Zeynep Merdan: SİBER GİYOTİN: LİNÇ KÜLTÜRÜ

SİBER GİYOTİN: LİNÇ KÜLTÜRÜ
Giriş Tarihi: 30.06.2025 11:20 Son Güncelleme: 30.06.2025 11:20
Ölçüsüz nefret. Ölçüsüz düşmanlık. Ölçüsüz partizanlık. Ölçüsüz suçlama. Ölçüsüz savunma. Ölçüsüz sadakat… “Benim gibi düşüneceksin. Tıpkı benim gibi muhakeme edeceksin. Benim gibi karşı çıkacaksın. Ve benim gibi nefret edeceksin” diyen, bir tür “Benim gibi düşüneceksin” zorbalığı bu. Fikrî faşizm resmen.

Linç, kolektif bir şiddetle yapılan psikolojik bir idama benziyor. Bir tür itibar idamına. Linç, toplumun cinayet işlemesi gibidir. Bu kelimenin çağrışımı, bir grup tarafından yok edilmeye çalışılan bir kişi veya grubu işaret eder. Fakat linç, tıpkı bir kültür gibi çalışır.


Hangi durumlarda linç fenomenini görürüz? Toplumsal norma aykırı olanı gerçekleştiren bir kişi lince maruz kalır. Toplum kendine zarar verme potansiyeli olan her şeyi yok etme eğilimindedir. İşlevselci yaklaşımdan hareketle toplumun, güvenliğini ve düzenini sağlamak adına yeri geldiğinde toplumsal yasaları dahi esnettiği vakidir. Linç kültürünün iki perspektifi vardır: Linç etmek ve linç edilmek. Linç etmenin doğası planlı ve akılcı bir eylemden uzak, tamamen refleksif ve primitiftir. Linç edilmek ise toplumsal olana aykırılığı, normatif olana zararlı olanı temsil eder. Toplumsal linç bir kültür olarak kalabalık grupların eylemsel potansiyelini ifade eder. Bu potansiyel aslında toplumsal olana karşı çıkanların çekinmesini sağlamak amacıyla varlığını sürdürmektedir. Toplumun norm alanına çektiği caydırıcı bir duvar…

Post-truth giyotin

Linç, provokasyona ve hedef göstermeye son derece açık bir toplumsal olgudur. Yanlış yönlendirilen grupların masum insanlara zarar verdiği birçok örnek durum vardır. Toplum bilimleri linci, düşük gelir grubuna ve eğitim düzeyine sahip öfkeli bir güruhun, birini öldürme amaçlı eylemi olarak tanımlıyor. Fakat bu durum günümüzde bir hayli değişmiş durumda. Sosyal medyanın toplumsallığı özellikle bu tür durumlarda ön plana çıkıyor. Peki, nerededir bu toplumsallık? Adalet söyleminde… Adalet istenci salt sosyal medya özelinde değil tüm toplumsal yapılarda bir öfkenin tetikleyicisidir; toplumsal öfkenin. Günümüzde toplumsal öfkenin ve sonucunda yargılamanın bir sonucu olarak Cancel Culture olarak adlandırılan bir fenomen var. Bir kimsenin sosyal medyadaki varlığına yönelik, fiziksel dünyadaki itibarını da içine alan bir yok etme/yok sayma süreci. Sanal idam sehpaları, sanal cellatlar… Bu cinayetin faili ise meçhul. Bugün biliyoruz ki sosyal medyada öfke en çok etkileşim alan duyguların başında geliyor.

Özellikle eski adı Twitter, şimdiki adı X olan platformda yüzünüzü nereye dönseniz bir öfkeye çarpabilirsiniz. Bu kadar öfkenin olduğu bir alanda çatışmanın ve dahi şiddetin görülmesi kaçınılmazdır. Özellikle bireyselleşmenin farklı bir formunu gördüğümüz bu mecradaki toplumsallıkta adalet
söylemi bireylerin ahlaki üstünlük duygularıyla besleniyor. Çoğu X kullanıcısı kendini ahlaki olarak üstün görüyor, kendi fikirleriyle uyuşan fikirlere sahip olanlarla iletişim kuruyor ve onları destekliyor. Bu gönüllü bir araya gelme durumundan kolektif bir eylem çıkabiliyor. Hele ki sosyal medya kimliklerinin bir türü olan anonim kimliklerin varlığı, anonim cesaretini pekiştiriyorsa söylemlerin şiddet dozu had safhaya çıkıyor.

