Ekrem Demirli: LAKAPLARLA YÖNETMEK: GÖRÜNTÜ VE ALGIDA KAYBOLAN BEN

LAKAPLARLA YÖNETMEK: GÖRÜNTÜ VE ALGIDA KAYBOLAN BEN
Giriş Tarihi: 18.8.2022 12:03 Son Güncelleme: 25.8.2022 12:16

İbnü'l-Arabi Fütuhat'ta Kabe'yi tavaf ederken yaşadığı garip bir hali aktarır. Ona göre garip olmasa bile çağdaş okurun inanmakta güçlük çekebileceği bir hadiseyi aktarır desek daha doğru anlatmış olabiliriz hadiseyi. Önünde tavaf eden iki insanın arasında geçebilen birisi dikkatini çeker. Adam kol kola girip tavaf eden iki insanın arasından geçerken İbnü'l-Arabi'nin dikkatini çeker. Bu esnada adamın "beşer" şeklinde temessül eden ruhani olabileceğini fark eder.

Bilindiği üzere, muhakkik sufilerin düşüncesinde, ruhanilerin bedenlenmesi farklı şekillerde açıklanabilen bir hadisedir.Bilhassa varlık mertebeleri fikri böyle bir geçişe ve temessüle imkân verecek tarzdadır. Bu nedenle böyle bir hadisenin ona göre şaşılacak bir hadise olmadığını akılda tutmalıyız. İbnü'l-Arabi adamın ardından gider, yakalayınca kendisine selam verir, daha sonra tasavvuf tarihinde şöhret bulmuş bir konuşmaya başlarlar.

"Şöhret bulmuş'" derken, yeryüzünde yaşamış birden çok Âdem'in var olabileceği hakkında İbnü'l-Arabi'nin bilinen düşüncelerinin bu sohbette geçmesinden söz ediyorum. İbnü'l-Arabi adama "Sen Âdemi misin?' diye sorduğunda adam "hangi Âdem'i sordun?" diye şaşırtıcı cevap verir. Bu cevap ile birlikte Âdem'in birden çok olabileceğini fark ederiz. Hikâyenin bu bahisteki kısmını başka bir yazıya tehir ederek üzerinde durmak istediğim başka bir noktaya temas edeceğim.

Hikâyenin sonunda adamın sohbeti bırakarak ayrılmak istemesi üzerine ruhaniler ile bedenli insanların ilişkisinde dikkatimizi çeken bir cümle zikredilir. Ruhani "Beni sal gideyim" dediğinde İbnü'l-Arabi şöyle bir açıklama yapar: "O esnada gözümle onu hapsetmiş, o şekilde kendisini zabturapt altına almış idim."Ardından şöyle ekler: "Ruhaniler ile ilişkide ilke budur: Bakarak onu zabturapt altına alır, hareketsiz bırakırsın." Adamın talebi üzerine İbnü'l-Arabi gözlerini ondan döndürür, böylece ruhani serbest kalır, kaybolur gider.


İmajlarla yönetmek meslek oldu

Bir insanın bakışıyla ruhaniyi esir alarak onu hareketsiz bırakmasının ne anlama gelebileceği başka bir bağlamda herhalde en çok çağımızda anlayabiliriz. Çağımız bütün çağlara göre bu alanda daha mahir, daha ustaca yöntemlere aşina bir çağdır. Modern çağ imajlarla, algılarla bireylerin ve toplumların nasıl zabturapt altına alınabileceğini en iyi bilen çağ olduğu kadar kelimenin gerçek anlamıyla birçok sektör imajlarla yönetmeyi bir meslek haline getirmiştir.

Öyle ki "çağımız imaj çağıdır" diyerek görünme ile gerçeklik arasındaki çelişkide dikkatleri büsbütün görüntüye odaklamış bir çağdır. Bu itibarla görünme ile var olma arasındaki ilişki kadar, bize bakan insanların bizdeki derin ve tartışılmaz etkileri hiçbir çağda bu kadar meşru, bu kadar cazip ve bu kadar muktedir olmamıştı. Bu nedenle çağda yaşayan her insan az veya çok bunu tecrübe etmiş, üstelik sadece edilgen bir muhatap olarak değil, bizzat "imaj" oluşturan, imaj ile sınırlayan ve öteki insanları yönetme çabasına giren bir özne olarak çağın paydaşı olmuşuzdur.

