İnsanlık tarihinin en kadim şehirlerinden biri olan Kudüs, tasavvufî literatürde kalbin sembolü olarak okunur. Kalp, insanda Allah'ın nazargâhıdır; Kudüs de dünyada ilahî huzurun timsâli gibidir. Kudüs bu açıdan sadece coğrafî değil, metafizik bir emanettir. Nihâyetinde Kudüs meselesi sadece bir toprak davası değil, insanın kalbini hangi güçlerin yönettiğiyle ilgili derin bir imtihandır. Ona sahip çıkmak, aslında kalbin nurunu korumak demektir.
Tasavvufun nazarından bakıldığında Kudüs'ün durumu; insanın kendi iç Kudüs'üne, yani kalbine nasıl davrandığının da aynasıdır. Burada ortaya çıkan "Yahudi imajı" ise emanete hıyanet eden zihniyetin sembolüdür. Emanet edilen toprağı, mâbedi ve hakkı hoyratça kullanan, kendi çıkarı için emanete ihanet eden bir nefis tavrını gösterir. Buna karşılık sûfî geleneğin öğrettiği "emanet bilinci", Selahaddin Eyyûbî'nin Kudüs'ü fethettiğinde düşmanına bile merhamet göstermesiyle somut bir örnek bulur.
Tasavvufta emanete sadakat, imanın özü kabul edilir. Kudüs'ün işgal edilmesi, zulme ve haksızlığa sahne olması ise bu emanete ihanetin sembolik
ifadesi hâlindedir. Nitekim Kur'an'da Yahudi topluluklarının sıkça zikredilen özelliklerinden biri, Allah'ın nimetlerine karşı sergiledikleri nankörlüktür.
Bu tarihsel aktarım, aynı zamanda tasavvufun sembolik okumalarında nefse dair bir işareti de anlatır. Çünkü emanete sadık kalamayan nefis, kendi
özüne ihanet etmiş olur. Kudüs meselesinde de emaneti korumak yerine zulme başvuran zihniyet, işte bu ihanetin tezahürüdür.
Nankörlük ve şükür zıtlığı
Kur'an'da Yahudilerin en sık zikredilen tavırlarından biri nankörlüktür. Onlara ilâhî bir lütuf olarak gökten manna ve selva (helva ve bıldırcın) gönderildiğinde, buna bile razı olmayıp farklı taleplerde bulunmuşlardır. Şükür yerine şikâyeti seçmeleri, onların kalp katılığının göstergesi olmuştur.
Filistin meselesi bu açıdan da ibretliktir: Müslümanlar zulme uğramalarına rağmen sabır ve şükür içerisinde kalmaya çalışarak "imtihandan geçtiklerini" akıllarından çıkarmamaya gayret etmektelerdir. Tasavvufî bakış da bu tabloyu insanlığın büyük bir manevî imtihanı olarak görür. Çünkü nankörlük, yalnızca tarihsel bir topluluğun tavrı değil, her insanda var olan nefsin alt kademedeki hâllerinden biridir. Kudüs meselesi, bu yüzden her
birimizin içindeki nankörlüğü ve emanete sadakatsizliği sorgulama vesilesi olmalıdır.
Selahaddin Eyyûbî: Kudüs'te merhametin zaferi
Selahaddin Eyyûbî'nin 1187'de Kudüs'ü fethettiğinde gösterdiği tavır, tasavvufî emaneti koruma bilincinin en çarpıcı tarihsel örneklerinden biridir. Haçlılar şehri aldıklarında kadın, çocuk, yaşlı demeden katliam yaptı; mâbedleri kirletti, kutsalları ayaklar altına aldılar. Avrupa'nın dört bir
yanından gelen askerler, Kudüs'ü kan gölüne çevirdi. Herkes, Müslümanların şehre girdiğinde aynı zulmü yapmasını bekliyordu.
