Zihnimizin gün içerisinde yaşadığımız bütün olayları hatasız bir şekilde kaydettiğini zannederiz genellikle. Oysa beynimiz yaşadığımız birtakım olayları zaman içinde yeniden kurgulayabilir ve hafızamızda, yaşadıklarımızdan farklı bir şekilde yer bulabilir anılarımız. Peki, biz benliğimizin en kıymetli parçası olan hafızamızı nasıl koruyacağız? Hafıza denilince ne anlayacağız? Hasan Kalyoncu Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğretim görevlisi Mehmet Dinç ile bu meseleleri konuştuğumuz bir mülakat gerçekleştirdik. Hafızamızı yanlış şekillendirdiğimiz takdirde insanlığa ve geleceğe dair ümitlerimizi kaybedebileceğimizi belirten Dinç, insanın yaşamını sağlıklı bir şekilde devam ettirmesinin yolunun, hafızasını terbiye etmekten geçtiğini vurguluyor.
Hafıza denildiğinde daha çok ne anlıyoruz?
Hafıza dediğimizde akla ilk olarak ve çoğunlukla sadece beynin hafızası geliyor ve biz beynin hafızasına çok güveniyoruz. Yaşadığımız her olayı beynimizin kaydettiğine ve bundan ötürü de yaşadığımız her şeyi doğru hatırladığımıza dair yanlış bir kanıya varıyoruz. Yaşadığımız her olayı beynimiz kaydetmiyor; kaydetse bile onu zaman içinde değiştiriyor, yeniden yazıyor ve olduğundan bambaşka bir hale getirebiliyor. Zaten yaşadığımız her şeyi kaydetmek beynimizin çalışma ilkesine aykırı. Beyin gerekli gördüğünü kaydedip gereksiz gördüğünü atar. Beynin bir kapasitesi var ve beyin o kapasiteyi en güzel şekilde kullanmak için inanılmaz tasarruflu davranan bir mekanizmaya sahiptir.
Beynimiz sürekli bir kurgu mu yapıyor yani?
Evet ama bu kurguyu yaparken sonrasında zihnin nasıl doldurulduğu çok önemli. Psikolojide bu konuyla ilgili çok çeşitli çalışmalar yapıldı. Mesela "yaşanmamış şeyler nasıl üretilir ve yaşanmış gibi hatırlanır" konusunda yapılan araştırmalar var. Özellikle Amerika'daki bazı psikoterapi yaklaşımlarında; "Acaba bugün yaşadığımız problemler, geçmişte yaşadığımız ama üzerini kapattığımız hatıralarla ilgili midir" düşüncesine doğru inanılmaz bir akım vardı geçmişte. Bundan dolayı bir sürü insan, geçmişte yaşadığı özellikle aile içi taciz içerikli çok kötü hatıraları çok berrak bir şekilde hatırladıklarını ifade edip buna bağlı ciddi acılar çektiler. Sonrasında, özellikle Elizabeth Loftus'un yaptığı çalışmalar, açık ve net bir şekilde "hatırladım" diyen insanların çoğunun aslında böyle bir hatırası olmadığını gösterdi. İnsanlar yaptıkları kurguyu gerçek ile karıştırabiliyor veya manipüle edilmiş bilgi ile yaşamadıklarını yaşamış olduklarını düşünebiliyorlar. Araştırmalar, üç şeye dikkat edildiğinde zihninizde istediğiniz hikâyeyi istediğiniz gibi oluşturmanızın mümkün olduğunu söylüyor bugün bize.
Nedir bu üç şey?
