Nazlı Nur Baykan: Siyah deri beyaz maske

Siyah deri beyaz maske
Giriş Tarihi: 18.6.2019 16:15 Son Güncelleme: 18.6.2019 16:15
Frantz Fanon, bir insanın kendi gerçekliğine eğitim yoluyla nasıl yabancılaşabileceğini, dahası başkalarına büyük bir tutkuyla nasıl öyküneceğini “siyah derilerin üzerine takılan beyaz adam maskesi” ile özetledi.

Frantz Fanon "siyah deri ve beyaz maske" metaforunu geliştirdiğinde henüz 27 yaşındaydı. Ancak onun gördükleri, tecrübeleri, belki çok daha uzun yıllara sığabilecek cinstendi. Bu metafor daha sonra, sömürgeci eğitim zihniyetinin nasıl tüm dünyada kabul görebildiğinin belki de en somut özeti oldu. Siyah deri, yeni dünya düzeninde kaybedenleri, beyaz maske ise, tüm bu kaybedenleri dönüştüren, yıkıcı, ezici, yok edici ve kendi çizgisinde yeniden inşa edici Batı emperyalizmi ve kültürünü temsil ediyordu.

Benzer durumları çağrıştıran olaylarla aslında hepimiz her gün karşılaşıyor olabiliriz ancak bana "siyah deri beyaz maske" metaforunu hatırlatan en yakın olay, geçtiğimiz aylarda tam da 23 Nisan günü keman çalan kız çocuğunun kamera karşısında sarf ettiği cümleler oldu. Darüşşafaka'lı kız çocuğu, hayallerinden bahsederken, bir tıp profesörü olmak ve nasip olursa daha sonra Alman vatandaşı da olmak istediğini söyledi.

Bir an, çok küçük bir an herkes donup kaldı. Sunucu, kameraman, yönetmen ve eminim o ana televizyon karşısında şahit olan herkes. Bu çok kısa an, bütün gerçekliğimizle yüzleştiğimiz oldukça sahici, bu yüzden de çok çarpıcı bir andı. Tam da 23 Nisan günü, Cumhuriyet'in belki de en anlamlı olgularından biri olan millet olmanın ve bunun bir meclisle taçlandırılmasının kutlandığı gündü. Ancak, bir kız çocuğu şimdi tam da karşımızda hepimize, inandığımız bir masalın gerçeğini haykırıyordu sanki.

Hakikaten millet neydi? Millet olmanın gerçeğini hangimiz ne kadar biliyorduk sahiden? Yoksa her yıl bir okul müsameresi izler gibi izlediğimiz geçit törenlerinden mi ibaretti millet olmak? Oynanan onca tiyatronun ardında, ötesinde, biz olmak neydi? "Biz" miydik sahiden? Yoksa "biz" olmak bile en küçük yaşlardan itibaren kafamıza kazınan okul müfredatlarından mı ibaretti? Tüm bu sorgulamalar, bu kız çocuğunun bir çırpıda ağzından çıkan o cümleyle oldu; "Alman vatandaşı olmak istiyorum."

Eskilere uzanan bir hikâye

Hikâyeye nereden başlayalım bilmiyorum. Çok eskilere kadar götürmek mümkün… 19 ve 20'nci yüzyıl, dünya tarihinde büyük devrimlerin, değişim ve dönüşümlerin yaşandığı devirlerdi. Bu yüzyıllar öyle çarpıcı bir değişim yaşattı ki, insanlık daha önce hiç var olmamış gibi davranmaya başladık. Bu, öncülüğünü Kıta Avrupa'sının üstlendiği bir değişim ve devrim süreciydi.

Büyük çalkantılar ve savaşların ardından tam da bu yüzyıllarda, ırka dayanan ulus devletler oluşmaya başladı. Anderson'un hayali cemaatler olarak da tanımladığı bu devletler, tarihte var olan diğer hiçbir birlikteliği, imparatorluğu ve kültürü kabul etmeksizin, bir çırpıda silip atarcasına yeni ideallerle "hayali" cemaatlerini, birlikteliklerini inşa etti.

