Barış Ertem: ASİMETRİK İTTİFAKIN İLK KURBANLARI: TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİNDE ADNAN MENDERES, DEMOKRAT PARTİ, 27 MAYIS VE SONRASI

ASİMETRİK İTTİFAKIN İLK KURBANLARI: TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİNDE ADNAN MENDERES, DEMOKRAT PARTİ, 27 MAYIS VE SONRASI
Giriş Tarihi: 22.09.2025 14:57 Son Güncelleme: 22.09.2025 15:02

II. Dünya Savaşı'nın ardından ortaya çıkan yeni uluslararası dengeler sisteminde artık küresel bir süper güç olan Amerika Birleşik Devletleri'nin, tüm ülkeler gibi Türkiye'nin dış politikasındaki konumu da değişti. ABD'nin Türkiye diplomasisi için önemli bir ülke olmasının tek sebebi, elde ettiği bu yeni güç değildi. Üzerindeki yoğun Sovyet baskısı da Türkiye'yi hızla ve açıkçası çaresizce ABD'ye yaklaştırıyordu. Sovyetler Birliği'nin Doğu Anadolu'da ve Boğazlarda toprak talebine kadar varan saldırgan tavrına karşı, Batı dünyasından destek arayan Türkiye'ye destek verebilecek tek ülke ABD idi. Rusların Avrupa'da Berlin'e kadar işgal ettiği ülkelerden çekilmeyeceğini ve artık kendisi için "küresel bir rakip" olduğunu gören ABD'nin, 2 yıl kadar süren bir kararsızlık sürecinden sonra Türkiye'ye "yardım etmeye" karar vermesiyle, iki ülke arasında kısa süre içerisinde sorunlu bir "ittifak" a dönüşecek ve Soğuk Savaş dönemi boyunca devam edecek olan yakınlaşma süreci başladı.


Türkiye'nin, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün de ısrarlı girişimleriyle 1947 yılında Truman Doktrini, 1948 yılında da Marshall Planı'na dâhil edilmesi, ilişkileri daha da hızlandırdı. Bu süreçte, askerî ve ekonomik pek çok ikili anlaşma imzalandı. Gönderilen ABD'li askerî uzmanlar, silahlar, ticarî ürünler ve inşa edilmek için yeri belirlenen üsler, Türkiye'yi sosyal, ekonomik, diplomatik ya da askerî açılardan her gün biraz daha "Amerikalaştırdı." Aralık 1949'da imzalanıp Mart 1950'de yürürlüğe giren "Fulbright Anlaşması" ile millî eğitim de bu sürece katıldı. ABD "yardımları" ile birlikte evlere girmeye başlayan süt tozu, margarin gibi ürünler, Türk toplumunun beslenme alışkanlıkları ve tarım politikalarını da zamanla değiştirecekti. Cumhurbaşkanı İnönü, görevinin son günlerinde yeni kurulan NATO'ya üyelik başvurusunda da bulunmuş, ancak olumlu sonuç alamamıştı.

Türkiye "küçük bir Amerika" olacaktı

İnönü ile başlayan süreç, 14 Mayıs 1950'de başlayan ve aralıksız 10 yıl süren Demokrat Parti iktidarında hızlanarak devam etti. Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes'in dış politika tercihi, kesin bir şekilde ABD idi. Hatta Celal Bayar'a göre, 1950'de Sovyet destekli Kuzey Kore ile ABD destekli Güney Kore arasında başlayan Kore Savaşı, bu açıdan DP iktidarı için büyük bir "fırsat"tı. Hükümet, hiç zaman kaybetmeden ve CHP'nin de dış politikasının benzer olduğunu bildiğinden, Meclise danışma gereği duymadan Bakanlar Kurulu kararıyla Kore'ye "ABD ile birlikte savaşacak" 4 bin 500 kişilik bir tugay gönderdi. Bir hafta kadar sonra da Türkiy e'nin NATO'ya üyelik için ikinci başvurusu yapıldı. Kore'de verdiği kayıplar ile ABD'ye "iyi bir müttefik" olacağını kanıtlayan Türkiye'nin başvurusu bu kez kabul edildi ve 18 Şubat 1952'de Yunanistan ile birlikte NATO'nun bir parçası, ABD 'nin de kurumsal açıdan müttefiki oldu. Ancak, bu süreç, aynı zamanda Türkiye için karmaşık ve pek çok sorun içeren uzun bir dönemin de başlangıcıydı.

