Binyamin Netanyahu, 16 Eylül 2025'te ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio ve ABD'nin İsrail Büyükelçisi Mike Huckabee'nin de bulunduğu bir açılış töreni sırasında Kudüs'ün İsrail'in "ebedi ve bölünmez başkenti" olduğunu vurguladı ve "Bu bizim şehrimiz, Sayın Erdoğan. Bu sizin şehriniz değil. Bizim şehrimiz ve bir daha bölünmeyecek." ifadelerine yer verdi. Araştırmacılar tarafından İsrail'in en sağcı ve radikal hükümeti olarak nitelendirilen son kabineye mensup bakanlar da Kudüs ve Mescid-i Aksa ile ilgili tahrik edici açıklamalar yapmaktan geri durmuyor. Nitekim Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir, 3 Ağustos 2025'te Harem-i Şerif alanına girmiş ve Mescid-i Aksa'da aleni bir şekilde dua ederek mevcut statükoyu provakatif bir şekilde ihlal etmişti.
Maliye Bakanı Bezalel Smotrich ise 28 Mayıs 2025'te Kudüs Günü konuşması sırasında sınırların genişletilmesi ve Süleyman Mabedi'nin yeniden inşa edilmesi gerektiğini ifade ederek kışkırtıcı söylemlerde bulunmuştu. 25 Ağustos'ta ise Kudüs Belediye Başkanına hitaben "Parayı ben veririm. Siz Mabedi inşa edin." demekten geri kalmamıştı. Kültür Mirası Bakanı Amichai Eliyahu da statükoyu dönüştürme adımı olarak kabul edilebilecek şekilde Kudüs ve Harem alanına on binlerce Yahudi'nin gerçekleştireceği rehberli turlar için yaklaşık 2 milyon NIS'lik (İsrail şekeli)bütçe ayırdığını açıklamıştı. Bütün bu açıklamalar sadece birkaç ay içinde İsrail'in yönetimini elinde bulunduran yetkililerin Kudüs ve Mescid-i Aksa'yla ilgili provokatif, tahrik edici, saldırgan ve kışkırtıcı söylemlerinden bazıları ve Gazze'deki soykırım devam ederken yapılan bu açıklamalar oldukça dikkat çekici.
Tevrat'ta ve tarihi süreç içinde Kudüs
Yahudi geleneğinde İsrailoğulları'nın Filistin coğrafyasıyla kurduğu ilişkinin başlangıcı, İbrahim'in Tanrı ile yaptığı ahitle temellendirilir. Kudüs'e dair anlatılar, esas itibarıyla Davud döneminden itibaren öne çıkar. Mezmurlar'da yer alan ifadeler, bu kentin bölgedeki diğer şehirlerden ayrılarak
özel bir statü kazanmaya başladığını göstermektedir. Davud'un Kudüs'ü krallığın başkenti haline getirmesi ve ardından Tapınağın inşası için hazırlıklara girişmesiyle birlikte şehir, siyasi merkez olmanın ötesinde dini bir kutsiyet de kazanmaya başlar. Özellikle Ahit Sandığı'nın Kiryat Ye'arim'den Kudüs'e taşınması, kentin Tanrı'ya adanmış bir ibadet mekânı olarak kabul edilmesini sağlar.
Tevrat'ın ilk beş kitabında yalnızca Şalem adıyla anılan Kudüs, Tanrı'nın tecellisinin ikamet ettiği yer olarak görülür. Yine İbrahim Peygamber'in İshak'ı kurban etmek üzere çıkardığı dağın Kudüs'teki Süleyman Mabedi'nin inşa edildiği alan olduğu kabul edilir. Özellikle Süleyman'a atfen,
"Adıma bir Tapınak kuracak olan odur. Onun krallığının tahtını sonsuza dek sürdüreceğim" şeklindeki pasaj, Kudüs'ün hem kraliyet hem de tapınak şehri olarak Tanrı'nın İsrailoğullarına ebedi vaadi olarak yorumlanır. Böylece Kudüs'ün Yahudi geleneğinde öne çıkan konumu, Süleyman döneminde Tapınağın inşasıyla birlikte kurumsallaşır.
