnızlığının ve acısının farkında bile değildir. Bir dakikalık sosyal medya temasında beynimiz 10 bin ila 100 bin arasında uyarana maruz kalır. "Arka plan gürültüsü" olarak tabir edilen beyindeki karışıklık (default mode) öyle artmıştır
ki artık beyne bir şekilde ulaşan bu uyaranlar bizi tamamen sersem eder. Biliyor musunuz bugün ABD'de ebeveynlerin çocuğuyla direkt göz teması
günde 5 dakikaya kadar inmiş. İnsan bu kopuşa nasıl gelmiştir? G. Twenge, İnternet Nesli kitabının bir bölümünde, 2012'de ABD'de akıllı telefonların piyasaya yayılmasından itibaren bazı çok belirgin sosyal değişikliklerle karşılaştığımızı açıklar. Farklı alanlarda artık bildiğimiz bütün sosyal dalgalanmaların ötesinde bir dalgalanmalar yaşarız. Nasıl deprem sonrası tsunami yaşanıyorsa insanlık da normal bir dalgalanmaya değil, bir tsunamiye maruz kalmıştır. Bu durumu modern dünyanın getirdiği insanlığın şimdiye kadar karşılaştığı en büyük kriz olarak görmeliyiz. Çünkü eş zamanlı olarak Afrika'dan Büyük Okyanus'ta en ücra köşelere kadar bütün insanlığa sirayet eden bir tesir insanlık tarihinde görülmemiştir. Bu kriz sadece maddi çıkarlar amacıyla kullanılmamaktadır. Yani sosyal medyanın mutlak dünyadaki hâkimi Mark Zuckerberg ve arama motorlarının sahibi Sergey Brin ve Larry Page, oluşturdukları sosyal medya ve ekran bağımlılığını sadece maddi menfaatler için değil, politik amaçlarla da kullanıyor. Bugün en tehlikeli tarafı da budur. Eğer 2 milyar nüfuslu İslam âlemi Gazze felaketinde beklenen tepkileri gösterememişse, sosyal medya bağımlılığı bunun en büyük nedenlerinden biridir.

Modern psikoloji bu zamana uymuyor

1850'lerden itibaren Batı, kendi dinlerinden ümidi kaybettikleri ve Rableriyle kavgalı oldukları için kendi kendini son kurtarma arayışı olarak bilimsel
materyalizm, sekülarizm, pozitivizm ile beraber bir aydınlanma medeniyeti var ederek "her şeyi kendi aklımla bulurum" vehmine ve hezeyanına girmiştir. Özellikle teknoloji alanındaki keşiflerle bir zafer sarhoşluğu yaşar hale gelmiştir. Daha fazla bilip tabiat ve dünya üzerine daha fazla hükmederek bir tarz sarhoşluk yaşamışlardır. Evet, bir tür sarhoşluk bu çünkü aynı zamanda bütün bu keşifler yapılırken bir yandan da ekolojik felaketi, çevre kirliliğini göz ardı etmiştir bu insanlık. Biz bildikçe çevremizi, dünyamızı yok ediyoruz. Bu, bilim tarihinin gördüğü en büyük paradokslardan biridir. Ben buna "exponentialparadox" (üstel paradoks) diyorum. Bugün trilyonlarca bilgi birikimiyle ne beklerdik? İnsanların
daha mutlu olmasını, çevre kirliliğini azaltmasını, daha güzel bir dünyada yaşamamızı beklerdik. Bugün tam tersi oluyorsa demek ki bir şey eksik. Eksik olan şey fişin takılı olmaması. Kendi diniyle kavgalı olan bir medeniyetin kullanma kılavuzunu, Kur'an-ı Azimüşşan'ı okumadan tek başına
zafer sarhoşluğuyla hareket etmesi bu felaketi getirmiştir. Artık modern psikoloji, anakronik bir hale gelmiştir ve bu zamana
uymuyor. Bunun için biz "nefs ilmi" kavramını kullanıyoruz. Nefs ilmi üzerinden gittiğimiz zaman modern psikolojinin bilmediği birçok yenilikle karşılaşırız. Bunlardan en önemlisi manevi kalptir. Manevi kalp, insan varoluşunun adeta bir kurtuluş merkezi gibidir. Manevi kalpten taşma olarak tabir edilen ilahi bir akış vardır. Benim hesaplayabildiğim kadarıyla 156 ayet-i kerime "orayı kirletmeyin, orayı paslatmayın, orayı hasta etmeyin"
diye bizleri uyarır. Demek ki Rabbimizle bağ kurduğumuz yer manevi kalbimizdir. Bugün modern psikoloji ve psikiyatri ne büyük bir çelişkidir ki manevi kalbin varlığını bile bilmez. Bir psikiyatr ya da psikoloğa sorduğunuzda kalbe "200 gramlık bir et parçasıdır" der. Halbuki insanın kurtuluşu manevi kalbinin tekrardan açılmasına ve Rabbi ile tekrardan bağlanmasına, rabıta kurmasına bağlıdır.

