Üçüncü asrın büyük sufi düşünürü Cüneyd-i Bağdadi, sahih dindarlığın başlama noktası anlamına gelen tövbenin ne olduğunu izah ederken; "Tövbe insanın günahını unutmasıdır" demişti. Tövbe hakkında yapılabilecek birçok tanım arasında belki akla hiç gelmeyecek olanı budur: Hakiki tövbe için günahı unutmak! Tarifi duyan herkes bir hayret hali yaşar. İnsan, dindar olabilmek için günahını niçin unutsun? Bu cümle tasavvufun gelişim seyrini öylesine etkilemiştir ki terk ve nisyan (unutmak) kavramı ekseninde dile gelen pek çok düşünce bu tanımda anlamını bularak daha sonra vahdet-i vücut anlayışında görülecek Allah- insanvarlık irtibatının zeminini teşkil etmiştir.
Cüneyd'in tarifi tövbe hakkında bütün bildiklerimize aykırıdır. "Bildiklerimiz" derken fakih ve sufilerin bir bölümünün hadis-i şerifler ve ayet-i kerimelerden yola çıkarak ortaya koydukları standart yorumları kastediyorum. Bu yorumlar, Müslümanların ortalama din telakkisini belirleyerek onlar için "norm" alanını teşkil eder. Söz konusu geleneği temsil edenler için tövbe, nedamet yani işlenen günaha duyulan pişmanlık ile bir daha aynı günahı işlememek hususundaki kararlılık (azim) rükünleri üzerine kuruludur. Her iki rükün de sağlam bir hafıza sahibi olmakla ilgilidir. İnsan titiz bir hafızayla düştüğü günahları ve gafleti aklında tutmalıdır ki tekrar aynı hataya düşmekten kendini koruyabilsin. Kuran-ı Kerim'in önceki nesillerin hataları ve suçları hakkındaki anlatımlarını da bu bakış açısıyla okumak mümkündür. Allah bize önceki nesillerin hikâyelerini niçin anlatsın ki? Önceki toplumların düştükleri hata ve günahları öğreniriz ki biz de onlar gibi davranıp aynı cezalarla karşılaşmayalım. Burada "ibret almak", eski toplumların hikâyelerini okumada belirleyici kavramdır. İbret bir şeyden başka bir şeye geçmek, intikal etmek demektir. Söz gelişi köprüden karşıya geçmek (ubur) bu kelimeyle anlatılır. O köprü bir hadise ile aramızdaki bağı temsil eden irtibat noktasıdır. Köprünün bir yanında dururken öteki taraftaki hadiseyi köprü üzerinden kendimize taşıyarak hayatımızla irtibatlandırırız. O insan hangi hataya düşmüşse biz de aynısına düşebiliriz çünkü köprü sabittir ve bizim o tarafa çelinme ihtimalimiz her zaman mümkün. Rüyanın yorumlanması için kullanılan tabir bu demektir; bir sembolü köprüden aktararak çözümlemek ve hayatımızdaki karşılığını bulmak tabirin gayesidir. Müslüman hem kendi hatalarından hem de başkalarının hatalarından "ibret" alarak ileriye doğru tecrübe üzerinden hareket eder, daha doğru bir gelecek için geçmişin muhasebesini aklında tutar.
Hal böyleyken Cüneyd-i Bağdadi nasıl bir telakkiyle bize unutmayı, tövbenin olmazsa olmazı diye anlatmıştır? İşin güç tarafı şudur: Tasavvuf tarihinin en önemli isimlerinden birisi tövbeyi böyle tarif ederken başka bir sufi tövbeyi "günahı unutmamak"diye tarif etmiştir. Bu isim, Sehl b. Abdullah et-Tüsteri'dir. Her iki tarif aynı metinde ardışık olarak aktarılır. Bu iki tarifi aktaran İmam Kuşeyri, Kelabazi ve Hücviri bize şunu demek ister: İnsanın ahlaki gelişimi unutmak/unutmamak şeklinde tarif edilen tövbeyle başlayacaktır.
