Raşit Ulaş: Tekrar dünyaya gelsem yine âmâ ve hafız olmayı isterim

Tekrar dünyaya gelsem yine âmâ ve hafız olmayı isterim
Giriş Tarihi: 9.8.2018 11:18 Son Güncelleme: 11.8.2018 11:52
Hem hafız hem mevlithan… Birçok makamda Kuran-ı Kerim, ezan ve salâ okuyabilen ve bu geleneğin devamı olan insanlardan artık çok az kaldı. Merhum Kâni Karaca çok zaman kandillerde, bayramlarda evimize sesiyle konuk oldu. İşte bu ülkenin kanlı canlı mirası olan insanlardan biri de Hafız Mustafa Başkan. Mustafa Başkan ile çocukluğundan, hafızlığa başlamasına, İstanbul’a gelişinden bugünkü ezanların durumuna dair birçok konuyu konuştuk. Türk usulü ezan ve salânın önemine dikkat çeken Başkan, bizi biz yapan değerleri geleceğe taşımanın bu usulleri bilip uygulamaktan geçtiğini söyledi. Bolu Göynük'ün bir köyünde dünyaya geldiniz, çocukluğunuz nasıl geçti?

5 Ocak 1952'de Bolu Göynük'te Kayalılar Köyü'nde doğdum. Her çocuk gibi ben de oynadım. Evde birtakım oyuncaklarım vardı. Bir çıngırağım vardı mesela, hayvanların boynuna takılanlardan. Onla oynardım. O çıngıraklarımı hâlâ evde saklarım. Onu alıp şıngır şıngır sallamak çok hoşuma giderdi. Bizim zamanımızda öyle oyuncak arabalar falan yoktu, köyde ne bulunursa onlarla oynuyorduk. Mesela bir de hayvanlara takılan zincirler olurdu, onlarla oynardım. Biraz daha büyüyünce mantar tabancam oldu, mantar atardım bayramlarda. Onu da almam ilginçti. Mantar tabancasıyla oynadığım zamanlarda hafızlığımı bitirmiştim. Mukabele okuduğum bir Ramazan ayında babamdan mantar tabancası istedim. Babam; "Oğlum ayıp olur. Sen hafız oldun, mukabele okuyorsun artık" dedi fakat ben illa o mantar tabancısını istedim. Sonra bir büyüğümüz bana, çocuğum diye mantar tabancası aldı.

Hafızlığa başlama süreciniz nasıl oldu?

Üç yaşında kapımıza gözleri görmeyen bir zat geldi. O zatı öyle görünce rahmetli babaannem beni kucağına aldı ve onun yanına götürdü. "Bak oğlum, burada bir dede var. Dedeye hoş geldin de" dedi. Dedenin elini tuttum, hoş geldin dedim. Dede; "Bu çocuğu okutun, hafız yapın" dedi aileme." Bu çocuk görmüyor, nasıl hafız yapacağız" deyince o dede şöyle söyledi; "Biz görmediğimiz için hafızamız tek bir noktada toplanır. Şurada 10 kişi konuşsa siz bir şey anlamazsınız. Hepsinin ağzından başka bir şey çıkar. Oysa tek kişi konuşsa rahatlıkla anlayabilirsiniz. Siz baktığınız zaman birçok şeyi bir anda görüyorsunuz. Dolayısıyla sizin hafızanız dağılıyor ama bize bir kişi bir şey anlatıyor ve bizim hafızamız orada toplanıyor, oraya odaklanıyor. Bu yüzden bizim odaklanma kabiliyetimiz görenlere göre daha kuvvetli." Bunun üzerine peder bey beni camiye götürmeye başladı. Camiye gittiğimizde mevlit ezberlerdim, evdeki radyodan şarkı türkü ezberlerdim. Evdekiler; "Aa oğlumuz mevlit ezberlemiş" eyip seviniyorlardı. Bunun üzerine babam beni hafız yapmaya karar verdi ki babam, güzel sesli, güzel Kuran okuyan hafızlara çok meraklıymış. "Allah'ım bana şöyle güzel Kuran okuyan bir evlat nasip et" diye dua edermiş. Sonra beni bir hocaya götürdüler. Hoca da deneme amaçlı bir iki sayfa ezberletti. Rahmetli anacım; "Daha çocuk, biraz koşsun, oynasın sonra hafız olur" dediği için bir sene ara verip altı yaşında tekrar başladım. Eskiden kullanılan bir hafızlık metodu vardı; hafızlar elif-ba'dan başlar, Amme cüzünden devam ederlerdi. Önce küçük cüzleri ezberleyip sonra hafızlığa başlarlardı. O zamanki hocam pedere demiş ki: "Amme cüzünden başlayalım. Eğer istidadı varsa hafızlığa başlatırız. Yoksa ne o yorulsun ne biz yorulalım." Ben Amme cüzünü ezberledikten sonra hafızlığa başladım. Üç sene kadar sürdü. Dokuz yaşında hafız oldum.