Özgüven, çokça detay ve duygu. Farz edelim ki bana çok güveniyor ve inanıyorsunuz. Ben sizin yaşadığınız şeylerle alakalı bir olayı özgüvenli bir şekilde, detaylar vererek ve içine duygu katarak anlattığımda siz ona inanırsınız. Bununla ilgili inanılmaz deneyler yapıldı. Mesela "alışveriş merkezinde kaybolma sendromu" diye tabir edilen bir deney var. Araştırmacılar, aileleriyle daha önce görüşülen yetişkin insanları bir alışveriş merkezine götürüyorlar. Ailesi o kişiye önce; "Sen alışveriş merkezinde kaybolmuştun, seni yaşlı bir kadın bulmuştu" şeklinde bir telkinde bulunuyor. Sonra o kişiye gelip; "Sizin bu hatıranın ne kadarını hatırladığınıza dair bir araştırma yapmak istiyoruz" diyorlar. Aslında böyle bir olay hiç yaşanmamış fakat gittikleri alışveriş merkezinde gezerken o insanların; "Evet, şuraya doğru koşmuştum, şurada ağlamıştım, şurada biriyle karşılaşmıştım" gibi detaylı bir şekilde, sanki gerçekten yaşanmışçasına o hatırayı yeniden hafızalarında şekillendirebildikleri gözlemleniyor.
Gerçekte yaşanan bi olayın farklı şekilde hatırlanmasına yönelik yapılan yapılan araştırmalar var mı?
Bu yönde yapılan çalışmalar da var tabii. Ülkemizde de yapıldı yakın zamanda. Bir grup uzman, 15 Temmuz'un hemen akabinde; "15 Temmuz darbe girişimini duyduğunuzda neredeydiniz" sorusunu sordu insanlara. Bu soru, yine aynı kişilere birkaç ay sonra yeniden soruldu. İnsanların önce; "Ben köprüdeydim yahut trafikteydim, telefonda hanımdan öğrendim", sonra ise "Evde hanımla televizyon izlerken öğrendim" gibi birbirinden farklı cevaplar verdikleri görüldü. Bu ve benzeri çalışmalardan elde edilen bulgular, aslında beynimizin her şeyi kaydetmediğini ve kaydettiğini de farkına varmadan süreç içerisinde değiştirebildiğini gösteriyor. Yani hafızamız, hatıralarımız değişebiliyor. Bunun bilinci ile özellikle bizim için önemli olayları, bilgileri kaydetmede sadece hafızamıza güvenmemeliyiz. Bu noktada bize düşen; hafızaya tamamıyla güvenmek ya da tamamıyla güvensizlik duymaktan ziyade ona biraz sahip çıkmak. Hafıza çok kıymetli ve sonuçta benliğimizin bir parçası. Hafızamızı korumamız ve terbiye etmeyi öğrenmemiz gerekiyor.
Terbiye etmekten kastınız nedir?
Beyin olumsuz olayları daha çok hatırlayan, daha çok konuşan ve daha çok paylaşan bir mekanizmaya sahiptir. Böylece kendini bir şekilde korumaya alır. Mesela gün içinde birtakım olaylar yaşarsınız, akşam eve gittiğinizde ise aklınızda genellikle yaşadığınız olayların olumsuz tarafları vardır. Başınıza iyi bir olay geldiğinde üç kişiye anlatırsınız ama kötü bir olayı 18 kişiyle paylaşırsınız diyor ilgili araştırmalar. İşte beynimizi bu anlamda terbiye etmemiz çok önemli. Sürekli kötü haber veren kanallara, haberlere, insanlara kendimizi kapatmak, beynimizi terbiye etme anlamında önemli bir adım olabilir çünkü öbür türlü insanın insanlığa dair güveni, geleceğe dair ümidi kayboluyor ve bunlar kaybolduğunda yanında sağlıklı bir yaşam için gerekli birçok şeyi de götürüyor aslında. Kendimizi kötü haberlere kapatmanın haricinde iyi şeyleri hatırlamak için gayret göstermek de faydalı olabilir. Esasında bu, bizim toplumsal ahlakımızın da temellerini oluşturan bir durum. Bir insanın ayıbını görmemek, hatasını araştırmamak, iyiliğini hatırlamaya çalışmak bizim ahlak anlayışımızda var olan şeyler değil mi zaten?
Fakat geldiğimiz noktada tersi bir durum söz konusu gibi.
