Kemâl yolunun tatbikat sahası: Aile-2
Geçen ay kaldığımız yerden devam edelim. Vahiy kaynaklı ahlaki değerlerden yoksun bir aile anlayışının bizi başarısız ve mutsuz Batı toplumuna benzetmeye başladığını ifade etmiştim.
Bugün toplumumuza baktığımızda, ekonomik gerekçelerin henüz yeni çocuk sahibi olmuş anneleri de çalışmaya icbar ettiğini görüyoruz. Zaruret varsa bunda bir beis olmadığını düşünüyorum ama zaruret hali olmadığı halde küçük çocukları dadılara bırakıp çalışmakta ısrar etmek bence isabetli bir hareket değil. Bir çocuk annesinin kokusunu almadan başka biriyle vakit geçirirse onun huyuyla huylanmaya başlar. Bu durum da çocuk büyümeye başladığında başka problemlerin baş göstermesine sebebiyet verebilir.
Kadının topluma katkısı, konuşulması gereken bir şeydir ve çok ciddi meseledir. Kadını inkâr etmek burada söz konusu olamaz. Kadının enerjisinin, bakışının, zekâsının erkekten çok daha mahir olduğu birtakım meseleleri göz ardı edemeyiz. Ama zaruret olmadığı takdirde kadın, bu vasıflarıyla ailesini yükseltmeli. Bu durumda kadın, bütün entelektüel ve faziletli yanlarını çocuklarına aktarmış olur. İşte aile değerleri söz konusu olduğu zaman, kadının o muhteşem varlığıyla ve becerisiyle aileyi imar etmesi daha önde gelen bir iş olarak değerlendirilmelidir. Bu düşünüldüğünde "kadının toplumsal vazifesi inkâr mı ediliyor", şeklinde bir soruyla da karşı karşıya kalabiliyoruz ama asıl toplumsal katkının, çocukların ve ailenin imarı olarak değerlendirilmesi gerekiyor. Mademki 2025 yılını "Aile Yılı" olarak ihdas etme ihtiyacı hissettik, bunları konuşmalıyız. Evvel emirde aileyi sahiplenmek
ve ailenin gelişmesini sağlayıcı tedbirleri birincil olarak düşünmekte fayda var.
Çocuklara yakınlık abartılmamalı
Biz maalesef çocuk eğitimi konusunda sevgi gösterme ve görme iştahımıza mağlup oluyoruz. Çocuklara lüzumundan çok daha fazla yakın olduğumuzu ve sevgimizi gereğinden fazla izhar ettiğimizi düşünüyorum. Onların psikolojik dengelerini sağlıklı tutacak şekilde değil de hayatın disiplinine ayak uydurmalarını engelleyici şekilde seviyoruz. Eskiler bu dengeyi daha doğru sağlıyordu. Çocuklarını çok sevseler de bu sevgiyi herhangi bir sınır gözetmeden olduğu gibi izhar etmiyorlar ve belli bir mesafeyi muhafaza ediyorlardı. Hatta anne ve babaya "siz" diye hitap edildiğini, yemek masasına babanın buyur etmesiyle oturulduğunu ve yine belli bir merasimle masadan kalkıldığını hatırlatırsak dengeyi daha doğru tarif etmiş oluruz. Bu yaklaşıma "monşerlik" yakıştırması yapanlar olabilir ama öyle değildir, bu yaklaşım çok tatlı bir disiplin halidir. Sevgi tabanlı ve saygı imarlı bir yaşantıdır bu. Bugünün insanı sevgisini gereğinden fazla faş ettiğinden ve çok tavizkar olduğundan dolayı çocuklar başarılı olamıyor.
Tabii olarak çocuk sevildiğini bilmek ister ama sevgimizi göstermek ve onun tatlı hallerinden lezzet almak maksadıyla vıcık vıcık bir ilişki ortaya çıkınca maksat hâsıl olmaz. Çocuk sevildiğini zaten sizin bakışlarınızdan ve tebessümünüzden bile anlar. Bunun zıttı da makbul değil; bazıları der ki, "baba çocuğa sevgi göstermez, sadece uyurken öper." Bu da çocuğun özgüvensiz ve sevgisiz yetişmesine sebebiyet verebilir. Hadis-i şerifte "Hayru'l-umûri evsatuhâ." buyrulur. Yani, "İşlerin hayırlısı orta olanıdır." Çocuk yetiştirirken iki kutup arasındaki ince çizgiyi yakalamamız gerekiyor. Bu da kolay değildir; sabır ister, vakar ister, gayret ister.
Bir aile olarak mahalle
Aile meselesini mahalle ve komşuluk kavramlarından vareste düşünemeyiz. Benim çocukluğumda bütün mahalle bir aileydi. Babamın sık sık farklı şehirlere tayin olmasından dolayı hep farklı mahallelerde büyüdüm ve farklı yerleri de bu vesileyle tecrübe etme imkânım oldu. Mahallenin çocukları olarak sokaklarda bütün gün oyun oynardık. Haliyle ikindi vakti gelince de acıkırdık. İçimizden biri annesine seslenip ekmek isterdi. O yılların güzelim ekmeklerine o anne yağ, yoğurt gibi lezzetlendiriciler sürer ve bütün çocuklara verirdi. Biz sokaktayken o anne, hepimizin ailesiydi.