Hem çocuk hem hafız olmak zor oldu mu?

Ezber yapmak çocukken daha kolay oluyor çünkü hem hafıza körpe oluyor hem de çocuğa otur dediğin zaman çocuk oturuyor, söz dinliyor. Biraz daha büyük olsa onu zapt etmek zor olabilir fakat tabii zaman zaman zorluk da çektim. Mesela bir gün rahmetli hocamla Kuran okuyoruz, dışarıda da arkadaşlarım oyun oynuyor. Benim de içim gidiyor. Hocam; "Bak oğlum okumayacaksan bırakalım" dedi. "Hayır hocam, okuyalım" dedim. Hocamın da bir bastonu vardı. O bastonunu yanından hiç eksik etmezdi. Bir anda aldı, kafama iki kere "tık tık" diye vurdu ve ondan sonra ben ezberimi yaptım. "Ah benim bastonum, sen çok yaşa" dedi hocam. Bunlar normal şeyler tabii. Çocukluğun verdiği hırçınlık bende de vardı elbette ama bir sıkıntı yaşamadım. Zaman zaman hocalarımı üzdüğüm olmuştur. Aklıma geldikçe içim acır. İnşallah bana haklarını helal etmişlerdir. Çocukluk yaşı hafız olunması gereken en ideal yaş.

Bir söyleşinizde ailenizde sizden başka görme engelli birinin olmadığını söyleyerek ekliyorsunuz, "Allah'a şükür böyle doğmuşum", bu sözünüzün hikmeti nedir hocam?

Ben doğuştan görme engelliyim. Daha önce de söyledim; Mustafa Başkan dünyaya tekrar gelse; tekrar bu şekilde gelmek ister çünkü ben rahatım. Siz birtakım günlük rutinlerinizi yapıyorsunuz. Ben de kendi işlerimi kendim yapıyorum. Yemeğimi kendim yiyorum, yolumu buluyorum, telefonumla numaraları çevirebiliyorum. Bana göre sizinle benim aramda bir fark yok. Bana hep şunu anlatırlardı; görmek şöyle güzeldir, ah işte bir bilsen, bir yaşasan… Yaşamadığım için bana cazip gelmiyor. Görme yetimi sonradan kaybetmiş olsaydım böyle düşünmeyeceğimi zannediyorum çünkü bir şeyi yaşayıp da yaşayamamak yahut yaşadığın bir şeyin bozulması beraberinde mutlaka tepkiyi de getirir. O yüzden ben böyle doğduğum için hayatımdan çok memnunum. Görmemek bana eksi getirmedi. Dünyadan kendimce zevk almaya çalıştım. Masayı ellediğim zaman bunun masa olduğunu biliyorum yahut yanımdaki şeye dokunduğum zaman onun çantam olduğunu biliyorum. Siz görerek biliyorsunuz, ben el yordamıyla biliyorum. Arada bir fark kalmıyor. Ben çok memnunum, çok mutluyum. Evet, siz araba kullanıyorsunuz, ben kullanamıyorum ama benim de şoförüm olur efendim, ne olacak. Zaten bence bu gidişle görmeyenler de araba kullanacak. O teknolojiye doğru gidiyoruz.

Bu sözünüzün görme engelli insanlar üzerinde bir tesirini gördünüz mü?