Mevcut dünya sisteminin dayattıkları, bizi ve bütün insanlığı bu erdemlerden uzaklaştırıyor. Meşhur bir ekonomi dergisinde şöyle bir ifade okumuştum: "Modern tüketim ekonomisinde bir şirkette tutunmak istiyorsanız Hıristiyanlığın 'yedi ölümcül günahı', sizin için 'yedi vazgeçilmez erdem' haline gelmelidir. Hırslı olmalısınız, açgözlü olmalısınız vs." Bizim toplumumuzda da sahip olmamız gereken birçok güzel özellik unutulmuş ya da sahip olduğunuz zaman garip görünür kaygısıyla rafa kaldırılmış durumda. Unutulması, kaçınılması gereken özellikler ise kıymetli hale geldi yazık ki. Fakat dedikodu, laf taşıma, iftira atma gibi şeylerden hem bireysel olarak hem de toplumsal olarak mümkün olduğunca uzak durmamız gerektiğini unutmamakta fayda var çünkü bu gibi hasletler, hafızamızı hem kendimiz hem de insanlıkla alakalı olarak çok yanlış şekillendiriyor. Üstelik burada yanlış şekillenen sadece beyin hafızası da değil.
Beyin hafızasından başka hangi hafızalar var?
Mesela bedenin de bir hafızası var. İnsan, bu hafızası sayesinde daha önceden bildiği günlük olaylara karşı beyne sormadan direkt tepki verebiliyor. Bu davranışların bazılarına refleks, bazılarına alışkanlık ya da rutin deniliyor. Bu noktada hem reflekslerimizi hem de rutinlerimizi terbiye etmemiz, bedenimizin sağlıklı bir hafızaya sahip olması anlamında çok kritik öneme sahip. Tıpkı beyin hafızamızı olduğu gibi beden hafızamızı da terbiye etmemiz gerekiyor. Bedenimizi bir rutine dâhil ederek, doğru yanlış davranış söz konusu olduğunda nerede nasıl tepki vereceğini otomatik olarak bilmesini sağlayarak gerçekleştirebiliriz bunu. Bunun yolunun da insanın bilinçli olarak bedenine hâkim olmasından ve onu kontrol etmesinden geçtiğini de unutmamak gerekiyor.
Beyin hafızası ve beden hafızasını birbirinden ayrı olarak mı düşünmemiz gerekiyor?
Esasında hepimiz büyük bir tekin parçasıyız. Kendi içimizde de bir sürü parça var ama yukarıdan bakarsak hepsinin tek bir parça olduğunu görürüz. Beyin, beden, duygu, toplumsal hafıza… Hepsi o bir tekin parçası. Bunları birbirinden kartezyen şekilde ayırabilmemiz mümkün değil. Ben ruhumu terbiye edeyim, beden ne yaparsa yapsın anlayışıyla olmaz. Bedeni terbiye etmeden ruhu terbiye etmek mümkün değildir. Bedeni terbiye sürecinin en önemli ayaklarından bir tanesi rutin geliştirmek. Yaşadığımız zamanda insanların algılama sistemleri de dâhil hemen her şey değişti. Mesela rutin, yeni nesil için olumsuz bir anlama sahip. Rutin dediğimizde korkunç bir şey akıllarına geliyor. Hâlbuki rutin bedenin terbiyesinde olmazsa olmaz bir araçtır. Beden bir sisteme alışıyor ve o sisteme alıştıktan sonra o sistemle beraber hafızasını kullanıp rahat bir şekilde, gereksiz konularda beyni meşgul etmeden, yormadan çalışmaya başlıyor. Baktığımızda bütün başarılı insanların bir rutinleri olduğunu görüyoruz. Bedenlerinin bir hafızası var ve bedenleri o sistemle beraber çalışıyor. O sistem onu başarılı yapıyor. Bedeni bir sisteme oturtmak, bedenin hafızasını iyi işlemek bu yüzden çok önemli.
Bilincin beden hafızası üzerinde bir tasarrufu oluyor mu peki?