M.Ö. 586'da Babilliler Kudüs'ü ele geçirip Tapınağı yıkmalarıyla, Yahudi tarihi ve teolojisinde büyük bir kırılma yaşanır. Düşmez denilen Kudüs'ün ele geçirilmesi, yıkılmaz denilen Tapınağın yerle bir edilmesi ve Yahudilerin sürgüne gönderilmesi, Kudüs'le ilgili düşüncelerin "Yahudilerin Tanrı'ya isyanları, işledikleri günahlar ve çıkarmış oldukları kaos nedeniyle Tanrı tarafından verilen ilahi bir ceza" anlayışıyla yorumlanmasına yol açar. Sürgün
dönemi peygamberleri ve onlara atfedilen metinler, Kudüs'ün yıkılışını Tanrısal ceza doğrultusunda değerlendirirken cezanın geçici bir süreyi kapsadığını ve Kudüs'e yeniden dönülerek Tapınağın tekrar inşa edileceğini vurgular.
Ağıtlar kitabı Kudüs'ün yıkımını ağır bir şekilde tasvir ederken Yeşaya'nın son bölümleri ve Hezekiel, Tanrı'nın Siyon'a geri döneceğini, Kudüs'ün yeniden ihya olacağını anlatır. Mezmur yazarları da sürgün acısını "Ey Yeruşalayim, seni unutursam sağ elim hünerini unutsun" diyerek anlatmıştır.
Bu metinlerde yer alan ifadeler, Kudüs'ün kutsiyetinin yıkılıştan sonra Yahudi kolektif bilincinde artarak sürdüğünü gösterir. Babil sürgünü sonrası Pers Kralı Koreş'in fermanıyla Yahudilerin Filistin bölgesine dönüp mabedi yeniden inşa etmelerine izin verilir.
M.Ö. 63'te ise Roma egemenliğine giren Kudüs, özellikle I. Herod döneminde gerçekleştirilen Tapınağın imar ve yenilenme faaliyetleriyle öne çıkar. Ancak Yahudilerin Romalılara karşı artan huzursuzluğu, 66-70 yıllarındaki Birinci Yahudi İsyanı'na yol açar. Bunun sonucunda Romalı General Titus, 70'te Kudüs'ü işgal edip İkinci Tapınağı yerle bir eder. Bu yıkım sonrasında Yahudiler büyük bir travma yaşar, dinin kutsal mekânı ortadan kalkar ve Yahudilerin büyük kısmı sürgüne dağılır. Bütün bunların ardından Romalılar, Kudüs'ü tamamen Yahudilerden arındırarak yerine Aelia Capitolina adında pagan bir koloni kenti kurarlar ve Yahudilerin şehre girmesini yasaklarlar. Böylece Yahudiler açısından kutsal şehir fiilen erişilmez hale gelir.
Rabbani metinlerde, ibadet ve dualarda Kudüs
(Yahudi) Rabbani kaynaklar Kudüs'e kozmik bir önem atfeder, onu dünyanın manevi merkezi olarak tasvir eser. Midraş Tanhuma ve Babil Talmudu'nda "Dünyanın merkezi İsrail'dir, İsrail'in merkezi ise Kudüs'tür." ifadesi yer alır. Yine Kudüs, Tanrı'nın yeryüzündeki ikametgâhı kabul edilir. Rabbani din adamları, ilk insan Âdem'in yaratıldığı toprağın Kudüs'ten alındığını, hatta bütün dünyanın Siyon Dağı'ndan başlayarak yaratıldığını belirtirler. Bir başka midraş, Yakub Peygamber'in rüyasında gördüğü göğe uzanan merdiveni Kudüs'le ilişkilendirir.
Yakub'un Bet-El adını verdiği yerin aslında mabet tepesi veya o tepenin göğe açıldığı nokta olduğu, Tanrı'nın Yakub'a ileride inşa edilip yıkılacak ve Mesih zamanında tekrar kurulacak Tapınak'ı bu rüyada gösterdiği anlatılır. Bu söylemlerde Kudüs, sadece geçmişin değil geleceğin de merkezi olarak kurgulanır. Kudüs'teki Tapınak fikri ezelden beri Tanrısal planın bir parçası olarak görülür. Bu inanç, Kudüs'ün kutsiyetini zaman ve mekân üstü bir düzleme taşır.
Dahası, mabedin yıkılışından sonra bile kutsallığın tamamen kaybolmadığı, Tanrı'nın Şekina'sının Kudüs'ten bütünüyle ayrılmadığı ve hiçbir zaman Ağlama Duvarı'nı terk etmediği dile getirilir. Talmud'da dünyaya verilen on kav (parça) güzellikten dokuzunu Kudüs'ün aldığı, bir kav güzelliğin
ise dünyanın geri kalanına pay edildiği belirtilir. Rabbani metinlere göre, bir kez kutsal kılınan mekânın kutsiyeti ebediyen baki kalmaktadır. Bu nedenle Tapınak yıkılmış olsa da Kudüs'ün mekânsal kutsiyeti sürmekte ve orası hâlâ yeryüzündeki en kutsal nokta olarak kabul edilmektedir.