Evet, bir programda yine gözlerimin görmemesiyle ilgili bu düşüncelerimi paylaşınca, dokuz aylık görme engelli kızları olan bir aile yanıma geldi. Ben küçükken bizim evde yaşandığı gibi onlarda da birtakım gerginlikler yaşamış. Bizim evde gözlerimin görmediğini öğrenilince anacım, bir hafta on gün kadar komaya girmiş çünkü kimse kadının yanına gelip ona destek sağlamamış. "Ah ah, tüh tüh" denmiş hep. Aynı durum bu ailede de olmuş ve eşler ayrılmaya karar vermişler. Ramazan'ın ilk akşamıydı; çocuğun babası evde kumandayı almış, kanalları dolaşıyormuş. Derken bizim kanala denk gelmiş; "Toplanın millet, bizim kız gibi biri çıktı" demiş ve oturup benim konuşmamı dinlemişler. Daha sonra gelip bana şunu söylediler; "Amca, sen ne zamanki 'tekrar dünyaya gelsem yine bu şekilde gelmek isterim' sözünü söyledin, biz ailecek yumak olduk, birbirimize sarıldık ve ayrılmaktan vazgeçtik." Bu benim için çok önemli bir olaydır, bir ailenin yuvasını kurtarmış oldum. Türkiye'de hâlâ bu konu aşılamadı. Ben bunun için senelerce çırpındım. Bu konuyla ilgili mümkün mertebe bütün şehirlere gidiyorum, yeri geldiğinde bunları sizin gibi basın kuruluşlarına anlatmaya çalışıyorum.

Köyünüze gelen maliye müfettişi İsmail Hakkı Bey'in sizin İstanbul'a gelişinizde büyük etkisi oluyor. İstanbul'a gelişiniz nasıldı?

Şehirde maliye memuru olan İsmail Hakkı bey, bir görevle köyümüze gelmişti. Bir şekilde beni gördü ve benimle ilgilendi. Bana; "Oğlum senin baban kimdir? Ben babanı tanımak istiyorum. Baban seni İstanbul'a götürsün. Eğer baban ilgilenmezse ben bizzat seni alıp İstanbul'a götüreceğim. Senin geleceğin çok güzel" dedi. Babam da marangoz ustasıydı, dülger derlerdi eskiden. Bu yüzden de pek evde durmazdı, hep çalışırdı. Dolayısıyla o anda orada yoktu. Sonradan konuşuldu babam da kabul etti ve geldim İstanbul'a.

Neler yaşadınız İstanbul'da?

İstanbul'a geldiğimde pek küçüktüm, evden dışarı çıkamadım uzun müddet. Bizim milletin acıma hissi pek ön plandadır. Hiç görmediğim, bilmediğim bir hayatla karşılaştım. Çok zorlanınca tekrar geri dönmek zorunda kaldım.
İstanbul'a ikinci gelişinizde Süleymaniye Camii'nde müezzin oluyorsunuz…

Süleymaniye'de müezzin olmadan evvel Kadıköy'de üç buçuk-dört sene kadar bir yerde kaldım ve bir camide görev yaptım. O sıralar Meclis'ten; yüz kişinin çalıştığı kurumlarda üç hükümlü ve özürlü çalıştırılacak diye bir kanun çıktı. Onun üzerine harekete geçtim. Zaten o amaçla İstanbul'a gelmiştim. Nereye girerim diye düşünürken Diyanet'e de mektup yazdım. Diyanet'te de görev alabilirim çünkü geçmiş zamanlarda gözleri görmeyen kimseler Diyanet'te görev almış. Mesela Nuruosmaniye Camii'nde âmâ Necati Efendi vardı. Daha sonra Ankara'da, körler okulundan diploma almak için iki aylık bir kursa katıldım ve sonunda imtihana girdim. Ardından da Süleymaniye Camii'nde müezzin oldum.

Hafızlıktan sonra bir de musiki öğrenimi gördünüz değil mi?