Bilinç, bedenin hafızasını yönlendirebilir ama tam tersi de mümkün çünkü insan beyni hep bir sebep arar, olayları sebeplendirmeye çalışır. Beyinle alakalı çok ilginç araştırmalar var; beynin bir bölümü hareket ediyor, diğer bölümü sebep arıyor. Hareket eden bölümü ayırıyorlar ve uyarı veriyorlar. Uyarıda; "Kalk, camı aç" deniliyor. Adam kalkıp camı açıyor ve oturuyor. Sonra adama neden camı açtığını sorduklarında; "İçerisi havasızdı, ondan açtım" diyor. Hâlbuki öyle bir şey yok. O kişi bir davranışta bulundu ve sonra onu beyninde sebeplendirdi. Yani biz bedenin hafızasını yanlış şekillendirdiğimizde bilinç buna çok rahat bir şekilde bahane uydurabiliyor. Davranışı yaptıktan sonra o davranışa mantıklı bir kulp bulup kendimizi ve başkalarını ikna edebiliyoruz yahut kandırabiliyoruz. Ancak hakikat bu mudur acaba, o da büyük bir soru işareti. Bu noktada bilincin ötesinde, daha geniş bir çerçeveden bakmak faydalı olabilir aslında.
Nedir o çerçeve?
Başka bir hafıza türü olan kalp hafızasından bahsedelim biraz da isterseniz. Bakın, bize bilgi olarak ne gelirse gelsin bizim için esas olan aldığımız bilgi değil, o bilginin yahut o bilgi verilirkenki sürecin bize ne hissettirdiğidir. Terapi eğitimlerinde çok tekrarlan bir esas vardır; "İnsanlar ne söylediğinizi unutur ama ne hissettirdiğinizi unutmaz." O yüzden kalp hafızası beyin hafızasından çok daha güçlü ve belirleyicidir. Kalp hafızamızı şekillendirmek için ne hissettiğimize, ne hissettirdiğimize dikkat etmemiz lazım. Öncelikle ne hissettiğimizi seçmekle alakalı bir farkındalığımızın olması gerekiyor. Ne hissedeceğimizi biz belirleyebiliriz. Bunu kontrol ederken de bu konuda bir farkındalık oluşursa düşünceyi şekillendirmek mümkün olur ama bazen düşünce, his üzerinde galip gelebilir, ona da dikkat etmeli. Hissi biraz daha yönlendirmeye çalışmak çok önemli oluyor bu noktada. Bunu yaparken bedenden yardım alacağız. Mesela bir insan kötü hissettiğinde bu his beden diline yansır; yüzü asık olur, gerilir vs. Ancak bunun tersi de mümkün olabilir, iç dünya da dış dünyadan etkilenebilir. Bir insan kendisini gereksiz, ölçüsüz veya kontrolsüz bir şekilde kötü hissettiğinde, bunu değiştirmek istiyorsa gülmeye başlasa yahut kalkıp koşma, hızlı yürüme gibi hareketlere başlayabilir. Bir süre sonra kendini daha iyi hissetmeye başlayacaktır bu kişi. O yüzden kalbin hafızasını şekillendirirken bedenden ve bilinçten yardım almak gerekiyor. Az önce bahsettiğim; "ne hissediyoruz, ne hissettiriyoruz, ne hissettiriyorlar" konusunda kendi kontrolümüzü ve gücümüzü asla göz ardı etmememiz, akıntıya kapılmamamız lazım. "Ne hissedeceğim yahut ne hissettireceğim konusunda bir sürü etken var ama nihai belirleyici ben olmalıyım" diyebilmeliyiz her zaman.
Bir de adını sıkça duyduğumuz toplumsal hafıza meselesi var. Bu noktada çok zaman ortak bir paydada buluşamadığımızı düşünüyorum. Sizce durum nasıl?
