Enver Gülşen: DÜNYA SİNEMASINDA YAHUDİLER İKİ FİLM ÜZERİNDEN BİR BAKIŞ DENEMESİ

DÜNYA SİNEMASINDA YAHUDİLER İKİ FİLM ÜZERİNDEN BİR BAKIŞ DENEMESİ
Giriş Tarihi: 20.11.2025 14:19 Son Güncelleme: 20.11.2025 14:19

II. Dünya Savaşı'nda Nazilerin Yahudilere yönelik soykırımı, savaş sonrası çok belirgin bir kültür ortamının inşasına tersten de olsa hizmet etti esasında. Ana akım sinemada özellikle Hollywood'un Siyonist propagandanın belirgin merkezi kılınması bir yana, Avrupa'daki suçluluk duygusunun
dışavurumu olan bütün o sinema geleneklerindeki soykırım teması öteki yana... Her iki yön de dünyada bir algı, bir imaj üretti: Masum Yahudiler ve her an Yahudilere bir şey yapmaya meyyal "diğerleri!" Bu diğerlerine, Nazi soykırımıyla zerre ilgisi olmadığı hâlde ve Kudüs, Selanik, İstanbul, Endülüs gibi yerlerde birlikte yaşamanın her türden güzel örneğini ortaya koymuş olan Müslümanlar dâhil edilince, Avrupa halklarının suçluluk
kompleksinin üzerine boca edilebileceği bir "düşman" icat edilmiş oldu.

Hollywood sineması, özellikle Filistin, Afganistan, Irak gibi yerlerde geçen, feci kötü niyetli ve bir o kadar da aptal filmleriyle Nazi soykırımını Müslümanların üzerine yansıtıp, Avrupa ülkelerinin (Almanya dâhil) bu kötülük cenderesinden tereyağından kıl çeker gibi sıyrılmasına zemin
hazırladı! Her şey Hitler ve birkaç çılgının üzerine yıkıldı, bir süre belirgin olan Avrupalı suçluluk duygusu bir süre sonra Müslümanlara kanalize edildi ve kültür politikalarıyla bunun yerleşik hâle getirilmesi sağlandı. Yahudiler "Bir daha asla!" paranoyalarına çok kullanışlı bir hedef bulmuşlardı
artık: Filistin ve özelde Gazze Nazi soykırımını mumla aratacak yerlere dönüşmüştü. Bu defa soykırımı yapanlar Yahudilerdi ama kültür faşizminin sağladığı tüm "hak" ve "imkânlarla" donanmış olmaları sebebiyle, bu durumda dahi mazlum ve mağdur olmayı beceriyorlardı!

Hayatta kalmak için katliam yapmak

Film sanatının önemli örneklerinden bazıları, Avrupa sanat sineması geleneklerinde hatta Hollywood'da bile bu soykırımı tema edinen filmler
çekerken bir yandan da "Yahudi kimliği" ile ilgili çok önemli işaretler veriyorlardı. Bunu yaparken çoğunlukla bir Yahudi masumiyeti amaçlanıyordu belki ama Hannah Arendt'in tezlerinin bazılarını zemini kılan başka sorulara da yol açıyordu. Mesela Piyanist filminde Varşova gettosundan öldürülmek üzere toplama kamplarına götürülen bir adamın sözü üzerine düşünelim:"Bizi öldürmeye götürüyorlar. Hâlbuki burada yarım milyon
kişiyiz. Saldıralım, direnelim, öleceksek de öyle ölelim. Bari insanlık haysiyeti için cesurca ölmüş oluruz, tarihte kara bir leke olarak değil!" Bugün
Gazze'de bu sözün gerçek anlamını görüyoruz aslında. Tüm insanlığın haysiyetini tek başına yüklenen ve bunun için şehit olan Gazzelilere karşı, "yaşamak için her şeyi feda etmeye razı olan Yahudiler..."