Hukukun sanal mecralarda tesis edilme çabasını veren "Twitter mahkemesi" klişesini hatırlatan bir topluluk. Bunun işlevsel olabileceğini ya da üzeri kapatılmaya çalışılan suçları ifşa etmek için faydalı bir kullanım şekli olduğu aşikâr. Fakat bu gücün yararını yüceltmek olası tehlikelerini göz
ardı etmeyi gerektiriyor. Linç meselesinde üzerine düşündüğümüz toplumun görünen baltası bu durumda her zaman suçlunun kafasına inmiyor. Toplumsal sözleşme, anayasa, devletin hukukun meşruiyetini sağlaması ve hesap verebilirlik gibi ilkeler, modern demokrasilerde olmazsa olmazdır
fakat sosyal medya yargıçları bu sistemin dışındadır. Kararları keyfidir. Yargı değil, infaz önemlidir. Kalabalıklara tüketecekleri içerik sunmayı amaçlarlar. Öfke ve öznel duygularıyla hareket eder, inanmak istediklerine inanır, şiddetli bir niyet okuyuculuğuna tutulur ve çoğu zaman anonim maskelerin ardına saklanırlar.

"Vurun kahpeye" hazzı

Linç, toplumsal öfkenin dışavurumu. Her kesimde bambaşka öfke birikimi var, ortamını bulduğu an çarpışıyor sadece. Yasaklı, mayınlı, marazlı kelimeler var, içinde o kelimenin geçtiği her cümleye anlamadan direkt tepki veriyorlar yargılama coşkusuyla. Böylece politik bir sporumuz oluveriyor linç.

Walter Benjamin'e göre her hukuk gücü "dolaysız şiddetin mitsel ifadesi"dir. Byung-Chul Han bu alıntıyı Şiddetin Topolojisi adlı eserinde vurguluyor. Hukukun gücünü Benjamin dolaysız şiddetle birlikte anıyor. Toplumsal şiddet mevzusunda da karşımıza linç kültürü çıkıyor. Pekâlâ, bu
analojiyi sosyal medya hukukuna(!) uygularsak şöyle bir söylem ortaya atabiliriz; Sosyal medya linci, sonsuz nefretin ve kolektif şiddetin patolojik ifadesidir! Yeni cadılar avlamak bu güruhun adeta hobisidir. Her like bir alkış; her "repost" bir "vurun abalıya"dır.

Peki, bu abalılardan geriye ne kalır? Sosyal medya lincine haksız yere uğrayan ve bu durumun mağduru olmuş sayısız insan var. İtibar suikastına, doxxing (kişisel bilgilerin ifşası) ile küfür ve tehditlerle yıpratılmış, sosyal olarak özgüveni yerle yeksan olmuş insanlar. Tam bir game over durumu. Ne yazık ki, hakikat ortaya çıktıktan sonra bile bu kimselerin itibarı iade edilmez. Post-truth! Sosyal medya toplumunun hakikatle işi yoktur. Hay bin post-truth!

Toplumsal travmaların katarsisi olarak linç mi var elimizde? Suçluları linç ederek suçlar son mu bulacak mesela? Hala bu en ilkel cezalandırma yöntemini mi kullanacağız? Toplumca acilen bu linç sporunu eleştirel düşünmeye terfi ettirmeliyiz.

Nefret siyaseti

Çaçaron ve saldırgan üslup, ilgi arsızı, popülist, arabesk bir varoluş ve o an en popüler, prim kasan konu ne ise hep onun davacısı, savaşçısı olan, hayatla kavgasını politize ederek meşrulaştıran bir insan profili. Popüler siyaset, doğal afetler, spor, futbol, magazin, üçüncü sayfa haberleri… O ara
gündemde en revaçta konu ne ise bir şekilde ortasına bodoslama atlayan, birden onun savaşçısı olan tipler. Nefret siyasetini besleyen bu öfkeli kalabalık işte.

Ölçüsüz nefret. Ölçüsüz düşmanlık. Ölçüsüz partizanlık. Ölçüsüz suçlama. Ölçüsüz savunma. Ölçüsüz sadakat… Nefret siyaseti mahvediyor bu ülkeyi. İki uçta savrulan, birbirinden nefret eden milyonlarca insan grubu. Yazık bu ülkeye ve yazık bu ülkenin heba olan potansiyeline. "Benim gibi düşüneceksin. Tıpkı benim gibi muhakeme edeceksin. Benim gibi karşı çıkacaksın. Ve benim gibi nefret edeceksin." diyen, bir tür "benim gibi düşüneceksin" zorbalığı bu. Fikrî faşizm resmen. Nefret siyaseti. Nefret insanı. Ve hepsinden acilen kurtulmak zorunda bu ülke insanı.