Her birimiz çağdaş olduğumuz ölçüde imajlarla, imajlarla ilgiliolduğumuz ölçüde çağın müşterek ruhundan nasiplenmiş oluruz. J. P. Sartre "görünen ben ile gerçek ben arasında tercih yapmam gerekiyordu, okurlarımı (müşteriler) dikkate alarak özgürlüğü reddettim" dediğinde, sözde reddetsek bile, fiilen hemen her insanın az çok "cebren tercih ettiği" bir insanlık durumunu dile getirmiş oldu.

Hangi insan imaj ile gerçeklik arasında sıkışıp kalmamıştır ki? Hangi insan kendisini gözleyenler tarafından türlü şekillerde yönetilmeyi kabullenmemiştir ki? Biz bize giydirilen kalıplardan görünüşte ne kadar rahatsız olursak olalım bütün gayretimizi ona uygun cevap vermek üzere harcar, bütün çabamızı imajı doldurmak üzere sarf ederiz. Görünmek ile gerçeklik arasındaki ilişkide Mevlana insana gerçekliği dikkate almasını tavsiye etmiş, bu nedenle "olduğun gibi görün" demişti. Modern çağda bu sözde eleştirel kısım tercih edilir ve "göründüğümüz gibi olabilmenin" imkanı aranır. Vakıa budur.

Ruhumuz imaj bedeninde esir

Neden bu böyledir? Çünkü insan hakkında oluşan imaja bigâne kalamaz, imajlar, onun gerçek benine dönüşerek esas kimliğini ve adını ona unutturur. Bu imaj nasıl oluşmuştur, bunun için insan ne yapmıştır sorusu hiçbir zaman tartışmaya açık değildir. Bu bakımdan imajlar, en dogmatik bir yolla ortaya çıkar, itiraza imkân vermeden "medenileşme'" ve sosyalleşmenin gereğiyle bize kendilerini kabul ettirirler. İmajlar başlangıçta bir takım sempatik ve masum cümlelerle oluşturulur. Bu süreçte mizah dilinin önemli bir rolü ortaya çıkar, daha sonra katılaşır ve kemikleşir, artık aşılmaz engeller haline gelirler.

Kafka'nın bir böceğe dönüşmek dediği şeyi, fiilen olmasa bile, imajlarla yaşamak mümkün hatta çoğu zaman kaçınılmazdır. Bu kez imaj bireyin toplum ve öteki insanlarla ilişkisini sınırlarken toplum da imajı çeşitli şekillerle muhafaza eder. Bu meyanda mutlaka imajlar insana bir şey de "ihsan" ederler, bu nedenle de benimsenirler. Bir kez benimsendikten sonra da -İbnü'l-Arabi'nin söylediği gibi- ruhumuz imaj bedeninde esir kalır, istese bile bir daha onun dışına çıkamaz.

Çocukluğunda aile içinde sempati ile oluşan bir lakabı aşmak zaman içinde büyük çabayı gerektirir, birçok durumda insan mekânı ve ilişkilerini değiştirmek zorunda kalır. Okul veya iş ortamlarında oluşturulan imajlar, aşılmaz duvar haline gelir ve insan özgürlüğünü yok ederler. İmajlar bir kere yerleşince, insanın kendi gerçekliğinin bir anlamı yoktur, ruhaniyi zabturapt altına alarak hareketsiz bırakan bakış gibi imajlar insanı hareketsiz hale getiren kalıplara dönüşür. Bu meyanda imajların kendilerini korumasından söz ettik: İmajlar ve onlarla ilişkili lakaplar kendilerini en çok "utandırma"
duygusuyla ve tecrit ile korkutarak korurlar.


Lakaplar ve isimler
İslam ahlakının en dikkat çekici ilkelerinden birisi insanlara lakaplarla konuşmayı yasaklamış olmasıdır. Lakaplar isimleri unutturan, daha çok insanların imajları ve algılanma tarzlarına atıf yapan birtakım tabirlerdir. Bu itibarla lakap genellikle olumsuz bir çağrışım yaparken insanların şu veya bu nedenle toplum tarafından bir çerçeveye yerleştirilmelerini anlatır. Artık insanın kim olduğunun bir ehemmiyeti kalmaz; onun nasıl algılandığı
tek gerçeklik haline gelmiştir. Bunun sonucu ise isminin yerini lakabın almış olmasıdır. Öte yandan lakaplar tıpkı isimler gibi "inşai" özelliğe sahiptir. "Birine kırk gün deli demekle insan deli olur" deyimi lakapların inşai yönünü anlatır. Bu nedenle imaj lakaplarla varlığını korur, sürekli tekrarlanmasıyla ikna edici hale gelir, en sonunda insan kendisi de inanır hale gelir.