Falanca arkadaşımızın babasının hepimizin üzerinde müdahale yetkisi vardı. Şayet yapmamamız gereken bir şeyi yapıyorsak gelir kulağımızı çekerdi. Kendi babamız da bunun üzerine, "Sen nasıl benim çocuğumun kulağını çekersin" demeyi bir kenara bırakın, "Keşke diğer kulağını da çekseydin" derdi. Derslerimizin nasıl gittiğini, dersler dışında nelerle meşgul olduğumuzu, yaramazlık yapıp yapmadığımızı sorgularlar, bizi ikaz ederler ve hizaya getirmeye gayret ederlerdi. Mahalledeki çocuklar bütün büyüklerin çocuklarıydı.
Site yaşantısında artık çocuklar bu terbiyeyi maalesef alamıyor. Bırakın bizim çocukluğumuzdaki yakınlığı, insanlar kapı komşusunu bile tanımıyor. Asansörde selam bile vermeyenlere rastlıyoruz. Ama ahlak-ı Muhammedî'de "sana selam vermeyene sen selam ver, seni aramayanı sen ara" anlayışı vardır. Muhammedî olma niyetinde ve gayretindeysek komşuluk hukukuna riayet etmemiz gerekiyor.
Hiç unutamadığım bir hatıramı nakledeyim: Oğlum Özcan küçükken, onun odasının alt kattaki izdüşümünde komşu ailenin büyükannesi yatıyordu. Kadıncağız hastaydı ve özellikle geceleri sürekli inlerdi, oğlum da bu iniltileri duyardı. Bir gün Özcan yanıma geldi, alt kattan gelen seslerin
kesildiğini söyledi. Sonradan fark ettik ki kadın vefat etmiş ve alt komşumuzdan cenaze çıkmasına rağmen haberimiz olmamış. Böyle mahalle hayatının acı sonuçlarını ailelerimizde görüyoruz. Hazret-i Fahr-i Kâinat Efendimiz şöyle buyuruyor: "Cenab-ı Hak komşu hakkını o kadar ileri götürdü ki komşuyu komşuya varis kılacak zannettim."
Tasavvufta aile kavramı
Bana zaman zaman tasavvufta aile kavramının mahiyeti hakkında çevremdeki insanlardan sorular geliyor. Ayrıca bir "tasavvufta aile" bahsi açmayı pek doğru bulmuyorum. Çünkü sözünü ettiğimiz aile ve mahalle hayatı, zaten tasavvufî verilerden açığa çıkmış davranış biçimlerinden oluşan bir yaşam tarzıdır. Çünkü eski hayatta her mahallede mutlaka bir tekke vardır ve anlatmaya çalıştığımız aile ve mahalle geleneğini aktaran dede ve nine bu tekkelerden mutlaka beslenmiştir. Tekke adabından istifade etmiş olan bu insanlar, yaratılanı Yaratan'dan ötürü hoş gören bir anlayışla yaşayan insanlardı ve hepimizden daha kâmil bir kavrayışa sahiplerdi. Bu yüzden, ahlak-ı Muhammedî'yle donanmış olan kişi ve toplumlarda zaten tasavvufî hayat vardır. Herkes seyr ü sülûk çıkaracak ve herkes vahdet-i vücudu idrak edecek diye bir kaide yok ama eski toplumumuzun dinamiklerine baktığımızda tasavvufun ortaya çıkardığı kültürün herkese bir şekilde sirayet ettiğini görürüz.
Tekke kavramı da aslında gündelik hayattan vareste değildir ve bu anlamda tekkenin içiyle dışını birbirinden ayırmamak gerekir. Bulunduğumuz her mekânı ve ortamı tekke olarak görmemiz icap ediyor. Bu anlamda ev de tekkedir mahalle de, iş yerimiz de tekkedir çarşı da. Tekke ve zaviyelerin kapatılması üzerine, Galata Mevlevihanesi şeyhi Ahmed Celaleddin Dede'nin (1853-1946) irticalen buyurduğu bir nutk-ı şerif var:
"Âsumândır kubbesi hep ahterân âvîzesi
En ziyâ-bahşâ kanâdîli güneşle mâhdır
Seddolunmakla tekâyâ kaldırılmaz zikr-i Hak
Cümle mevcûdât zâkir kâinât dergâhdır"
(-Bütün kâinatı tekkeye benzeterek- Onun kubbesi gökyüzüdür, avizesi de yıldızlardır. En ışık veren kandilleri güneş ve aydır. Tekkelerin kapatılmasıyla Hakk'ın zikri ortadan kaldırılmış değildir -çünkü- bütün varlıklar zikir halindedir ve kâinat –başlı başına- bir dergâhtır.)
Bir Muhammedî toplum bu anlayışla yaşar. Bu noktaya gelmedikten sonra varlığın, eşyanın ve insanın zevkini almak mümkün değildir. Sana sen, bana ben demekle bu işin tadı çıkmaz.