Roman Polanski'nin Piyanist (2002) filmi, önemli bir piyanistin, savaşın sonuna kadar orada burada saklanmasını anlatırken, öte yandan Nazi soykırımına maruz kalan Yahudilerin en belirgin özelliklerinden birini ifşa etmesiyle, niyetlenilmemiş bir ters köşe de yapıyordu aslında. Hayatta kalma "arzusu" her türlü değerin ötesine geçen ve kendi değerini kendinden üreten bir şeye dönüşüyordu bu filmde: Hayatta kalmak için lağım faresi gibi saklanılabilir, insanoğlunun haysiyeti dâhil pek çok şey çiğnenebilirdi! Polanski elbette böyle bir çıktıya niyetlenmemişti, lâkin en belirgin çıktılarından birisi "insan haysiyeti nedir?" sorusu üzerinden bir tefekkür zemini açmasıydı aslında.

Korkunç bir endüstrinin üretimi

Aynı zemin Laszlo Nemes'in Saul'un Oğlu (2015) filminde biraz daha derine kazınıyordu doğrusu. Diğerlerinden biraz daha fazla hayatta kalmak için feragat etmeyeceği hiçbir şey kalmamış bir sefaleti gösteriyordu film. Toplama kampında Yahudileri gaz odalarına götüren, orada yanmalarına eşlik eden, işleri bitince "atıklarla" uğraşan ve yanmış ceset artıklarını taşıyan, birkaç ay daha fazla yaşama taahhüdü almış diğer Yahudilerdi mesela! Nazi subayları ellerini bile dokundurmuyordu yakılacak Yahudilere! Salt hayatta kalmak ile "insan haysiyetini ayakta tutarak hayatta kalmak" arasındaki o kalın sınır geçiliyor ve hayatta kalmak için her şey mubah oluyordu böylece! Gazze'de yıllardır ama özellikle son iki yıldır Nazileri aratacak soykırımları yapanlar işte bu hastalıklı zihinden sirayet ediyordu besbelli: Hayatta kalmak için tüm dünyayı yakmaya hazır katiller sürüsü olan İsrail ve Siyonistler...

Hem ana akım sinemada hem de sanat sineması tabir edilen sinemalarda ortaya çıkan, "Yahudi olmayanlarda" suçluluk duygusu üreten ve "her şeye hakkı olan Yahudi" imgesini körükleyen korkunç bir endüstrinin üretimi demekti esasında. Mesela Holocaust'a herhangi bir şüpheyle yaklaşmak bile zinhar yasak edilen büyük bir suçtu artık ve "kültür polisleri" tarafından sanatsal bir ölüme mahkûm edilme tehlikeniz aba altında saklanan bir sopaydı kültür-sanat dünyasında...

Gazze'de iki yıldır insanlık tarihinin gördüğü en korkunç soykırımlardan birisi yürütülürken ve bu soykırım TV'lerden canlı yayınlanırken, geçen yıl Oscar'a birçok dalda aday gösterilen bir filmden bahsetmemiz gerekiyor. Brutalist (2024) filminde Laszlo Töth adlı, toplama kamplarından ABD'ye göç etmiş ünlü bir Bauhaus mimarının hayat hikâyesi anlatılıyordu sözde... Macar Yahudisi bu mimarın hayatı üzerine Brady Corbet adlı 36 yaşında bir
yönetmen tarafından çekilen bu film, ABD'nin ve genelde de Batılı ana akım sinemanın nasıl işlediğini gözler önüne seriyordu aslında.