Oysa Selahaddin, tasavvuf terbiyesinden geçmiş bir komutan olarak hareket etti. Şehre girişiyle birlikte Hristiyanların canlarını ve mallarını güvence altına aldı. Kudüs'teki kiliseler yıkılmadı, esirler öldürülmedi. Katliam değil, emanete sadakat esas alındı. Selahaddin'in bu tavrı, İslâm'daki merhamet anlayışının tarihe düşmüş en parlak kayıtlarından oldu. O, Kudüs'ün fethini siyasî bir zafer kazanmanın ötesine taşıdı, ahlâkî bir emanet bilincinin inşası hâline getirdi. İşte "fetih" ve "işgal" arasındaki temel fark da buradan anlaşılabilir.
Osmanlı ve Yahudi imajı
Osmanlı tarihi de tasavvufî bakışın toplumsal hayata nasıl yansıdığını gösteren önemli bir sahnedir. 1492'de İspanya'dan sürülen Yahudiler, Osmanlı topraklarına kabul edilmiştir. II. Bayezid'in "İspanya kralı Ferdinand, hazinesini fakirleştirip bizim hazinemizi zengin ediyor" meâlindeki meşhur sözü, hâlâ hafızalardadır.
Bu yaklaşım, Batı'daki Yahudi düşmanlığıyla taban tabana zıtlık göstermiştir. İstanbul'da, Selanik'te, İzmir'de Yahudi cemaatleri kendi dinlerini, dillerini ve kültürlerini özgürce yaşadı ve yaşattılar. Bu, sadece siyasî bir tercih değil, tasavvufun evrensel insan anlayışının devlet pratiğine yansıması oldu. Tekke ve dergâhlarda öğretilen hoşgörü, toplumsal düzeyde karşılığını buldu. Yahudiler "düşman" değil, Allah'ın misafiri olarak görüldü.
Ne var ki modern dönemde Siyonizm'in doğuşu, bu imajı geride bıraktı. Kudüs işgal edilince emanete ihanet eden zihniyet, "Yahudi imajı"nın zulümle birleşmesine sebep oldu. Ortaya öyle bir tablo çıktı ki tasavvufî literatürdeki nefis sembolleri, bu tabloyla tamamen örtüşmeye başladı.
Tasavvuftaki nefis mertebeleri üzerinden bakıldığında Kudüs meselesi şöyle bir manevî okumayla da değerlendirilebilir. İnsanın tekâmül yolculuğuna başlamadığı, nefsinin ilk basamağı olan "nefs-i emmâre" (emreden nefs) sadece kendini düşünmeyi, kendini her hâlükârda haklı görüp hatalarını kabul etmemeyi, zulmü, hıyaneti ve tamahı temsil eder. İşte Kudüs'ün işgaline sebep olan, bu "nefs-i emmâre" seviyesindeki zihniyettir.
Yapılanın büyük bir zulüm ve soykırım olduğunu görmeye, kendi içinde muhasebe yapmaya başlayan Yahudiler ise işgale karşı vicdanın sesini duymaya başlayanlardır ki onlar "nefs-i levvâme" seviyesine geçişi gösterirler. Ancak buradaki kısmın kalıcı başarı sağlayabilmesi, "nefs-i emmâre" zihniyetinden tamamen kurtulmakla mümkün olabilecektir. Nihâyetinde barış ve adaleti sağlayarak Kudüs'ü lâyığıyla koruyabilmek ise ancak "nefs-i mutmainne" olarak adlandırılan, Hakk'a teslim olup bu yoldan sapmamayı anlatan zihniyete kavuşabilmekle mümkündür. Yani emaneti ancak terbiyeyle "hakiki insan" vasfına ulaşan nefs-i mutmainne (emin olan nefis) sahipleri koruyabilir.
Bu nefs mertebeleri üzerinden incelemek, "Yahudi imajı"nı sadece bir dış düşman figürü olmaktan çıkarır. Tasavvufa göre Yahudi imajı, insanın kendi içindeki nankörlüğün, emanete hıyanetin ve zulmün aynasıdır. Kudüs'ün taşlarının işgal altında olması, aslında kalbin işgal altında olmasının bir yansımasıdır. Gerçek özgürlük ve adalet, kalbin nefs-i emmâre işgalinden kurtularak Hakk'a teslim olmasıyla sağlanabilecektir.