Elbette bu kolay olmadı. Kıta Avrupası'nda başlayan ve sonra bütün dünyaya yayılan, ırka dayalı devlet oluşumları aslında orada yaşanan sömürge yarışının bir tezahürüydü. Almanya'nın bu yarışa geç katılması, işleri kızıştırdı ve II. Dünya Savaşı'na kadar uzanan büyük savaş yılları patlak verdi. Bütün bunların sonunda, geriye büyük soykırımlar, kafatası ölçümleri, nefret, kan ve gözyaşı kaldı. Ancak yine bir hafıza kaybıyla bunlar hiç yaşanmamışçasına Birleşmiş Milletler oluştu.

Geriye ise, faturasını bütün dünyanın hâlâ ödemeye devam ettiği maddi ve manevi büyük yıkımlar kaldı. Yıkımların en büyüğü belki de zihinlerin yıkılıp yeniden inşa edildiği süreçti. Bu süreç pek çok ülkede önce "dil devrimi" ile gerçekleşti. Yıkıcı emperyalist Batı kültürünün, kaybedenleri kendi yörüngesine aldığı ve dönüştürdüğü belki de en önemli adım buydu. Hafızasını unutan bir topluma, her şey baştan öğretilebilir, böylece istenilen kıvama getirilebilirdi.

İnsan nasıl yabancılaşır?

Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske'sini tam da bu gerçekle yüzleştiği sıralarda kaleme aldı. Bir insanın kendi gerçekliğine eğitim yoluyla nasıl yabancılaşabileceğini, dahası başkalarına büyük bir tutkuyla nasıl öyküneceğini, Afrikalı yurttaşlarının yaşadığı self-kolonyalist süreci ele aldığı araştırmasında, "siyah derilerin üzerine takılan beyaz adam maskesi" ile özetledi.

Fanon, bir Fransız sömürgesi olan Martinik adasında dünyaya geldi. Sömürgecilerin verdiği eğitimle yetişti, başarılı bir öğrenci ve kendini binlerce kilometre uzaktaki Fransa'ya adamış bir yurttaştı. II. Dünya Savaşı sırasında Fransa birliklerine katılıp savaştı. Genç ve dinamik Fanon'un üzerindeki beyaz maskeyle yüzleşmesi ise eğitimini ilerletmek için gittiği Fransa'da maruz kaldığı ırkçılıkla birlikte oldu.

Bu güne kadar aldığı eğitim onu kendine yabancılaştırmış, tabiri caizse çakma bir "Fransalı" yapmıştı ama bu bile Fransızları ikna etmeye yetmiyordu. Fransızlar onu derisinin renginden dolayı ötekileştiriyorlardı. Bu durum Fanon için büyük bir aydınlanmaya sebep oldu. "Siyah deri beyaz maske" metaforu da işte bu aydınlanma ile birlikte ortaya çıktı.

Siyahilerin sömürgecilerden aldıkları eğitimle hafızalarını, kültürlerini, dahası kimliklerini unutup beyaz adam olmak istemelerinin psikanalitik bir çözümlemesini yaptı. Bütün bir çalışma aslında tüm dünyada ırka dayalı ulus devletlerin ortaya çıkış sürecini, bu süreçte ırka dayalı nefretin nasıl sistemli olarak geliştiği ve dahası ırkçılıkla birlikte büyüyen sömürgeci zihniyeti anlatıyordu.

Benedict Anderson'un Hayali Cemaatler'de bahsettiği, geçmişi çok da eskiye dayanmayan ulus devletlerin kavramları nasıl kendine mal ettiği, böylece içi boş anlamlarla nasıl kurgusal "cemaatler" inşa ettiğini anladığımızda kendi gerçekliğimizle yüzleşmeye bir adım daha yaklaşırız. Bu yapılar, aslında bizlere gerçek bir ülkü verdiği düşünülse de zamanla farkına vardığımız gibi, aslında gündelik hayatı yaşarken hayatımıza hiç dokunmayan "uzak" tanımlar olarak kalırlar. Zira bir yandan vatan, millet, devlet, ulus, ülkü, birlik, beraberlik gibi kavramlar kendi gerçekliklerinden uzaklaşıp ideolojik kavramlara dönüşürken, diğer yandan bugün içinde yaşadığımız gündelik hayat, aslında tamamen büyük şirketlerin kontrolünde bir kültür emperyalizmi ile karşı karşıyadır.