Ana akım işi Siyonistleri aklamak

İki senedir Gazze'de çoluk çocuk korkunç bir soykırım uyguluyor İsrail. Gazzelilerin ahlâk timsali duruşuna zıt şekilde, son derece ahlâksız bir politikayla birlikte... İsrailli esirlerin, dönerlerken Gazzeli mücahitlerin alınlarından öpmeleri gündeme düşünce, tüm dünya, düşmanı bile düşman olduğuna utandıran bu ahlâka bir kez daha şahit olmuştu , hepimiz hatırlarız. Esir takaslarında Filistinli esirlerin perişan ve işkence gördükleri epey belli olan hâllerine ve İsrailli esirlerinse neredeyse düşmanlarına dost olmuş durumlarına birlikte bakanlar çok ilginç bir manzara ile karşı karşıya kalıyorlardı. Zaten bu yüzden Batı ülkelerinde vicdanlı "sıradan" insanlar, açıkça Gazze'nin yanında İsrail'in karşısında konumluyorlar kendilerini. Bu durum, sözünü ettiğimiz kültür-sanat kanallarını kırmızı alarma geçirecek bir sinyaldi aynı zamanda. Zira güvenilen dağlara karlar yağmadan önce o karları eritecek 50-60 yıldır biçimine hâkim oldukları bu aracın acil yardımına ihtiyaç vardı! Brutalist filmi tam da böyle rezil bir acelenin ürünüydü bana kalırsa.

Velakin tüm dünyada İsrail'e ve İsrail yanlısı Yahudilere bakışın bu kadar değişmesi, Gazzelilerin, adeta insanlığın umudu için bir örnek olarak görülmeye başlanması, ana akım Batılı kültür politikalarını da teyakkuza sokuyor! Gazze'de çoluk çocuk, kadın demeden iğrenç bir soykırım
yürütülürken, Brutalist filminin hem de 30'larında vasat bir yönetmene çektirilmesi, tetikçilerin hep vasatlarla yürütüldüğünün (kötülüğün sıradanlığını anmak lazım Arendt'in) bir kanıtı daha oluyordu! Zira film, Gazze'de soykırım yaparken, Batı'daki cilalı imajını kaybeden İsrail'in ve fert
olarak da Siyonist Yahudilerin façasını yenileme çabasından başka bir şey değil! Zaten ana akım sinema özellikle temalarının bir yerinde Yahudiler varsa, hep bu faça düzeltme işiyle meşgul olmuştur 50-60 yıldır...

3.5 saat boyunca, seçilen bir Yahudi mimarın hayatıyla -hem de Gazze soykırımı devam ederken- yapılmak istenen şey film ilerledikçe aşikâr oluyor herkese. Sokaktaki halk nezdinde ABD'de bile imajını kaybeden Yahudilerin "Bizi kimse istemiyor!" nakaratlı duygu sömürüsü ile karşılaşıyoruz film boyunca. Bu defa hedef ABD ve Batı üstelik! Filmde, Yahudi bir mimarın hayatı üzerinden hissettirilen hayâl kırıklığı açıkça bugüne ait bir şeydir! Gazze'de dünyanın gözünün içine baka baka sürdürülen soykırıma rağmen, aynı şımarık desteği var ortada ve Brutalist filmi tam da bu utanmazlığın filmidir.

Filmin sembolik katlarında ABD'li zengin bir Protestan aile ile Töth'ün ailesi arasındaki ilişki manidardır. Zira filmin sonunda zengin iş adamının Laszlo Töth'e "tecavüzü", Töth'ün karısı tarafından adeta tüm dünyaya haykırılacak bir tonlamada ifşa edilir: "Siz zaten bizi hiçbir zaman istemediniz! Hep
aşağıladınız, görmezden geldiniz!"

İşin aslı bu çığlık haksız da sayılmaz. Savaş boyunca çoğu orta kesimden olan Yahudilerin katliamı sırasında ıslık çalmış, çoğunlukla desteklemiş Avrupa devletlerinin çirkin suçluluk duygusunun dışavurumu olarak çekilmiş filmler genelde bu ikiyüzlülüğün üzüntü maskesiyle kapatılması anlamına gelmiştir.

"Kimse bizi istemiyor" sömürüsü

Orta Avrupa sinemalarında (Çek, Slovak, Polonya ve Macar sinemaları başta) "Bize ne oldu!" sorusunu sormanın bir katalizörü olarak Nazi soykırımı hep ele alındı. Çok çok önemli başyapıtları üretildi dünya sinemasının. Aslında hem benzer soruları sorup hem benzer sonuçları çıkarıyordu bu filmler. Bir propagandaya yaslanmadan insanlığın ne olduğu üzerine sonuçlar: "İnsan cahil, nankör ve zalim bir yaratıktır. İnsanlığımızı kaybetmemek için devamlı tetikte olmak lazım!"

