Betül Özel Çiçek: Coğrafya kısmettir

Coğrafya kısmettir
Giriş Tarihi: 1.8.2019 17:14 Son Güncelleme: 1.8.2019 17:14
İnsanlığın neredeyse başlangıcından bu yana var olduğu topraklarda yaşayan biri olarak hayatımda daha önce hiç geçmişi 1000 yıldan az bir şehirde yaşamamıştım. Hâliyle 100-200 sene önce kurulmuş bir şehri ciddiye almakta güçlük çekiyordum.

Artık yolun uğramaz bilirim toprağıma
Ömrüm yanıp yıkılmış harap ölüm sayfası
Sen orda hakikate çevirirken yalanı
Ah, yalana çevirdim ben burda hakikati
Sezai Karakoç

Neil Gaiman, yenilerde dizisi de çekilen American Gods isimli romanında, Amerika'nın maneviyat kabul etmeyen, kutsalı muhakkak güçsüzleştiren, yozlaştıran doğasından bahsederek burada hiçbir mukaddes olgunun barınamayacağından, eninde sonunda tükeneceğinden veya kendisinin kötü bir taklidi hâline geleceğinden dem vurur. Köklerine bağlı kaldıkları kadar köksüzleştirmeyi de bilen İngilizler'in Gaiman'ının bu eleştirel bakışını yabana atmamak gerekir. Nitekim Gaiman'ın romanı ve tespitleri, bir süre ikamet etmek durumunda kaldığımız bir Amerikan şehrinde bana kendini hep hatırlattı durdu.

İnsan ömrü boyunca hakikati pek farklı şekillerde deneyimleyebilir. Fakat, Amerika'nın, pek muteber olduğu şevkle dile getirilen bu meşhur sahil şehrinde yaşarken benim tecrübe ettiğim, hakikatin cevherinin sistematik ve amansız bir şekilde çürütülmesi gayretiydi. Hatta belki buna gayret bile dememek gerekir; zuhur eden, hiçbir gayrete gerek kalmadan olağan seyir içinde husule gelen bir çürüyüş ve tutunamayış hali idi. Bu sebeple, orada kalışım boyunca bu romanla beraber hatırımdan düşmeyenlerden biri de Sezai Karakoç'un "Simya" şiirinin son satırından devşirdiğim şu cümleydi: "Ah, yalana çevirmişsiniz siz burda hakikati".

Amerika, görenleri büyüklüğü ile yoruyor ilk aşamada. Her şey, her yer, hemen herkes o kadar büyük ki, kendinizi devler ülkesinde gibi hissediyorsunuz: Arabalar, yollar, evler, porsiyonlar, binalar, insanlar, sesler, doğa… Bu büyüklüğün yanı sıra bir de çokluk var, her şey çeşit çeşit ve mebzul miktarda; taşıyor, dökülüyorlar. Fakat bu büyüklükle beraber haşmet, bu çoklukla beraber bereket aradığınızda -ki ruh bunları arzu ediyor- bulmakta zorluk çekiyorsunuz.

Varışımın ikinci ayında, evlerine akşam yemeğine misafir olduğumuz Amerikalı antropolog, doğma büyüme yaşadığı ve çok sevdiğini söylediği şehri nasıl bulduğumu sorunca çok politik olamadım açıkçası, "Şehrinizde ve ülkenizde tekinsiz bir şeyler var" dedim, ne olduğunu henüz tam çözemesem de. Sonra farkına vardım, şehrin çok yeni bir şehir olmasıydı beni tedirgin eden; insanlığın neredeyse başlangıcından bu yana var olduğu topraklarda yaşayan biri olarak hayatımda daha önce hiç geçmişi 1000 yıldan az bir şehirde yaşamamıştım. Hâliyle 100-200 sene önce kurulmuş bir şehri ciddiye almakta güçlük çekiyor, arkeolojik bulgu olarak 100 sene önceki bir otelden çıkarttıkları küpeleri gösterdikleri zaman ister istemez yüzlerine gülüyordum. Onların arkeolojik olarak değerlendirdikleri olgular, bizim için hâlen sosyolojikti.