Bu kültür bir piyasa kültürü ve farkında olmadan hepimize resmî anlatılarla içi boşalan kavramların asında ne kadar anlamsız olduğunu fısıldıyor, yerini ise daha beteri ile dolduruyor. Soyut anlamlar ve birliklerin yerini somut bireysel çıkarlar ve anlamlarla dolduruyor. Liberal ve özgürlükçü görüntüsü altında yalnızca bireysel çıkarları önemseyen insanlar yetiştiriyor.

Boşalan vatan mefhumu

Buraya nereden geldik? Siyah deri ve beyaz maskelerden, 23 Nisan günü "Alman vatandaşı olmak" istediğini söyleyen kız çocuğundan. Bu hikâyedeki en masum insanın bu kız çocuğu olduğu konusunda herkes hemfikirdir sanıyorum. Mesele biraz daha büyük ve eski. Eğitime olan bakışımız, Batılı eğitimden geçmediğimizde kendimizi aşağı görüşümüz meselenin bir yanı. Diğer yanı ise, içi boşalan vatan mefhumu… Artık dünyanın daha konforlu yaşayabildiğimiz herhangi bir yerinde kendimizi vatandaş olarak görebilecek kadar piyasa kültürüne boğulmuş olmamız.

Peki, bunun karşısında biz neredeyiz? Ne yapıyoruz? Belki de öncelikli olarak kendimize hatırlatmamız gereken en önemli mesele şu: Cumhuriyet de, kutladığımız bütün bayramlar da içi boş resmî anlatılar manzumesinden ibaret değil. İçinde yaşadığımız vatan da Cumhuriyet kurulduktan sonra var olan bir yer değil. Öncesi var. Dahası, bunlar hayatta mündemiç varlıklar. Kimi soyut kimi somut bu varlıklar, çoğu zaman yaşanan, hissedilen tarifi zor şeyler...

Mustafa Kutlu'nun "Vatan Nedir?" yazısı bu meseleyi çok güzel anlatır: "Vatan sadece kültür, sadece inanç, sadece hatıra, sadece ortak çıkar, sadece ülkü birliği falan değildir. Vatan kandır. Gözün bebeğidir. Ayaktaki ferdir. Vatan genetik, botanik, fizik, kimya vb. gibidir. Ancak ölçüye tartıya gelmediği için sadece bunlarla belirlenemez. Vatan aynı anda hem maddî hem manevî bir varlıktır. Akıl ile kavraması zor, kalp ile sevilmesi kolaydır. (...) Vatan ne kalkınmaya feda edilir ne ilerlemeye; ne falan ideolojiye ne stratejik ortaklığa. (...) Vatanın hamasete ihtiyacı yoktur. Bunu ancak vatandan ayrılanlar anlar. Vatandan gayrısı gurbettir. Gurbette duyulan hasrettir."

Bu satırlarda Kutlu, aslında hepimize vatanın anlatılmayan ancak yaşanan bir mefhum olduğunu hatırlatıyor. Belki de bizim de yeniden dönüp bakmamız gereken yer tam da burası. Millet olmanın tanımını resmî yazılara ve törenlere hapsederek aslında anlamını yitirmeye sebep olduğumuzu, piyasa kültürünün yıkıcılığı karşısında içi boşalan bu anlamların kendi hayatlarımızda nerede durduğunu yeniden sorgulamamız gerekiyor.

Bugün Fanon'un bize miras bıraktığı "siyah deri ve beyaz maskeler" metaforu, belki de daha uzun yıllar hikâyemizi anlamamız için bir kapı aralayacak. Bütün bu maskelerin ortaya çıkış sürecini anlamak, eğitim mefhumu üzerine yeniden düşünmek, hikâyeyi baştan yazabilmenin olanaklarını da sunabilir. O zaman birbirimizi suçlamak yerine, anlamlı olan hayatı yeniden yakalayabiliriz belki. O zaman çocuklara armağan edilen bayramlar da daha anlamlı hâle gelebilir.

BİZE ULAŞIN