Buluşabildiğimizi söylemek zor maalesef. Bunun böyle olmasında daha evvel de bahsettiğimiz, doğrularımızın yanlışlarla yer değiştirmesinin çok etkili olduğunu düşünüyorum ben. Hafızamızı bütün boyutlarıyla kontrol etmediğimiz zaman kendimize bile düşman olabiliyoruz. Ömrünü sömürgecilikle mücadele etmeye adamış bir isim olan Franz Fanon, bir kitabında sömürgecilik hakkında şöyle bir tespitte bulunuyor: "Sömürgeci yabancılar sizde öyle bir yıkım yaratıyor ki, zamanla kendinize onların gözüyle bakmaya başlıyorsunuz."
Fanon, burada toplumsal hafızamızın sömürgeleştirmesinden bahsediyor değil mi?
Çok önemli bir soru bu. Sömürgeleştirme sadece toprakla, yönetimle olmaz. Önceleri bu yüzü baskın olarak karşımıza çıkıyordu ancak yeni dünyada kültür, dil ve tarih gibi alanlarda görülmeye başladı. Çünkü bir milletin kültürünü, dilini, tarihini sömürgeleştirdiğiniz zaman toprağını, yönetimini vs. sömürgeleştirmenize zaten gerek kalmıyor. Hem daha zahmetsiz, hem daha masrafsız. Bir dünya gönüllü köleniz oluyor bu sayede. Mesela, ortalama bir Türk vatandaşını karşınıza alın ve Amerika'nın eyaletlerini sorun, birçoğunu bilecek, sayacak, hatırlayacaktır. Hepimiz böyleyiz aslında. Öte yandan, Türkiye'nin etrafında var olan ve uzun yıllar boyunca ortak kültürel tarihi paylaştığımız topraklarla alakalı bir soru sorun, bilemeyecektir ya da zorlanacaktır. Örneğin ortak bir kültürel tarihe dayandığımız Karadağ'ın yerini haritada gösteremeyecektir muhtemelen size. Bütün bunlar tarihimizin, toplumsal hafızamızın ve buna bağlı bireysel hafızamızın sömürgeleştirmeye başlamasından kaynaklanıyor aslında.
Kendimizi bu işgalden nasıl koruyacağız?
Toplumsal hafızayı korumak için duyguyu ortaya koymak ve o duyguyu kayda almak çok önemli. Toplumsal hafızayı korumak da hikâyelerle, şiirlerle, şarkılarla, sanat eserleriyle yani dil, edebiyat ve sanat üçlüsüyle mümkün oluyor genelde. Zaten bir topluluğun millet olmasında en belirleyici etmenler de bunlar oluyor. Bunları kaybettiğimiz zaman bir millet olmamız, birlik olmamız, aynı şeyi söyleyip aynı şeyi anlamamız imkânsızlaşıyor. Bu olumsuz durumları ortadan kaldırmak için toplumsal hafızamızın sömürgeleştirilmesine izin vermememiz gerekiyor. Bunun için de bu toprakların diline, edebiyatına ve sanatına sahip çıkmamız lazım. Kendi hikâyemizi, öykümüzü kendimiz anlatmalıyız. Mümkünse kendi araçlarımızla anlatmalıyız. Şimdi başkalarının hikâyeleriyle büyüyor çocuklarımız. Başkalarının şarkıları var dillerinde. Başka hayatları kendi toplumlarının hayatından daha fazla görüyor. Geçen bir psikolog arkadaşım; "Ben bir Amerikan ailesini Türk ailesinden daha iyi tanırım sanırım çünkü dizilerde Amerikan ailelerini ve yaşantı tarzlarını gerçek hayatta Türk ailelerini ve yaşantı tarzlarını gördüğümden kat kat daha fazla görüyorum" dedi. Bahsettiğimiz bu kültür istilasından bütün dünya etkilenmekte. Bizim bu istilaya dil, edebiyat ve sanatla karşı çıkmamız gerekiyor. "Aslanlar, kendi tarihlerini yazana kadar avcı hikâyeleri hep avcıların zaferlerini anlatır" sözü durumu özetliyor aslında.