Din lakaplarla konuşmayı yasaklarken basit bir ilke ortaya koymuş değildir. İnsanların toplum baskısından ve itibar duygusundan özgürleşerek birey haline gelmesiyle ilgili ahlaki ilkeler, lakapların reddedilmesiyle ilgili konulardır. Bu nedenle "lakapla konuşmayın" demek insanın insan ile ilişkisinde sınırlayıcı ve bozucu olmaktan çıkmasıyla ilgili daha genel ve kurucu ahlaki erdemi ifade eden yüksek bir davranıştır.


İnsanlar niçin lakaplarla konuşur veya lakapla konuşurken ne yapmak isteriz? Lakaplarla konuşmak bir insanın kim olduğunu değil, onun nasıl göründüğünü veya fiziksel ve ruhsal özelliklerini hesaba katarak onunla ilişki kurmanın gerekliliğini kabullenmek demektir. Lakaplarla konuşmak ve lakabı isme tercih etmek, her şeyden önce, toplum ve birey arasında bir iktidar ilişkisi olarak kabul edilebilir: İnsan başka bir insanı "lakap" ile sınırlar, ona imaj giydirir, o imaj ekseninde kalmasına gayret ederek kendi güvenliğini muhafaza etmek ister. Lakaplara kaynaklık teşkil eden şey, "imajlar", genellikle de olumsuz ve -kısmen- aşağılayıcı imajlardır. Fakat belirli bir dereceden sonra insan özünde onu rahatsız edebilecek- lakapların esiri haline gelirken lakaplar insanın hakikati ile öteki insanlar arasında bir perde olurlar. Birçok insan lakabını dikkate alarak bir adının olduğunu bile unutabilir. Binaenaleyh imajları tercih ederek bir insanın bize nasıl göründüğüne odaklanır, onun gerçekte kim olduğuna bakmayız. Bu durumda isimlerle konuşmayı bırakarak lakaplarla konuşmaya başlamışız demektir. Başka bir anlatımla insanın ismini kullanmak, ismi ile ilişki kurmak yerine onun imajıyla yetinerek, insanı sınırlamak isteriz. Bunu neden yaparız? Bunu yaparız çünkü imajlar bize iktidar imkânı verir, öteki insanlarla ilişkimizi "iktidar" üzerinden kurmayı öğretir.

Melamilik: Lakapların itibarını bırakarak adın peşine gitmek

Kaç insan ismiyle yaşar, hatta kaç insan gerçekte isim taşıdığını düşünür? Her birimiz az veya çok lakapların etkisinde kalır, kişiliğimizi ve davranışlarımızı lakaplar belirler, bilhassa "utandırma" ve yalnızlaştırma bazen de delirtme ve şeytanlaştırma gücüyle toplum lakaplarla bireyleri tesir altında tutmak ister. Bu meyanda İslam ahlakında dikkatimizi çeken özgürleştirici bir kavram Melamiliktir.


İnsanın imajı ve bunun ortaya çıkardığı lakaplı dünyayı aşarak gerçek bir düzlemde kendini ve çevresini tanıma çabası Melamiliği ortaya çıkartır. Bunun için insan nasıl göründüğünü ve nasıl algılandığını merak etme duygusunu hakikatin üzerinde bir perde kabul ederek yola çıkmalıdır. Bu meyanda insanın en büyük sınavı "utandırma" direncini kırmak, toplumun bu yolla bireye karşı elde ettiği büyük korunma kalkanını aşabilmektir.


Sufi metinlerinde "ar ve hayâ şişesini taşa çalmak" diye tabir edilen şey tam olarak budur. Burada "şişe'" tabirinin kullanılması çok yerindedir, çünkü şişe bir kez taşa çalındıktan sonra geride onun hiçbir eseri kalmaz, bir daha geri dönmesi mümkün olmaz. Bu nedenle imajı aşarak hakikat peşinden gitmek isteyen insan "utanma şişesini" taşa çalmak zorundadır.

BİZE ULAŞIN