Rabbani metinlerde, Mesih zamanında Kudüs'ün eski ihtişamına kavuşacağı, mabedin yeniden kurulacağı ve dünyanın merkezi haline geleceği sıkça vurgulanır. Kudüs, Yahudiler açısından yitik bir cennet misali Mesih çağında geri kazanılması beklenen Tanrı'dan gelen kutsal bir emanet
olarak görülür. Diaspora döneminde Yahudiler bulundukları her yerde Kudüs'e doğru yönelip ibadet ederek günlük dualarında Kudüs'ün yeniden kurulmasını Tanrı'dan istemişler ve kültürel pratiklerinde Kudüs'ü hatırda tutmaya özen göstermişlerdir. Kudüs'ün kutsallığı, Yahudi ibadet hayatının her alanına nüfuz etmiş durumdadır. Yahudiler tarih boyunca günde üç vakit dua ederken yüzlerini Kudüs'e doğru çevirmeyi dini bir vecibe kabul
ederler. Günlük dualar içerisinde Kudüs doğrudan doğruya anılarak çeşitli temennilerle sürekli gündemde tutulur. Yahudilerin en önemli günlük ibadeti olan Amida duasının on dördüncü berahası, tamamen Kudüs'ün yeniden inşasına ve Tanrı'nın Siyon'a geri dönüşüne hasredilir. Bu duada Tanrı'ya, "Kudüs'e merhametiyle yeniden dönmesi, Davud soyundan Mesih'i orada yeniden kral kılması ve şehri yakında ebedi olarak yeniden imar etmesi" için yalvarılır.
Benzer şekilde yemeklerden sonra okunan Birkat Hamazon (sofra duası) içinde "Kudüs'ü yeniden kur" niyazı bulunur. Yıllık dini takvimde de Kudüs'ü hatırlatan özel anlar mevcuttur. Yahudiler, Pesah'ın sonunda ve yılın en kutsal günü olan Yom Kippur'da hep bir ağızdan "Gelecek yıl Kudüs'te!" diyerek bayram ve oruçlarını bitirirler. Aynı şekilde en hüzünlü gün olarak kabul edilen Tişa be-Av orucu, Kudüs'teki her iki mabedin yıkımını anma günüdür ve sinagoglarda Yeremya'nın mersiyeleri okunarak Kudüs'ün kaybı için matem tutulur.
Tevrat'ta Tanrı defalarca "Orada bulunmak üzere seçtiğim Yeruşalim Kenti'nde…" ifadesini kullanarak Kudüs'ü seçtiğini ilan eder. Mezmurlar'da ise "Rab Siyon'da oturur" denilerek Kudüs ilahi tahtın yeri olarak tanımlanır. Birinci ve İkinci Mabed dönemlerinde, Kudüs'e yılda üç kez hac yapılması (Aliya la-Regel) emri, Kudüs ve Tapınak'la ilgili bu inançların sonucunda ortaya çıkar. Tüm bu uygulamalar, Yahudi dini yaşamında Kudüs'ün merkezi bir unsur olarak kurumsal bir şekilde yaşatıldığını gösterir.
Kudüs nasıl işgal edildi?
19. yüzyılın sonlarından itibaren Siyonizm'in ortaya çıkışıyla birlikte yurdu olmayan Yahudilere ulusal bir yurt kurma fikri İngiltere tarafından ciddi bir mesele haline getirilir. 1900'lerin başından itibaren Arjantin, Kıbrıs ve Sina Yarımadası (El-Ariş Projesi), Yahudilere yönelik bir devlet kurmak için ele alınan bölgeler olur. Özellikle Altıncı Siyonist Kongre'de İngiliz hükümetinin, Doğu Afrika'da özerk bir Yahudi kolonisinin kurulması için önerdiği (Uganda Planı) ciddi tartışmalara neden olur fakat kongre üyeleri tarihsel köken ve ulusal geçmiş vurgularıyla bu teklifi reddederek İsrail'in Filistin
topraklarında kurulması gerektiğini belirtir. Siyonist liderler de kurulması hedeflenen bu devletin sınırlarını belirlemek için Tevrat'ta yer alan ifadeleri merkeze alır.
