Beytullah Çakır: Dabbe değil darbe

Dabbe değil darbe
Giriş Tarihi: 12.10.2016 14:46 Son Güncelleme: 18.10.2016 13:34
Beytullah Çakır SAYI:28Ekim 2016
15 Temmuz direnişinde gördükleri başörtülü ablaların, sakallı abilerin varlığı, demokrasi nöbetlerinde yükselen tekbir sesleri, oluşturulan zikir halkaları diğer bütün aktörleri görmemeye yetiyordu memleketin ‘Türklükleri çok beyaz’ olan güruhu için.

Çakıl taşlarının üzerine sermiştim havlumu. Başımın altına da hınca hınç dolu olan bavulumu yastık niyetine koyup uzanmıştım. Cizre'nin akşam serinliğinde gözlerimi gökyüzüne mıhlamış bir yandan bulunduğum ortamın zor şartlarına öfkelenirken içten içe, öte yandan birkaç gün sonra İstanbul'a ve sevdiklerime kavuşacak olmanın mutluluğunu yaşıyordum. Tezkeresini almış ve sadece uçağının kalkacağı saati bekleyen biri için az uz bir şey değildi bu. Evet, su yoktu Cizre Kabul Toplama Merkezi'nde. Yatacak yer yoktu. Ama olsundu. Bu ortama katlanacak 60 saat kadar bir süre kalmıştı önümde. Ümit, insanı en çekilmez şartlarda bile gerçekten dipdiri tutuyor. Arkadaşımla İstanbul'a kavuştuktan sonra neler yapacağımız üzerine hasbihal ederken birden arkamızdan yükselen bir sesin tüm ürkütücülüğüyle kulaklarımda çınladığını duydum: "Babam aradı. Dabbe olmuş diyor. Dabbe ne ki lan?" Kafamın içinde şimşekler çaktığını hissediyorum. Bütün umutlarımın tuz buz olduğunu, karnımdan genzime doğru yükselen yakıcı bir sıcaklığın nefesimi kesmek üzere olduğunu ve…

Evet, ben ve oradaki birçok asker arkadaşım toplama merkezinde evlerine kavuşmanın hayaliyle kendilerini ayakta tutarlarken 15 Temmuz gecesi, devlet içine çöreklenmiş ve adına FETÖ dedikleri bir çete, memlekete son fakat en sarsıcı ihanetini yapmak için kollarını sıvamıştı. Akla hayale gelmeyecek bir yol deniyorlardı bu sefer. Tankla, tüfekle, F-16'yla darbe yapmaya çalışıyorlardı. Sonradan anlıyordum ki bu darbe değil düpedüz bir işgal girişimiydi aslında. Askeriyede kaçak göçek kullandığımız cep telefonlarına sarıldı bunun bir 'dabbe' değil de 'darbe' olduğunu fark eden herkes. Olayın vahametinin ne seviyede olduğundan haberdar olmak adına birkaç dostumu aradığımda duyduklarım dehşete düşürüyordu beni. Birçoğunuz buna şahit olduğundan bunlara dair bir şeyler söylemem sanırım yersiz kalır burada…