SİNAN GENİM: DİYALOG KURMAK İÇİN EMEK SARF ETMEK GEREK

Şehirde yaşamak kolay değildir. Önce şehrin müşterek bir yaşam ortamı olduğunu bilmemiz gerekir. Müşterek yaşam çaba ister. Şehirde yaşamak da
efor ister, uyum ister, çalışma ister. Evet kalabalıktasın; bir sürü insan var etrafında ama bir yandan daha da yalnızlaşıyorsun çünkü insanlar şehirde
yaşamaya dair gerekli eforu göstermiyor. Bir köyde ya da küçük bir kentte yaşamak için çok çaba göstermenize gerek yoktur. Sabah evden çıkarsınız. İşe gidersiniz ya da kahveye. Mesafeniz hep kısadır. Bir sürü insanla temas edersiniz ama temas ettiğiniz herkesi tanırsınız. Gün içinde tanımadığınız birilerine denk gelmezsiniz; ayda yılda birkaç kez olur bu. Köy kendi içine kapalıdır. Bazı olaylar herkes tarafından bilinir ama söylenmez. Köyün delisi vardır. Herkesin söylemek istediğini o söyler. Bu da toplumun tansiyonunu azaltır, herkesi rahatlatır. Bu yerlerde yapılar seyrektir. Köyde sana en yakın insan 50 metre, 100 metre uzaklıkta yaşar. Bu yüzden küçük yerlerde yaşamak kolaydır, çok çaba istemez.

Şehir büyüdükçe, kalabalık arttıkça yaşantı zorlaşmaya başlar. Şehirde evden çıkıp sokağa doğru baktığınızda hayatınızda hiç görmediğiniz ve bir daha görmeyeceğiniz insanlar vardır. Tanımadığınız biriyle ne konuşacaksınız? Bu yüzden insan bu kadar kalabalıkta kendini yalnız hisseder çünkü diyalog yok. Diyalog kuramadığın müddetçe etrafındaki insanları bir eşya gibi görürsün. Şehirlerin en önemli özelliği farklı kültürlerin bir arada yaşamaya çalışmasıdır. Şehirde bambaşka kültürler, bambaşka hayatlar vardır. Küçük şehirlerden gelenler kendi kültüründen insanlarla bir arada yaşamaya devam etmek ister. Bilmediği kültüre, tanımadığı insana önyargılı olmaya başlar. Bu felsefeyle şehirde yaşam zorlaşır. Şimdi herkes şunu söylüyor: "Boşanma oranları çok arttı, insanlar yalnız yaşamak istiyor." İnsanlar birbirine tahammül edemiyor ki. Müşterek hayat kişilerin sarf ettiği eforla oluşur. Şimdi herkesin kafasında "1+1 evde gökdelenlerde yaşayayım" düşüncesi var. İnsanlar şehirde konforlu yaşamak istiyor, aynı zamanda ailelerinden kopmak istiyor. Fakat insan tembellikle şehirde yaşarsa kendi içine kapanır, yalnızlaşır. Yalnızlaşan insan telefonlarla irtibat kurmaya çalışır; o da suni bir iletişimdir. Ailelerin bir arada yaşadığı geniş evlerde efor gerektiren bir sistem vardır. Annenin, babanın, çocukların görevleri bellidir. Mesela benim kendi ailemden öğrendiğim alışkanlıklarım vardır; kahvaltı sofrasına bile üzerimizi değiştirip otururduk. Her ailenin içinde emek isteyen farklı sorumluluklar vardır. En basitinden sabah kalkarsın, ailene hâl hatır sorarsın. Evde daha çok çalışman lazım; yemek pişirmen, temizlik yapman, eve katkıda bulunman lazım.

Yalnızlaşmayı insanlar seçiyor

Türkiye'de şehre dair insanların çok yanlış anladığı bir konu var. Şehirde özgürlük sınırları çok dardır aslında. İnsanlar tam tersi düşünüp özgürleşmek için şehre geliyor. Özgürlük bir başkasının sınırına değdiği anda biter. Şehirde insanlar dip dibe yaşadığı için bir başkasının sınırına her an değebiliyorsun. Her gün toplu taşıma kullanıyorsun. Bu yüzden temiz olman gerekiyor. Ama küçük yerlerde kimseye bu kadar yakın temas etmiyorsun, böyle bir zorunluluğun da olmuyor. Çok iç içe yaşıyorsun ama belirli sınırlar içinde hareket etmeye mecbursun. Bugün şehirde senin evindeki uyuşmazlık apartmanına da intikal ediyor. Kuzguncuk'ta insanlar kapılarına "burada yaşıyoruz" yazılarını asmaya başladılar çünkü
başka ilçelerden gelenler her gün evlerinin önünde fotoğraf çekiliyor.

Hepimiz birbirimizin hayatında etkili oluyoruz. Herkes o kalabalık içinde yaşıyor ama kendini yaşıyor. Kimse kimseye konuşmuyor. Bunu ciddi bir tehlike olarak görüyorum. Halbuki topluma katkı sağlayıp yükseltirsen, sen de yükselmiş olursun. Şehirde yaşamanın, toplum kültürünün oluşumu budur. Türkçede bazı sevmediğim terimler var; "gemisini kurtaran kaptan", "giden ağam gelen paşam", "her koyun kendi bacağından asılır" gibi. Şehir yaşantısında bunlar olmaz. Yalnızlaşmayı bugün insanlar seçiyor çünkü bir başkasıyla diyalog kurmak için, konuşmak için emek sarf etmen
gerek. İyi bir sohbet için okuman gerek, bilgi birikimine sahip olman gerek. Bu yüzden şehirde yaşamak zordur diyorum. Köşede yıllardır var olan bir ayakkabı boyacısı vardır; geçerken sen ona merhaba dersin, o sana merhaba der. Onu sen de yapmıyorsun, kimseyle diyalog kurmuyorsun. Sonra "insan niye böyle, kent niye böyle?" Yalnızlıktan şikâyet eden herkes önce kendisine bakmalı. Biz çevremize nasıl davranıyoruz?

BİZE ULAŞIN