Sömürgecilerin cetveli ve umudun doğuşu
Öte yandan bugün Kudüs'te yaşanan zulmün başka bir yönü de vardır. 20. yüzyılda sömürgeci devletler İslâm coğrafyasını adeta bir cetvelle böldü; milletleri parçalayıp birbirine düşürdüler. Filistin meselesi, işte bu yapay bölünmelerin en açık tezahürlerinden biridir. Böylece Filistin halkı, başlangıçtan bugüne kadar defalarca suistimale uğradı.
1. SYKES–PICOT ANTLAŞMASI (1916)
İngiltere ve Fransa, Osmanlı topraklarını gizli anlaşmalarla böldü. Filistin, bu bölüşümün merkezi oldu. Halkın iradesi hesaba katılmadı; sınırlar masalarda çizildi.
2. BALFOUR DEKLARASYONU (1917)
İngiltere, Yahudi göçmenler için Filistin'de bir "yurt" vaadinde bulundu. Bu vaat, o topraklarda yüzyıllardır yaşayan Filistinlilerin haklarını yok saydı; bir halk, başka bir halk için peşkeş çekildi.
3. İNGİLİZ MANDASI DÖNEMİ (1920–1948)
Bu dönemde İngilizler, Yahudi göçünü hızlandırdı. Filistinlilerin toprağı yüksek meblağlarla satın alındı, satmayanlarınki ise sonunda zorla ellerinden alındı. Yahudilere silahlanma imkânı sağlanırken, Filistinlilerin en basit hakları dahi kısıtlandı.
4. 1948 NAKBA ("BÜYÜK FELAKET")
İsrail'in kuruluşuyla yüz binlerce Filistinli sürgün edildi. Köyler yakıldı, halk zorla göç ettirildi. Bugün hâlâ milyonlarca Filistinlinin mülteci olarak yaşamasının temeli bu dönemde atıldı.
5. 1967 ALTI GÜN SAVAŞI
İsrail, Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs'ü işgal etti. Bu işgal, Birleşmiş Milletler kararlarına rağmen devam etmektedir. Filistinlilerin toprakları
daha da daralırken, Kudüs'ün kalbi olan Mescid-i Aksâ doğrudan baskı altında kaldı.
6. YERLEŞİM POLİTİKALARI VE DUVARLAR
İsrail, işgal ettiği topraklara uluslararası hukuka aykırı olarak Yahudi yerleşim birimleri kurmuştur. Filistinlilerin evleri yıkılarak arazilerine el konulmuştur. Batı Şeria'da örülen duvar sadece toprağı değil, insanların hayatlarını da parçalamıştır.
7. GAZZE ABLUKASI (2007'DEN GÜNÜMÜZE)
Gazze, adeta açık hava hapishanesine çevrildi. Ekonomik ambargo, elektrik ve su kısıtlamaları, sağlık hizmetlerine engeller… Filistin halkı en temel insanî haklardan dahi mahrum bırakılırken soykırıma uğratılmaya çalışılmaktadır.
8. ULUSLARARASI SESSİZLİK VE ÇİFTE STANDARTLAR
Tüm bu süreçlerde, sömürgeci güçlerin sessiz seyirciliği ve genellikle de işgal yönetimine desteği, Filistinlilerin yaşadığı zulmün her geçen gün akıl almaz boyutlarda derinleşmesine yol açtı. Mehmet Akif'in "Medeniyet dediğin, tek dişi kalmış canavar…" nidası, "insan hakları, demokrasi,
gelişim" maskesi altında zulmü icra edenlerin tabiatını anlatan veciz ifadelerdendir…
Tasavvufî bir okumayla bakıldığında, bu tablo aslında sömürgecilerin cetvelle çizdiği haritanın kendi silahına dönüşmesini de göstermektedir. Çünkü zulüm yoğunlaştıkça, hakikatin ve birliğin doğum sancıları başlar. Filistin halkının maruz kaldığı bu haksızlıklar, İslâm coğrafyasını yeniden kendi
kalbine, özüne, yani emanete sahip çıkma bilincine en acı ama en güçlü şekilde çağırmaktadır…