Niyet okuyuculuk, husumet, nefret. Ufacık şeyler yüzünden korkunç husumetler güden, kalbi karanlık, kompleksli, kendini bir türlü sevemeyen insanlar. Bu nefret insanlarıyla makul hiçbir şey konuşamazsınız. İnsan sevmemek vebası var sanki. Artık herkes hayvan seviyor, köpek seviyor, eşya seviyor, kitap seviyor. Ama insan sevmiyor... Çocukları bile sevmiyor. İnsan sevgisizliği kokuyor her yer. O yüzden bunca nefret. Russell "Nefret, aptallık; sevgi, bilgeliktir" derken haklıydı.

Siyasi inanç

Siyaset, insan evladının en ilkel, egoist, çıkarcı, hesapçı yanını ifşa ediyor. Sanat ise en derinlikli, zarif, "übermensch" yanını. Siyaset ve sanat arasında insanın her veçhesi var. Birinde en karanlık diğerinde en aydınlık... "Siyaset sanatı"nda insanın nüvesi var resmen. Oysa Türkiye'de siyaset
inanç gibi yaşanıyor. Siyasi görüş değil "siyasi inanç" var. Günün sonunda herkes inanmak istediğine inanıyor... Ve bunu gerçek zannediyor. Siyasi görüş, ideoloji zannedilen şey de inatçı bir inançtan ibaret.

Hiçbir fikri ve felsefi derinliği olmayan "siyasi inanç" gibi yaşanan bu kavga siyasetinden bıktık. Birbirinden nefret eden yığınlar... Birbirini asla dinlemeyen, nefretle kendi ideolojisini yaşayan milyonlar. Bu haklı olmazsa ölecek hastalığından muzdarip, doğuştan haklı olarak dünyaya gelmiş "Ben haklıyım!" insanları dolu ortalık. Kötücül bir dominantlık dışında bir donanımı olmayan, hep hesap sorar bir retorik ve bir kez olsun mahcubiyet hazzını tatmamış gibi.

Herkes karşı tarafı şeytan addediyor. Kendini haksız bulduğu halde haklı gibi göstermeye çalışmıyor kimse, kendini haklı görüyor. Ve bu yüzden bu nefret girdabı zaten. Herkes kendine benzemeyeni, kendine benzer refleksler göstermeyeni ikiyüzlü buluyor. Ülkeyi bu hale getiren bu eminlik işte. Herkes öyle emin ki haklılığından. Nefreti öyle meşru ki herkesin. Russell "Nefret aptallıktır" demişti. Ve nefrete bulandıkça aptallaşıyor bu toplum.

Akıllı öfke

Selim İleri'nin Mel'un romanında şöyle bir cümle geçer: "'Işıklar içinde uyusun'muş. Ölünün ardından söylenecek sözde bile anlaşamamış bir cemiyet! Aman yarabbi!" Sırf bu yüzden bile kanonumuz yok. Her şey bir mücadele, laf sokma, iktidar, savaşma, sataşma fırsatı gibi yaşayan bir toplum olduğumuz için. Bu patırtı yüzünden gölgede kalan değerlere yazık oluyor sadece. Sevincinde, başarısında bile ayrışır mı bir ülke? Şahsi, siyasi, çocuksu polemikler... Milli takımının başarısını bile siyasi ideolojilere, figürlere laf sokma fırsatı olarak kullanmak… Çünkü bu ülkede vurgu hep yanlış yere yapılıyor.

Seneca, dört ana erdem tanımlamıştı: Ölçülülük, cesaret, basiret, adalet. En önemlisine "ölçülülük" demişti. Her şeyde aşırıya giden, rasyonel düşünceye yatkınlığı olmayan bu duygusal, kavgacı halka biraz ölçü şart artık. Bu nefret siyaseti bu ülkenin gençliğini mahvedecek yoksa. Akıllı öfke bu işte. Doğru yerde, yanlış insanların, yanlış tavırlarına, zerre çekinmeden hak ettikleri tavrı göstermek. Öfkenin en çok yakıştığı, en çok işe yaradığı, ses getirdiği türü bu. Duygusal öfke değil, akıllı öfke. Linci doğuran o öfkeye tam olarak bu rötuş lazım: Akıllı öfke.

BİZE ULAŞIN