Amerika'nın gücü

Amerika yeniydi, evet ama bu yenilik maalesef yanında bir ferahlık getirmiyor. Belki de Amerika'ya yeni dememek, onun yerine şunu söylemek lazım: Orada hiçbir şey tam manasıyla eski değil. Fakat taze ve canlı da değil. Parlaklar ama nurlu değiller. Vinil her yeri sarmış, her şey poliüretanmış gibi. Bu sebeple, kendi kendine taze ve canlı kalamadığı için Amerika ve orada yaşayanlar hiç durmadan hareket etmeye ihtiyaç duyuyorlar. Kendi içlerinden gelen bir canlılıkları ve hareketleri olmadığı için kurdukları sistemde yaşlıya, hastaya, güçsüze, makbul olmayana yer yok. Gücünü yeninin, tazenin, gencin, güçlünün enerjisini sömürmekten alıyor çünkü bu ülke ve yerine onlara göz boyayıcı, oyalayıcı, maddi bir konfor alanı veriyor.

Romanı okumayı planlayanlar şimdiden beni affetsinler, Neil Gaiman, American Gods'ın sonunda, Amerika'nın bu tahrip edici ve içinden mukaddesatı püskürten hâline karşı durabilecek tek şeyin toprağın, tabiatın ta kendisi olduğunu ifade eder. Gerçekten Amerika'da, içinde hakikat barındıran varlık nedir diye etrafına bakan insan haşyet ve hayret uyandıran, âşık eden ve dehşete düşüren, ehlileştirilmemiş ve ehlileşmesi imkân dâhilinde olmayan tabiatı görür. Tabiat, her yerde olduğu gibi maneviyatın Amerika'da da tezahür noktasıdır. Belki de bu sebeple Amerika'da gerçek bir medeniyetin nüvelerini görmek istiyorsak yerlilere bakmamız gerekir. Onlar, tabiata karşı tutumları ile bu topraklarda maneviyatın tek tük kalmış temsilcilerinden gibidirler.

Amerika'da şümullü bir medeniyetin izlerine rastlamak güç olduğu için, her gelene bir süre sonra burası büyük bir köy izlenimi verir. Avrupalıların bile genelde Amerikalılara burun kıvırıp onları hor görmelerinin arkasındaki sebep bu düşüncedir. Bu büyük köyde vakit ayırmaya değen kelam edecek insanlar ise genelde yaşlıların, evsizlerin, kütüphane görevlilerin, azınlıkların ve göçmenlerin arasından çıkar çünkü onlar insanın hakikati ile ya temaslarını kaybetmemiş veya bu teması çektikleri sıkıntılarla yeniden kazanmışlardır. Yeniden kazanmışlardır çünkü içlerinde bulundukları coğrafya, artık onların sistem tarafından dışarıda tutulmalarına gerektiğine karar verip onları tükürüp atmıştır.

Belki memleketimde bazılarının, etrafındaki insanlara ve/veya kendisine bakıp gerçekleştirilmemiş bazı imkânlar için bu ülkede olmayı dilediği anların birinde ben de muhtelemen etrafımdaki, tüm bilgileri, erdemleri, okumaları ve gayretlerine rağmen acımasızca sistemin dışına atılan kişilere bakıp bu insanlar bizim vatanımızda doğsalardı onlar için birçok şey ne kadar güzel olur, nasıl güzel yeşerirlerdi diye düşünmekten kendimi alamıyor, bu insanların bu manadaki kısmetsizlikleri için elem duyuyordum.

Bir Selçuklu şehri, tüm Anadolu gibi

Yazının başında, bu coğrafyanın insanları olarak en az 1000 yıllık şehirlerde yaşadığımızı ve bunun ne büyük kısmet olduğunu bu nimetin elimde olmadığı anlarda anladığımı ifade etmeye çalıştım. Kısmetimin kaynaklarından biri de, doğduğum, ilk yıllarımı geçirdiğim, büyüklerimin yanına her sene gittiğim, memleketim dediğim yerdir. Burası bir Selçuklu şehridir, neredeyse tüm Anadolu gibi. Selçuklu şehrinin ruhu ise taştadır. Bu şehirlerde tabiatı, cevherini kaybetmemiş tabiatı, insan ile omuz omuza, yan yana dururken görürsünüz. O yüzden memleketimin taşlarına bakmak, dokunmak ağlatır insanı. Adım başı bir kümbet, adım başı bir imarethane çıkar karşınıza, size devamlı bir şeyleri hatırlatırlar ama neyi hatırlattıklarını imkânı yok çıkartamazsınız, ancak hüzünle sezebilirsiniz. İçinizde devamlı bir yitiklik hissiyle onlara bakar, 1000 yıl öncesini düşünmeye çalışırsınız.