15 Temmuz'un toplumsal hafızamıza etkileri nasıl oldu sizce ve gelecekte nasıl algılanacağına dair bir öngörünüz var mı?
Farklı ve olağanüstü bir şeydi 15 Temmuz. Yukarıda bahsettiğimiz gibi bir olayın nasıl yaşandığından ziyade nasıl hatırlanacağı daha önemlidir. Şu an çok kritik bir dönemdeyiz. 15 Temmuz'un toplumsal olarak nasıl hatırlanacağını belirlememiz lazım. Bu konuda insanlar iki durumdan birisine yönelebilir. "Bu topraklarda ne olduğu, ne olacağı belli değil, kimseye güvenmeyeceksin. En olmadık şeyler olabiliyor, içimizden bir sürü hain çıkabiliyor" diye düşünenler olacak. Diğer tarafta ise şöyle bir algı söz konusu olabilir: "İçimizdeki hainlere rağmen hangi görüşten, düşünceden, hangi sosyoekonomik statüden olursa olsun çoğunluğumuz vatanına sahip çıkmak için kendini ortaya koydu, bir araya geldi ve zor zamanda birleşti. Demek ki bu topraklara, bu toprakların insanlarına güvenebiliriz". Önümüzde iki tercih var yani.
Peki, hafızamız hangisini hatırlayacak?
Hangisine yatırım yaparsak onu hatırlayacak. Hainlik örneklerini arttırırsak hainlikleri, kahramanlık örneklerini arttırırsak kahramanlık hikâyelerini hatırlayacak. Hainlerin hikâyesini daha çok dillendirirsek hainlik güçlenecek, normalleşecek ve daha çok zihinde yer edecek. Kahramanlık hikâyesini anlatırsak kahramanlık güçlenecek, normalleşecek, içimizde sinecek ve daha çok hatırlanacak. 15 Temmuz'la alakalı hafıza süreci şekillenmeye devam ediyor. Bu şekillenme sürecinde kontrolün pek bizde olmadığını düşünüyorum ve bu durum beni korkutuyor açıkçası. Toplumun bu olayı nasıl hatırlayacağı konusunda hassasiyet göstermemiz ve dikkatli davranmamız gerekiyor. Çünkü travmatik bir tecrübe yaşandı ve bu tecrübenin toplumda doğru bir biçimde şekillenebilmesi, kalıcı ve olumsuz bir iz bırakmaması için toplumun rehabilite edilmesi, toplumsal hafızanın doğru bir şekilde yönlendirilmesi lazım.15 Temmuz'dan birebir etkilenen şehit ve gazi yakınlarına psikolojik yönde destek olunuyor ama burada bütün toplumu etkileyen bir olay var olduğundan bir yandan da toplumun tamamıyla ilgili çalışmalar yapmak gerekiyor. Toplumun rehabilitasyonu ve yeniden bir araya gelmesi, birbirini sevmesi, birbirine güvenmesi hususunda 15 Temmuz'un hemen ardından atılan harikulade bir adım olan Yenikapı ruhuyla alakalı dikkatli, planlı, ölçülü, sistematik bir çalışma yapmak şart. Halihazırda bu tür çalışmalar yapılmıyorsa yapılması, yapılıp da görünmüyorsa görünür hale getirilmesi lazım. Yaşadığımız kimi travmatik olaylar bizi büyütebilir, bize iyi gelebilir, iyi ki yaşamışız noktasına getirebilir. Buna biz "travmatik büyüme" diyoruz. Peki, biz toplum olarak 15 Temmuz'dan sonra travmatik bir büyüme yaşadık mı gerçekten? Bunun üzerine ciddi bir şekilde düşünmemiz gerekiyor.
Sizce yaşamadık mı?
15 Temmuz'dan geriye toplumumuzda güvensizlik, ümitsizlik, enerjisizlik kaldıysa yaşamadık demektir. Bunun tersine birbirimize daha da kenetlendik, güvendik, inandıysak yaşadık demektir. Ancak bu süreç hâlâ devam ediyor. Yani hâlâ birbirimize güvenip, güçlenip travmatik büyüme yaşayabiliriz. Ya da birbirimize güvenimizi ve inancımızı kaybedip travmayı tekrar tekrar yaşar hale gelebiliriz.