Siyonizm'in en başından itibaren ana hedefi "bir devlet kurmak" değil, "Filistin topraklarında bir devlet kurmak" olur. İngilizlerin kontrolünde gerçekleşen Yahudi göçleri ve yerleşimler, Kudüs, Yafa ve el-Halil başta olmak üzere birçok Filistin şehrinde ciddi gerilimlere yol açar. 1948'in başında
stratejik bölgelerin Yahudi kontrolüne alınmasını, Arap köylerinin boşaltılmasını ve Filistinlilerin kitlesel olarak göçe zorlanmasını amaçlayan Dalet Planı hazırlanarak yürürlüğe sokulur. Bu plan çerçevesinde 9 Nisan 1948'de Kudüs yakınlarındaki Deir Yasin'de İrgun ve Lehi örgütleri tarafından
aralarında kadın ve çocuklar da dâhil olmak üzere yüzlerce sivilin öldürüldüğü bir katliam gerçekleştirilir. Yine aynı yıl içinde 700 binden fazla Filistinlinin evlerinden ve vatanlarından koparıldığı Nakba olarak isimlendirilen felaket yaşanır. 1967'de Kudüs'ün işgal edilmesiyle uluslararası hukuka yönelik ihlaller artarak devam eder.
İslam dünyasına meydan okuma
Kudüs, Yahudi geleneğinde kurucu anlatıların, ahdin ve Tapınak teolojisinin odağı olarak yükselirken modern dönemde özellikle Doğu Kudüs ve Harem-i Şerif alanı çevresinde İslam'ın en önemli kutsal mekânlarından birine yönelik işgal ve Müslümanlara yönelik çeşitli baskılar sistemli bir şekilde yürütülmektedir. Alanda halen geçerli olan "statüko", Harem-i Şerif'in idaresinin Ürdün Vakıflar Bakanlığına ait olduğu ve gayrimüslimlerin
ziyaretinin mümkün olmakla birlikte bu kimselerin ibadetlerinin yasak olduğu esası üzerine kuruludur. Bugün yaşanan gerilimlerin önemli bir kısmı bu statükonun ihlalinden kaynaklanır.
Müslümanların Mescid-i Aksa'ya erişimine getirilen dönemsel kısıtlamalar ve giriş-çıkışın yaş ve izin şartlarına bağlanmasına karşın kalabalık Yahudi gruplarının polis eşliğinde Harem alanına yapmış oldukları baskınlar İslam dünyasına meydan okuma anlamını taşır. Gerilimi tırmandıran bir diğer unsur ise üst düzey İsrailli siyasetçilerin ve örgütlü grupların Harem'e polis eşliğinde girişleri ve alanda açık bir şekilde dua ve ibadette bulunarak Kudüs'teki kırılgan dengeyi bozmaya çalışmalarıdır. Bu davranışlar, statükonun bilinçli olarak aşındırılmaya çalışıldığını da göstermektedir.
Siyonizm, ortaya çıktığı ilk günden itibaren Yahudi kutsal metinlerine dayandığını öne sürerek Filistin toprakları, Kudüs ve özellikle Mescid- i Aksa üzerinde fiili bir işgal politikası yürütmektedir. Yasadışı yerleşimler, yürürlüğe sokulan projeler ve soykırım yolu ile Filistin topraklarını kademeli şekilde işgal etmeye devam eden İsrail'in demografik yapıyı dönüştürmeye yönelik uygulamaları ve Yahudi geleneğindeki anlatılarla meşrulaştırılan
soykırım söylemleri insanlık tarihinde birer utanç sayfası olarak varlığını koruyacaktır.
Oysa Hz. Ömer'in fethiyle birlikte Kudüs, bin yılı aşkın bir süre boyunca İslam hâkimiyetinde kalmış, Yahudilerin şehre yönelik doğrudan egemenliği ise toplamda yalnızca 521 yıl sürmüştür. Bu tarihsel gerçeklik göz önünde bulundurulduğunda Kudüs ve Harem-i Şerif üzerine yapılan tartışmaları yalnızca Yahudi bakış açısıyla ele almak ne uluslararası hukuk açısından tutarlı ne de barış ve esenlik şehri olarak Kudüs'ün geleceği açısından
anlamlıdır.
* Doç. Dr., Aydın Adnan Menderes Üniversitesi