Telefon trafiğine son verdikten sonra Facebook'a bağlandım akıllı telefonumdan ve listemdeki arkadaşlarımın olaylara dair paylaşımlarının akıp gittiğini gördüm ekranımda. Kimisi lanetliyordu darbeyi, kimisi hâlâ gündelik olağan paylaşımlarıyla kendi dünyalarına gömülmüş öylesine yaşıyordu işte. Kimisi darbeyi 'ama'lı şerhlerle eleştiriyordu, kimisi bunun büyük bir tiyatro olduğunu ve yazıp yönetenin ise bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan olduğu hükmünü koyuyordu hemencecik. Kimisi de, TSK'ya övgüler düzüyor ve demokratik yollarla görev başına gelmiş Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın sonunun geldiğini düşünerek, deyim yerindeyse 'ağızlarından salyalar akıtarak' zafer naraları atıyorlardı. Ben ise dehşet içinde kalıyordum bu zafer edasıyla kutlama yapanların paylaşımlarına şahit oldukça. Dehşet içinde kalmamın sebebi elbette ki Erdoğan'a olan nefretlerinden değildi. Buna yıllardır alışmıştık zaten. İstedikleri sonucu alamayınca demokrasi ve hukuka dair bütün vurdumduymazlıklarına alışmıştık. Sırf Erdoğan'ın sonunu getirdiğini düşündükleri için yapılmakta olan bir darbeye, işgale nasıl böylesi alkış tutabildiklerine, olacakların bütün memlekete çıkaracağı acı reçeteyi nasıl bu denli görmezden gelebilecek kadar akıllarının perdelendiğine şahit oldukça irkiliyordum işte. Üstelik bu şakşakçı güruhun hiçbirinin FETÖ'cü olmadığına en az kendimin olmadığı kadar da emindim. Kimleri kastettiğimi biliyorsunuz. Hani şu yıllardır; "Efendim biz darbelerden çok çektik, bütün darbeler bizim üstümüzden silindir gibi geçti" edebiyatlarıyla kafamızı ütüleyen, "şeriat geliyor, laiklik elden gidiyor paranoyalarıyla" ömür tüketen adı sol, içi kof, 'Türklükleri ise bembeyaz' olan 'bağzı' zihniyetler var ya, onlar işte. Burada darbeye 'ama'sız karşı duran, Türkiye solunun farklı fraksiyonlarında yer alan ve sol değerlere gerçekten inanan, fikirsel anlamda nitelikli tartışmalara girdiğim fakat birçok konuda anlaşamadığım arkadaşlarımı tenzih ettiğimi söylememe bilmem gerek var mı?

"Bir darbedir bu darbeden içerü"

Facebook'ta kendi tanıdıklarım arasındaki paylaşımlara göz attıktan sonra Twitter'a döndüm. Aslında Facebook'ta şahit olduklarım Twitter'da nelerle karşılaşacağıma dair bir ön fikir vermişti bana. Yaşanan bir olay sonrası sosyal medyada mini bir gezinti yapmak memleketimizin insanının tavır alışlarına dair bir çerçeve oluşturmaya yetmiyor muydu zaten? Dikkatim daha çok darbeyi şakşaklayan, 'ama'lı karşı duran ve bütün bunların bir tiyatro olduğu kesin hükmüne varmış 'öteki' fikirlere kesilmişti. İç sesim bunların izini sürmem gerekliliğine dair bir baskı yapıyordu resmen. Derken Berna Laçin "Bir darbe olur bu ülkede, darbeden içerü…" tweetiyle arzı endam ediyordu. Bunun bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan önderliğinde gerçekleşen bir tiyatro olduğunu ima etmek istiyordu herhalde müthiş zekâsı ve olanca hoyratlığıyla! Sonra Demet Sağıroğlu "Arnavut Kaldırımı"ndan sesleniyordu Laçin'e "Darbe tiyatrosu" diyerekten. Leman Sam "İlla İlla" olacaktı ya bu koroda, o da döşeyiveriyordu hemen, "Pis bir oyun. Amacına ulaştı" çıkarsamasını. Şarkı sözü yazarlığıyla tanıdığımız Şehrazat ise Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın milleti sokaklara davet eden çağrısına, "Sokağa çıkma. Oyuna gelme!" nakaratıyla bir tweet patlatıyordu vakit kaybetmeden. Belki buradan kendi avanelerini coşturacak bir şarkı bile türetebilir zaman içinde. Kim bilir… Cem Özer; "Benim bildiğim darbe olunca Hasan Mutlucan tarafından kahramanlık türküleri okunurdu. Bu saatte ezan okunuyor" diye belirterek olanca hayıflanmışlığıyla dikiliyordu karşımıza. Sonra 'ama'lı darbe karşıtlarından Hüsnü Arkan "Ne darbe ne diktatör" söylemiyle selamlıyordu bizleri. Uğur Dündar ve Metin Uca da Arkan kıvamında tavır alışlarıyla yön veriyordu hayranlarına.