Bahsettiğiniz bu büyümeyi gerçekleştirebilmek için neler yapmalıyız? İçeriklerinin tatmin ediciliği tartışılır belki ama 15 Temmuz'a dair çok sayıda kitap yazıldı. Birçok rapor yayımlandı, belgeseller, filmler çekildi. Bu gibi şeyler mi bahsetmek istediğiniz?
Saydıklarınız, 15 Temmuz hakkında gelecek kuşaklar için bir envanter oluşturması açısından elbette kıymetli şeyler. Ama unutmayın ki Türkiye'de konferans salonları, sinema salonları hep kütüphanelerden büyük olmuştur çünkü biz okumaktan çok dinlemeyi, seyretmeyi seven insanlarız. Bu yüzden okunmayan kitaplar yazmak yerine o geceye dair hikâyelerin anlatılması, gösterilmesi çok daha kritik öneme sahip. Evvela bu hikâyelerin yaygınlaştırılmasını çok önemli buluyorum ben. İkincisi, 15 Temmuz'dan geriye görsel olarak ne kaldı yani gözümüzü kapattığımızda gözümüzün önüne gelen resim nedir o güne dair? Acaba zihnimiz 15 Temmuz'u nasıl ve neyle eşleştiriyor? Hain resimleriyle mi kahraman resimleriyle mi? İhanetle mi, güvenle mi? Tefrikayla mı, vahdetle mi? Öyleyse çok basit bir test yapabiliriz bu sürecin başarılı olup olmadığına dair. 15 Temmuz diyelim ve gözümüzü kapatalım. Ne görüyoruz? Bunun haricinde 15 Temmuz ile alakalı sıradan insanları da sürece daha çok dâhil etmemiz gerekiyor. Mesela sokaktaki sıradan insan ne yaptı? İlla yaralanmak yahut hayatını kaybetmek zorunda değil. Ne oldu da bu sürecin bir parçası oldu? Nasıl fedakârlıklar yaptı? Nasıl bir cesaret örneği gösterdi? Ne hissederek, neye rağmen yaptı? Sıradan insanların hikâyelerine yer vermek, sokaktaki insanların sağlıklı özdeşimler kurmasını sağlamak açısından önemli. Sokaktaki dönercinin, ayakkabı boyacısının, simitçinin kendisine yakın insanların hayatlarından örnekler bulması lazım 15 Temmuz'a dair. Bahsettiğimiz bu insanlar ancak bu örnekleri dinlediğinde, okuduğunda, gördüğünde doğru bir özdeşim kurabilirler. Çünkü insan beyni yukarıda da bahsettiğimiz gibi hemen bir referans yeri arıyor kendisine. Eğer toplumun bütün kesimlerine 15 Temmuz'a dair kendilerine yakın örnekler sunamazsak sıkıntı yaşarız.
Mehmet Dinç kimdir?
İstanbul'da doğan Mehmet Dinç, lisans eğitimini Marmara Üniversitesi Psikolojik Danışmalık ve Rehberlik Bölümü'nde, yüksek lisansını RMIT Üniversitesi'nde, klinik psikoloji alanındaki yüksek lisansını ise Okan Üniversitesi'nde tamamlamıştır. Doktora çalışmalarını Marmara Üniversitesi'nde yapmıştır. Geçmişte Psikolojik Danışmanlar Platformu ve Avustralya Türk Enstitüsü Başkanlığı görevlerinde bulunmuştur. Hasan Kalyoncu Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğretim görevlisi olan Dinç, aynı zamanda Türkiye Yeşilay Cemiyeti Yönetim Kurulu Üyesi, Kültür Toplum ve Aile Derneği Yönetim Kurulu Üyesi, Dulwich Centre Öyküsel Terapi Türkiye temsilcisidir. Bırakma Kendini, İnternet Bağımlılığı, Gençliğe Kitabe, Yanı Başımız Hayat ve Prof. Dr. Kemal Sayar ile birlikte yazdıkları Psikolojiye Giriş adında beş kitabı bulunmaktadır.