Yılandan korktuğu için mezarını havaya diktiren bir hanım sultanın kapkaranlık, ıssız türbesinin serinliğinde, gözlerinizi mihraptaki taş oymalardan ayırmadan günümüzde bile insanlara hayrı dokunacak eserler bırakabilmenin nasıl bir şey olduğunu düşünür; bunun altında yatan niyetin halisliğini anlamaya çalışarak o zifiri odada, 1000 yılın sonunda belki de kemikleri bile kalmamış o hanım sultanın yanı başından ayrılmak istemezsiniz. Meydandaki bir caminin cümle kapısında ilmek ilmek yontulmuş, dantel gibi işlenmiş, büyüleyici ama yine de taşlığını yitirmemiş taşlara bakar, onları bu hâle getirecek kadar incelmiş bir zevke sahip insanların ellerini özlersiniz, o taşların arasına karışmak, onlar gibi olmak istersiniz.

Memleketimin en güzel yerlerinden biri de yine 1000 küsür yıllık kabirlerin olduğu mezarlıklarıdır. Mezartaşları eğrilmiş, birbirine yaslanmış, ihtiyar dişler gibi sivrilmiş, kararmışlardır; kiminin yazısı öyle siliktir ki unutulmuş bir düşün en son hatıra kırıntıları gibidir, kiminde ise hiçbir iz, hiçbir yazı kalmamıştır. O mezarların karşısına oturur, insan denen büyük ama aslında zerreden ibaret organizmanın bir parçası olmaktan ürpererek tefekküre dalarsınız. Mezar taşlarının başları üzerinde uzanan yüce, yaşlı ağaçlara, yanlarından geçen taş yollara, mezarlığı bir hayat merkezi, bir parka çeviren o şehrin insanlarına, her yerden akan sulara, mezarların üstünde biten otlara, çiçeklere bakarak 1000 kusür senedir orada yatanlardan biri olmayı arzu edersiniz.

Bu memleketin başında ise yalçın bir muhafız gibi, tüm şehri koruyan bir kalkan gibi bir dağ uzanır. Attığınız her adımda, başınızı her çevirdiğinizde, şehrin her yerinden göreceğiniz bu dağ, sessiz ama inkâr edilemez varlığı ile insana içinde barındırdığı yüceliği hatırlatır. Bir yandan da, "Nasıl benden kaçamıyorsan, her gün eninde sonunda bir şekilde beni görüyorsan, yaklaşmakta olandan da kaçamazsın" der.

Büyüklerimiz bize, Kuran-ı Kerim'de geçen meseli hatırlatarak bu dağın bilgi ve hikmet sahibi olduğunu, emanet kendisine teklif edildiğinde vazifenin büyüklüğünden dolayı titrediğini, bu sebepler sadece rabbimizin ayetlerinden biri değil, aynı zamanda onun velilerinden de olduğunu anlatmışlardır. Bu sebeple, içinde barındırdığı hikmetin şiddeti suretine yansır, bakıp da görmek isteyen gözler için memleketimin muhafızı olan, veli olan bu dağ, bir cazibe, bir çekim merkezi hâline gelir; gözlerinizi ondan alamaz, onu seyretmeye doyamazsınız. Nitekim, bu veli dağı seyri sayesinde açılan keşfi ile onu taşa nakşetmiş birinin eserini, her gün işe gidip gelirken binlerce İstanbullu, Süleymaniye'de görmektedir.

O hâlde, coğrafyayı kaderden kısmete, kısmetten tecelliye dönüştürecek imkân, insanın cevherini keşfindedir.

BİZE ULAŞIN