İlk gece bunlarla akıp gitti. Merakım şarjımı idareli kullanmam gerekliliğine galebe çalıyordu ama tedbiri elden bırakmamalıydım. Zira iki gün daha Cizre KTM'de kalmam gerekiyordu. Geçen günlerde detaylı takip konusundaki önlenesi zor istemimi dizginlemeye çalıştım elimden geldiğince. Bu arada darbenin girişimi dahi hayatın olağan akışını sekteye uğratmaya başlamıştı. Ayın 16'sında eve dönüş uçağı olan arkadaşlar tedbir amaçlı olarak havaalanına götürülmemiş ve uçak biletleri yanmıştı. Terör bölgesinde vatani görevini yapınca havaalanına ulaşım sadece askeri konvoylarla mümkün olabiliyor maalesef. İşgalcilerin tam olarak kontrol altına alınamamasından ötürü birliklerden havaalanlarına konvoyun gitmesine müsaade edilmediğini anlayınca birçoğumuzun gözlerinin dolduğunu ve "Acaba ayın 18'ine kadar sürer mi bu yasak?" diye birbirimize sorduğumuzu hatırlıyorum…

Zaferin başlangıcı

Şükür ki, her şey kontrol altına alınmıştı. Ayın 18'i geldiğinde zırhlı araçlara doluşturulup Cizre Havaalanı'na götürülmüştük. 16'sı ve 17'sinde uçaklarına gidemeyen arkadaşlar için de bir ara formül bulunmuştu. Derken yorucu ve gergin geçen günlerin ardından nihayet evime kavuşmuştum. Havaalanından eve gelirken kardeşlerimle memleketin ahvali ve yaşananlar hakkında konuşurken bulmuştum kendimi. Sonra, "Ağabey dur. Bir nefes al!" uyarısıyla kendime gelmiştim.