Günahlar hafızaya yerleşir
Sehl'in tarifi şekil itibarıyla fakihlerin ve normatif geleneği temsil eden bilginlerin tanımıyla benzeşir. Onun tarifini ayırt eden şey günah hakkındaki açıklamaları, Allah karşısındaki sürekli murakabe hali, nefsin hallerini tespit etmek için gösterdiği azami titizliktir. Bu nedenle Sehl'in günah ve gaflet telakkisi, kendisini normatif gelenekten ayrıştırırken tanımda onlarla benzeşir. Bu durumdan dolayı Sehl'i insan sorumluluğunu öne çıkartmış olmakla eleştirenler vardır. Bu eleştirilerden hareketle tasavvufta hâkim geleneğin Cüneyd'e doğru yöneldiğini düşünebiliriz. Öyleyse tekrar Cüneyd'e dönelim.
Meseleye dikkatle bakınca Cüneyd'in söylediğinin Sehl'inkine kıyasla daha güç yapılabilecek bir iş olduğunu hemen fark ederiz. "Günahı unutmak" insan için bir gevşekliğe yahut sorumsuzluğa yol açmak bir yana neredeyse imkânsız bir fiildir. Hangi insan günahını unutabilir ki? Günahlarımız hatta daha basit sürçmelerimiz bile hafızamıza yerleşir, kökleşmiş bir halde varlıklarını sürdürürler. Unuttuğumuzu sandığımız işleri bile hiç unutmadığımızı hemen fark ederiz. Geçmişteki hatalarımız bize nasıl bir tecrübe kazandırır ve ne öğretir, onu bilmeyiz fakat geçmişimizin ânımızı ve geleceğimizi şekillendirdiğinde kuşku yoktur. Biz hafızamızca yönetilen bir âna ve geleceğe yürürüz; zihnimiz tabula rasa (boş levha) olmadığı gibi şimdiki zamanı da "yeni" bir halle karşılayamayız. Bu nedenle sürekli bir dejavu hissiyatı altında ânı ve geleceği yaşarız.
Cüneyd'in bakış açısını fark edebilmek için insanın hafızasıyla ilişkisini gözden geçirmek gerekir. İnsan hafızası onun kimliğinin önemli parçasıdır. Üstelik hafıza bize de ait değildir. Dil ve öteki kültürel unsurlar aracılığıyla teşekkül eden hafıza bize bir kimlik giydirerek kendisine göre yaşamayı icbar eder. Bu bir tercih değil, zorunluluktur. Her birimiz binlerce yılın izlerini üzerinde taşıyan hafızalarla yaşarız, irtibat kurarız ve varlığı o hafıza üzerinden anlamak zorunda kalırız. Kendimizi ne kadar "düşünen canlı" diye översek övelim, insan için düşünme kaynaklarını bilmediği bir hafıza ile "an" arasında irtibat kurmaktan öteye geçemez. Belki ancak büyük düşünürler buradaki sorunu fark edebilirler. Onlar için düşünme faaliyeti hafızanın boşaltılması, onun âdet ve alışkanlıklarının kritik edilmesi ve her şeyden önce nesnelerle ve varlıkla ilişki kurmada hafızanın belirleyiciliğinin ortadan kaldırılması demektir.
Hafıza sayesinde varlıkla yeni bir ilişki kurmanın imkân dâhilinde olmadığını bize söyleyenler büyük filozoflar oldu. Hafızanın muhasebesini yapmadığımız sürece düşünmekten söz etmenin bir anlamı yoktur. Filozoflar bunu yaparken hafızamızın esas itibarıyla korku ve beklentilerimizden beslenen telakkilerin ve kavrayışların bir bütünü olduğunu gösterdiler. Sufiler ise dinin temel öğretilerinden hareket ederek bu yükü üzerlerinden atmak istediler. Hafızanın yükünden kurtulmadan varlık ile ilişki kurmak mümkün değildir. Varlık ile sahih bir ilişki kurmadıkça da insanın kendini bilmesi; kendini bilmeden Allah'ı tanıması mümkün değildir. Hafızamız kendimizi tanımanın önündeki zorlu engeldir. Tasavvuf, dikkatimizi hafızamızın üzerimizdeki yükünü hafifletmeye vererek varlık ile yeni bir zaman ve mekân içinde irtibat kurmamızı temin eder. Her ânı yeni bir zaman olarak yaşayabilmek zamana gösterilen saygıdır. Onu yeni bir an olarak yaşamak ise Allah'ın sonsuz tecellilerini idrak edebilmenin yoludur.