Özel olarak bir hocanın önüne oturmadım. Şöyle anlatayım onu da; bir keresinde Kadıköy Osmanağa Camii'nde Kuran okudum. Eski hafızlardan, hanendelerden, mevlithanlardan Zeki Altun da oradaydı. Okuduğumu gördükten sonra yanıma geldi. "Efendim, siz kimsiniz? Ben sizi tanımak isterim" dedi. Rahmet olsun ona da, Kâni Karaca'ya çok hizmet etmiş, rehberlik etmiş. Anlattım, dedi ki; "Sen hemen benimle temasa geç. Seninle görüşmek isterim." Oturduk, bir ilahi okudu beş dakika kadar. "Makamları bilir misin?" diye sordu bana. "Valla, işte biraz" dedim. Bir makam yaptı ve ne makamı olduğunu sordu. "Bu hicaz makamı" dedim. Başka bir tane yaptı, "Bu nihavent makamı" dedim. "Oğlum, senin hocaya ihtiyacın yok. Sen işin özünü biliyorsun. Gerisi teferruattır" dedi.

Makamları nasıl öğrendiniz peki?

Ben evde çok radyo dinlerdim. Aslında babam radyo dinlememe çok karşı çıkardı. O da kendi açısından haklıydı ama başka eğlencem yoktu. Mesela; "Sayın dinleyiciler, birazdan Turhan Toper'den uşşak makamında şarkılar dinleyeceksiniz" diyor. O uşşağa başlıyor. Ben onu duyuyorum, sonra kendi kendime o makamı çalışıyorum. Ertesi günü rast diyor, hicaz diyor… Makamları bu şekilde öğrendim.

Günümüzün hafızlık müessesesini nasıl görüyorsunuz?

Bizim devam ettiğimiz gelenek devam etmiyor. Hani rahmetli Âşık Veysel der ki; "Türk'üm, türkü çığırırım." Benim ülkemde, benim örf ve âdetim olsun isterim. Bu topraklarda yürüyoruz, bu toprakları çiğniyoruz. Burada başka bir makam başka bir tavır olmaz. Bu diğer müzikler için de geçerli. Benim müziğim dururken başkasının müziği olmaz, kusura bakmayın. Olacaksa yine olsun ama evvela benim musikim olacak. Önce can sonra canan yani. Bu yeni nesilde hep Arap makamı meyli var. Ben buna karşıyım. Peki, hafızlığın bugünü nasıl derseniz. Kuran kurslarına pek gitmiyorum. Duyuyorum, geçmişe göre daha kuvvetli diyorlar ama gerçekten de öyle mi, bilemiyorum ama gençlerde şunu görüyorum; icat peşindeler. Mesela şöyle salâ okuyorlar bizim müezzin efendiler; "Essalatü vesselamü aleyke ya seyyidina senedana ve mevlana Muhammedaaağa." "Muhammed Ağa" diye bir söyleyiş yok, bu yanlış!

Peki ezanlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ezanlar maalesef çok çok yanlış okunuyor. Zaman zaman çok içim acıyor bunları düşündükçe. Bugün çok sakil şeyler yapılıyor. Bunun düzelmesi lazım. Nefsimden Allah'a sığınarak olayın önemini anlatmak için bir hatıramı paylaşmak isterim: Bir Ramazan ayı Süleymaniye'de öğle ezanı okuyormuşum. Bir Alman aile ezanı dinleyince çok sevmişler ve okuyanla tanışmak istediklerini kendi aralarında konuşurken edebiyat fakültesinde Arap Filolojisi hocası Prof. Dr. Ahmet Suphi Furat hoca konuştuklarını duymuş ve "O benim çok iyi ahbabımdır sizi görüştürebilirim" deyince çok sevinmişler. Biz de o sırada namazı kıldık mukabeleye geçeceğiz. Birisi pürtelaş yanıma yaklaştı. "Mustafa beyciğim size sormadan bir şey yaptım. Sizin adınıza randevu verdim" dedi. Ben de "İki dakika bekleyebilirler mi, mukabeleyi okuyacağım" dedim. Sonra kütüphaneye gittim. Birisi Mısır'da bir kürsüde tasavvufla ilgileniyormuş, diğeri Almanya'da ama ikisi de Müslüman olmamışlar. Onlara bir ezan okudum kasete verdim. Ertesi sene Müslüman oldular. Haşa kendime pay çıkarmıyorum. Eğer bir şey yapılacaksa böyle olması lazım demek istiyorum.