Demokrasi nöbetlerindeki coşkulu manzaraları ve meydanlarda toplanmış insan çeşitliliğini görünce Cizre'de takıldığım sosyal medya paylaşımlarından ötürü acaba hata mı yapıyorum diye bir kurt düştü içime açıkçası. Birkaç gün sürebilen aylaklığımın ardından 15 Temmuz'a dair esaslı bir araştırma yapmak için kolları sıvadım. Olay mahallim belliydi. İlk gece rastladığım ve açıkçası hiç şaşırmadığım tweetlerin zihniyet izini takip edecektim. Derken Sözcü gazetesinden Bekir Çoşkun'un 17 Temmuz tarihli 'Müsamare' yazısına denk geldim. Başlığıyla durduğu yerin ne olduğunu fazlasıyla belli ediyordu aslında. Yazının bitiş cümlelerinde yer alan: "Bir taşla üç kuş: Hem Askeri Şura'da yapılacak temizlik bu sefer böyle oldu. Hem kahraman sayılır ve başkanlık yolu daha açıktır. Hem dinci bir kalkışmanın provası yapıldı. Daha ne istersin?" ifadeleri Coşkun tarafından bu işin Cumhurbaşkanı'nca planlanmış bir tiyatro olduğunu tasdik ediyordu aklınca. Ama yerseniz, "Ben ve bu gazetedeki tüm arkadaşlarım darbeleri asla onaylamamış ve darbelerin karanlık dönemleri beraberinde getirdiğine inanan insanlarız" diye de bir paragraf eklemeyi ihmal etmiyordu yazısına. Aynı gün Yılmaz Özdil yine aynı gazetede 'Darbenin elebaşı' adlı yazısını; "Sahte darbenin rüzgârıyla cumhurbaşkanı oldu. Monte darbenin rüzgârıyla da başkan oluyor" diye bitirerek hayranlarının alınlarına bunlar hep 'Erdoğan'ın tezgâhları' mesajını yapıştırıveriyordu. Cumhuriyet gazetesi yazarlarından Mine G. Kırıkkanat, 'Rezillik' başlığını verdiği köşe yazısında; "Eliyle asıl darbeyi yapanların, rejimi çökertmiş olanların" sırtını sıvazlayanlara sitem ediyordu. Bu meseleyi küçük hesapları dışında bir memleket meselesi olarak gören medya mensuplarının 'rezillik' içinde bulunduklarına dem vuruyordu kendi 'rezilliğini' hiç sorgulamadan. Bunun "harika bir tiyatro" olduğunu söylemeyi de unutmuyordu tabii. Aynı gün Birgün gazetesi manşetin hemen altında "Darbenin önlendiğini fakat laikliğin ve demokrasinin AKP ile hâlâ tehdit altında olduğu" telmihini olanca kötülüğüyle yapıyordu okurlarına. Evrensel gazetesi ise 'Ne darbe ne tek adam' manşetiyle saflardaki yerini alıyordu. Tiyatro oyuncusu Genco Erkal; "Demokrasi nöbetleri denilen şey"den fazlasıyla endişe duyduğunu ilan ediyordu girişim hakkında en ufak bir söz etmezden evvel. Memleket aleyhine olan her gelişmede ön sıraları kimselere kaptırmamaya yeminli Can Dündar ise, buğulu ses tonu ve olanca romantikliğiyle manşeti veriyordu Alman gazetelerine: "Türkiye'de sivil diktatörlük dönemi başlamıştır" diyerek. Nurşen Mazıcı, bir televizyon programında evvela darbelerin 'teorik' ve 'epistemolojik' yapı sökümüne giriyor sonra bunun bir darbe başlığı altında değerlendirilemeyeceğini bilimsel ekabirliğiyle anlatıyordu. Hızını alamayan Mazıcı, o gece hayatını kaybeden 243 insanımız için "Bunlara şehit denilemez" fetvasına mührünü basıyordu şuh profanlığıyla. Leman dergisi de, kapağına taşıyordu tabii 15 Temmuz'u bütün sığ mizah anlayışına hiçbir halel getirmeyecek alışılageldik üslubuyla. Tatlı su liberallerinden Murat Belge, okunan salaları bahane ederek "Benim onlarla ne işim var?" diye çıkışıyor, 'tepegözüyle' bakıveriyordu yine tüm yaşananlara. Hakkını yemeyelim ama. Kendisi şu 'ama'lı darbe karşıtlarının Hasan Cemal'le birlikte en güzel laf kalabalığı yapan üstatlarındandı her zaman ve hep kalbimizde yaşayacaktı(!) Fakat diğer tatlı su liberali fenomenlerinden Ahmet ve Mehmet Altan kardeşlerin tavrını görünce ne yalan söyleyeyim yukarıda sıraladıklarıma rahmet okumak geldi içimden. Yıllarca darbelere karşı mücadele etmek gerekliliğinin nedenlerini ekranlarda ve köşelerinde biteviye anlatmasına alıştığımız bu kardeşler darbeden birkaç gün önce FETÖ'nün kanalında bildiğin darbe çığırtkanlığı yapar olmuşlardı. Meğerse darbe sadece kendilerine dokununca karşıymış bu abilerimiz de diğer birçokları gibi…

Efendilerinin uslu çocukları

Uzayıp gidiyordu liste işte. Ve bu liste, aslında sadece kendine demokrat, kendine darbe karşıtı, kendine bu memlekete sevdalı zihniyetin bu memlekette hala ne kadar canlı kanlı olarak var olduğunu ispat etmeye yetiyordu. 15 Temmuz direnişinde gördükleri başörtülü ablaların, sakallı abilerin varlığı, demokrasi nöbetlerinde yükselen tekbir sesleri, oluşturulan zikir halkaları diğer bütün aktörleri görmemeye yetiyordu sanki bunlar için. Bir nefret figürü olarak karşılarına aldıkları ve bu nefretleriyle nemalarına nema kattıkları; "aman Erdoğan'ın işine yaramasın" sığlığıyla aldıkları tavır, memleketin bekası büyük resmini yine ıskalatıyordu bunlara. Her seferinde "darbe olursa tankın üstüne çıkarız" tavırlarının kupkuru bir edebiyattan ibaret olduğunu, o kast sistemine dayalı zihinlerinde bir türlü kabullenemedikleri Safiye ablalar, Sabri abiler, Abdullah reisler tankın altına yatarak, kurşuna kafa tutarak, hatta canlarından geçerek bunun bir yürek işi olduğunu halen ve fiilen gösteriyordu hepsine. Anlıyorlardı belki ama 'efendilerinin uslu çocukları' olmaya söz verdiklerinden midir nedir, bir türlü anlatamıyorlardı bize belki de anladıklarını…

BİZE ULAŞIN