Hatırlamak ve unutmak arasında insan
Tecrübe adı altına giren fiiller yüceltilir. İnsanın geçmişin hataları ve sevaplarıyla yoğrulmuş birikimini dikkate alarak geleceğini daha iyi yaşaması umut edilir. Bu nedenle geçmiş insanların hayatları kadar aynı ânı yaşadığımız başka insanların hayatları da bize cazip gelir. Onlara bakarak geniş tecrübe birikimi oluşturur, hayatı bu birikim üzerinden yönetmeye çalışırız. En azından iddiamız budur. Bununla birlikte sufiler dikkatlerini âna verirlerken geçmişin ânı anlamak önünde bir engel teşkil ettiğini söylerler. Geçmiş tecrübeyi yücelten bir sufi görmek mümkün değildir. Terk-i havatır (hatra gelen düşünceleri unutmak), yani zihnimize sürekli akan düşünceleri terk etmek ve unutmak anlamına geldiği gibi insan hafızasında bir şey biriktirmemesi de demektir.
Biz zamanı, müteakip anlar olarak yaşarız. Bu anların ardımızda kalanları geçmiş zaman, önümüzdekiler gelecek zaman, içinde bulunduğumuz ve her an değişen ise şimdiki zamandır. Zamanı böyle bir taksim üzere yaşamak, insan olmanın gereğidir. Bununla birlikte buradaki esas sorun bu üç zamanın birbiriyle irtibatıdır. Söz gelişi geçmişten ve gelecekten bağımsız bir an olabilir mi? Öyle görünüyor ki bu pek mümkün değil. İnsanın zamanı bir bütün olarak telakki etmesiyle içinde yaşadığı ânı bir kesit olarak yaşaması arasındaki çelişki insanın trajedisidir. İnsan yaşadığı ânı geçmişin ve geleceğin baskısı altında kalarak korku ile beklenti içinde tüketir.
Terk meselesini anlayabilmek için hafızamızı teşkil eden fiillerimizin bizimle ilgili olanlarını dikkate alabiliriz. Birincisi bizzat kendimizin yaptığı olumlu veya olumsuz fiillerdir. Olumlu fiiller; ahlaken ve dinen tasvip edilmiş, neticede ise insana itibar kazandıran fiillerdir. Buna mukabil bir de yaptığımız kötü fiillerimiz hafızamızda yer edinir. Her iki fiil türü de zihnimizde yeni fiillerimizi etkilemek üzere bulunur; başka bir ifadeyle geçmiş bir zamanda işlenen fiil yeni zamanda bir özne olarak bulunur. Hafızamız güçlendikçe biz fail olmaktan uzaklaşır, önceki fiillerimizin peşinden sürüklenen edilgen varlıklara dönüşürüz. Hayatımız hafızamızca sürüklenir. Bunu patavatsız bir insanın yaptığı bir hatayı düzeltmek isterken yaptığı hatalar zinciri şeklinde düşünebiliriz. Patavatsız bir insan bir hata yapar, onu düzeltmek için müteselsil hatalar işler.