Merhum Kâni Karaca'yla ünsiyetiniz var mıydı?

Kâni Karaca ile arkadaşlığımız oldu; birlikte mevlitler okuduk, şakalar yaptık. İkimiz de görmüyorduk. Bazen böyle kafa kafaya vuruşuyorduk falan. Kâni abime bile neler neler yaptılar menfi olarak. İyi insandı, güzel insandı. O tek başına bir yere gidemiyordu. O bakımdan çok sıkıntılı geçti hayatı. Ben öyle yapmadım, gezdim dolaştım. Bilmediğim yerde adres sordum.

Kâni Karaca çok sıkıntı çekti diyorsunuz. Yalnız mı kaldı?

Evet, beşeri münasebetleri zayıftı. Mevlitler dışında bir yere gidemezdi. Konya'ya gitmiştik birkaç defa beraber. Otelinden çıkmıyordu, akşama kadar odasında oturuyordu. Biz resepsiyona iniyorduk şakalaşıyorduk. Gerekirse rahmetli eşi Mücella hanım çıkartıyordu onu dolaşıyorlardı.

Muzaffer Ozak ve Safer Dal efendilerle de bir tanışıklığınız var değil mi?

Muzaffer Ozak'la beraber vakit geçirdik, dükkânına giderdim ara ara. O bizi Süleymaniye'ye gelirdi, dinlerdi. Rahmetli Safer Efendi'yle de bir mecliste beraber olduk. Bir de Ahmet Özhan'la geçmişimiz vardı tabii. Kendisiyle tanışmazdan evvel benim ahbaplarım yüzümü onun yüzüne benzetirlerdi. Bir diş hekimi ablam vardı, bir gün dişlerimi yaptırmaya gittim. Dedi ki; "Dişlerin Ahmet Özhan'ın dişlerine benziyor." Ahmet Özhan'la bir gün karşılaşırsak ikiz kardeşim diye sarılıp öpeceğim dedim. Sonra emniyetten bir ahbabımızın evinde bir toplantı yaptık. Ahbabım dedi ki; "Bu işte sen yektasın, program yapalım beraber." Bana sürpriz yapmış, Ahmet Özhan'ı da çağırmış, tanıştık kucaklaştık. Orada rahmetli Safer Efendi de vardı. Bana bir şarkı okuttular. Oldukça yüksek bir perdeden okudum. Bir Arif Abi (Arif Hikmet Gökoğlu) vardı bizim o da görmüyordu. Boluludur, hemşerimdir. Ona demiş ki; "Arif geçen bir ses dinledim bu sesin sahibi senin hemşerinmiş. Ben bu çocuğu çalmak istiyorum sen de bana yardımcı ol kaçıralım onu" falan. O sırada Konya Belediyesi davet etmişti oraya gittik.

Bize protokolden yer ayarlandı. Bir arkadaş, gel arkaya kulise geçelim dedi. Ayıp olur adamlar hazırlık yapıyorlardır dedim ama arkaya geçirdiler beni. Orada Ahmet Özhan'la karşılaştık. "Nasıl oldu da sen buraya düştün" dedi. Zuhurat oldu o akşam. Seni bizim oraya davet ediyorum dedi. Herkesin içinde "Allah şahit geleceğim" dedim ve pazartesi gittim. Gidiş o gidiş oldu. Konya'da başlayan dostluğumuz Karagümrük'te devam ediyor.

Mustafa Başkan Kimdir?

1953 yılında Bolu Göynük'te dünyaya geldi. Doğuştan görme engelli olan Mustafa Başkan çok küçük yaşta hafızlık eğitimine başladı ve dokuz yaşında hafız oldu. Gençlik çağında İstanbul'a gelen Başkan, Süleymaniye Camii'nde müezzinlik yaptı. Bugün Türk usulü Kuran tilaveti, ezan ve salâ icrası konusunda en önemli isimlerden biri olarak kabul edilen Mustafa Başkan, İstanbul Fatih'te yaşıyor.

BİZE ULAŞIN