Özellikle 60'lar ve 70'lerdeki sinema geleneklerinde bu meselelerde çok da önemli filmler ortaya çıktı. Lakin onlardaki eğilim genellikle
Hollywood'daki korkunç propagandanın dışında, vizörü daha çok kendi vicdanlarına çeviren bir işlev gördü. Soruyu kendilerine sordular ve cevapları aramak için filmleri aracı kıldılar. Brutalist filminde gördüğümüz şey ise bambaşkaydı. Kendisinden çok başkasına şiddetle yönelen, pornografik bir acındırma kompleksinden korkunç bir soykırım hakkı talep eden ve o hakkı Gazze'de ve her istediği yerde kullanan İsrail'in meşrulaştırılması...

"Haklısın, bizi burada istemiyorlar" türü cümleler, film boyunca değişik vesilelerle tekrarlanır. Zira ABD'liler bile onları istemiyordur artık! Devletler ne kadar yanlarında olursa olsun, halkları ellerinde tutacak bir "masumiyeti" çoktan yitirmişlerdir anlaşılan! Filmin yönetmeni Corbet'in -tam da zamanında- bir sipariş olarak çektiği çok belli olan bu duygu sömürüsünün sonunda "vatana" geri dönüş isteği aşikâr olur. İsrail'dir vatanları ve o vatanlarından vazgeçme niyetleri yoktur! Tarihten gelen ezeli ebedi haklarıdır! Nitekim filmde birkaç defa "Kadoş" ayinlerine maruz bırakılmamız bu "seçilmişlikle" ilgili bir talebin dışavurumu olsa gerek!

Brutalist filmi, çekilen yüzlerce benzer filmden birkaç özelliği ile farklılaşıyor. Gazze'deki soykırımlar devam ederken, Yahudi kimliğinin ve o kimliğin
vatanının İsrail olduğu ilkesinin talep ettiği şey utanmazcadır açıkçası. "Ne yaparsak yapalım, ne tür zulümler işlersek işleyelim; soykırıma uğramış bir milletiz biz ve tehlike gördüğümüzde kendimizi korumak için başkalarına soykırım uygulamak anamızın ak sütü kadar helâldir!" diyen ve bunu
açıkça talep eden bir film zira Brutalist! Pensilvanya'da Töth tarafından yapılan ve filmin de asıl konusu olan o binayı bile buna göre tasarlamıştır mimar! Toplama kampları Yahudi kolektif bilinçaltının labirentleridir ve bu labirentler bundan böyle hep "başkalarına" layık görülecek bir soysuzluğun kozası olacaktır artık! Gazze'de yaşanan soykırımda olduğu gibi...

Brutalist filmiyle Trump ve onun en azından bir süre önceye kadarki nursuz "aklı" Elon Musk'ın Gazze için tasarladıkları şey arasında zerre kadar fark yok aslında! Yapay zekâ ile yaptıkları o rezil videoda ifşa olan Gazze için tasarladıkları arasında! "Sıradan" halk İsrail'e ve Siyonist Yahudiliğe giderek öfke duymaya başlarken, "yukarıdaki" kültür politikalarını şekillendirenler Brutalist filmlerini çekmeye ve çektirmeye devam ediyorlar ve edecekler de! Devasa anti-sinema endüstrisi Hollywood zaten bunun için var değil mi! Hannah Arendt'in "kötülüğü" bu defa "sıradan" olanın vicdanını söndürmek için elit politikaların yansıttığı şey olarak görünür kılıyor kendini. Brutalist'te, Trump ya da Musk'un soysuz ve akılsız yapay zekâ videolarında, "Kimse bizi istemiyor!" duygu sömürülerini kültür politikası yapmış sinemada, tiyatroda, edebiyatta...

BİZE ULAŞIN