Aslında hafızanın etkisi altında her birimiz böyle hareket ederiz. Geçmiş fiillerimiz sürekli zihnimizin bir yerinde durarak bizi etkilemeye devam eder. J. P. Sartre bir romanında yere düşen kâğıdı alayım mı almayayım mı diye tereddüt etmenin kahramanın zihnini gün boyu meşgul ettiğini söyler. Vakıa insanın zihninin geçmişin etkilerini üzerinde taşıması kadar gelecek hakkındaki beklenti ve kaygılarının da onu etkilediği aşikârdır. Hiçbir zihin, söz konusu duygu durumlarından bağımsızlaşarak faaliyet icra edemez. Her ânı bir önceki ve sonraki ânın etkisi altında yaşayacaksak, yeni bir zaman yaşamıyoruz demektir. Başka bir anlatımla insan, içinde bulunduğu anda yaşıyor görünürken aslında hem gelecekte ve daha çok da geçmişte bulunuyordur. Ayaklarımız anda iken zihnimiz ve duygularımız başka zamanlarda savrulur.
Geçmiş ve gelecek ânı daraltır
Müslüman ahlakçılar ân-vakit ile ibadet-marifet arasında irtibat kurarak her vakti yeni bir halle karşılamayı hikmetin gereği saymışlardır. Âna odaklanmak Allah'ı tanıyabilecek hayat ve idrak sahibi bir insan olmanın gereğidir.
Âna odaklanabilmek için hafızanın özneliğinden ve savurucuengelleyici etkisinden kurtulmak gerekir; hafıza insanı savurur çünkü geleceği bize "şimdi" gibi göstererek mevhum olan lehine mevcudu ıskalatır. Bunun yanı sıra geçmişi ân'a taşıyarak madum (yok olmuş) olanı da mevcudun yerine koyar. Hafızanın engelleyici olması da buradan kaynaklanıyor. Geçmiş ve gelecek ânı daraltır. Sufiler bunun için unutmak ve terki esas alarak ânı ve hayatı fark etmemizi istemişlerdir. Cüneyd'in tanımına tekrar dönersek, şöyle diyeceğiz: İnsan yaptığı fiillerden iyi sayılanları unutmalıdır. Böyle fiillerin hafızada yer etmesinin nedeni ne olabilir? Böyle fiillerle insan ya övülür yahut bir beklenti içinde bulunur. Birincisi kibir ve ücub (kendini beğenmek) olarak yasaklanmıştır; ikincisi ise ihlası bozan bir fiil olarak ahlakın önündeki en büyük engel sayılmıştır. O halde insan, hafızasında yer alan kendi iyi fiillerini unutmalıdır. İnsanın hafızasında başkasının yaptığı iyilikler yahut kötülükler de bulunabilir. Başkasının yaptığı iyilikleri hafızada tutmak, onu minnet altında tutar. Minnet altında kalmak ise ahlaki davranışları karşılık vermek ve minnet altından kurtulmak gayesiyle mukabele etmek niyetiyle yapmaya yol açar. Ahlakta karşılılık, ahlakın temel şartı olan bağımsızlık ve beklentisizlik ilkesini yok eder. O halde başkasının yaptığı hayırları ve iyilikleri akılda tutmanın anlamı da gereği de yoktur. Hayır, insana Allah'tan gelir; kimin eliyle olursa olsun. Buna mukabil başkasının yaptığı kötülükler ise insanda kin ve nefret duygusu meydana getirir.
Din insana kin tutmayı yasaklamıştır. Affetmek, hataları görmemek ahlakın en önemli ilkeleri arasındadır. Hafızanın kine yol açabilecek davranışlardan arındırılması yeni an ile olduğu kadar yeni insanlarla irtibat kurmanın da sebebidir. Peki, günahı unutmak bunların arasında nereye düşer? Cüneyd-i Bağdadi'nin, "İnsanın esas günahı Allah'ın fail ve hakiki varlık olduğunu unutmasıdır" sözünü idrak edebilirsek mesele anlaşılır. Bir insanın günah işlerken "ben yaptım" iddiası onun en büyük günahıdır. Sufiler "varlık iddian en büyük günahındır" dediler. Bu cümlede kader, ilahi bilgi, Allah'ın özne olması gibi temel akide ilkelerini göz ardı etmek vardır. O halde günahı unutmak akidenin yenilenmesi demektir.