Türkiye ile ABD arasındaki ittifak, başlangıçta "olumlu" görünmekle birlikte, aslında kurallarını küresel bir güç olan ABD'nin belirlediği, güvenlik gibi konularda ABD'nin çok daha fazla çıkar sağladığı, buna karşılık yükün ve riskin Türkiye'de olduğu, tümüyle asimetrik bir ittifaktı. ABD'ye gittikçe artan ekonomik bağımlılığı da dikkate alındığında, Türkiye'nin bu süreçte büyük çıkar kayıpları yaşamaması mümkün değildi. Üstelik, ABD'nin müttefiklerinde "daha iyi anlaşacağı" hükümetlerin iktidara gelmesi için darbeye kadar varan müdahalelerden kaçınmadığı da yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı. Ağustos 1953'te İran Başbakanı Muhammed Musaddık'ın "Ajax Operasyonu" adı verilen bir ABD darbesiyle düşürülmesi, bunun ilk örneklerinden olacaktı.

Amerikalılarla ilk sorunlar

Çok geçmeden iki ülke arasında ilk sorunlar ortaya çıkmaya başladı. Kore Savaşı'nın bitmesiyle birlikte ABD'den Türkiye'ye gelen yardımlar azalmaya başladı. 1954 ile 1956 yılları arasında yaşanan kuraklık sebebiyle tarım gelirleri de azalınca, ekonomi yönetimini büyük oranda bu yardıma göre belirlemiş olan Demokrat Parti iktidarı, hızla büyüyen bir krizle karşı karşıya kaldı. Müttefikinden beklediği yardımı alamayan Başbakan Adnan Menderes, iyice büyüyen döviz sıkıntısı ve krize çözüm amacıyla Cumhuriyet tarihimizin en sert devalüasyon kararlarından birini uygulamak zorunda kaldı. Ancak Türk Lirası'nın değerinin ABD Doları karşısında yüzde 320 düşürülmesi bile çözüm olmadı.

Aralık 1959'da ABD Başkanı Dwight Eisenhower'ın "Washington gibi süslenmiş" Ankara'da büyük törenlerle karşılanması da beklenen yardımın gelmesine yetmeyince, Menderes, yalnızca iktidarını değil yaşamını da kaybetmesiyle sonuçlanacak yola ilk adımını atarak Sovyetler Birliği ile görüşmeye karar verdi. Dönemin Sağlık Bakanı Lütfi Kırdar'ın Moskova ziyaretiyle ilişkiler üst seviyeye taşındı. Ardından Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'nun tavsiyesi ve girişimleriyle 1960 yılının Nisan ayında Başbakan Menderes'in Rusya seyahatinin takvimi belirlendi ve 11 Nisan 1960'ta resmen ilân edildi. Menderes Temmuz ayında Moskova'da Sovyetler Birliği'nin Lideri Kruşçev'le görüşecek, Kruşçev de kısa süre sonra Ankara'ya gelecekti. Kruşçev'in ziyaret tarihi ayrıca kararlaştırılacaktı.

Menderes Hükümeti'nin Sovyetler Birliği ile temas kurmak istemesinin ekonomik olduğu gibi siyasî sebepleri de vardı. Türkiye'nin Bağdat Paktı'nı birlikte imzaladığı Irak'ın Batı yanlısı Kralı II. Faysal'ın 1958'de Sovyet destekli bir darbeyle öldürülmesi ve ABD'nin Faysal'ı koruyamamış olması, Demokrat Partilileri kaygılandırmaktaydı. "9 Subay Olayı" gibi ordu içerisinde iktidara karşı darbe planlayan bazı cuntaların ortaya çıktığını gösteren örnekler, bu kaygıyı daha da artırıyordu. Menderes, Ruslar ile görüşerek, Irak'takine benzer Sovyet destekli bir darbe olasılığını da engellemek istiyordu.


"Duvarın diğer tarafına" geçmeye kalkınca…

Aynı dönemde, ABD Dışişleri ve istihbaratı da ordunun Demokrat Parti iktidarı ile ilgili tavrını araştırmaya başlamıştı. Hatta bazı istihbarat raporları ve diplomatik yazışmalarda ordunun komuta kademesinin iktidara sadık olduğu, ama orta rütbeli subaylarda bir rahatsızlık gözlemlendiği, bu rütbelerdeki subaylardan bir müdahale girişiminin mümkün olduğu gibi "isabetli" analizler yer almaktaydı. (Bu belgelerin bir kısmı, Fahir Armaoğlu'nun Belleten Dergisi'nde konuyla ilgili yayımlanan makaleleri üzerinden incelenebilir.)

Ankara, onay vermeyeceğini düşündüğü için Kruşçev ile görüşme kararı ve hazırlıklarını Washington ile paylaşmamış, Türkiye-ABD ilişkilerinin "normali" dışına çıkarak bilgi vermemişti. Ama ABD (beklendiği gibi) Menderes-Kruşçev görüşme planını kısa süre içerisinde öğrendi. ABD yönetiminin bir bölümü, bu gelişmeye sert tepki gösterdi. Türkiye'nin "duvarın diğer tarafına geçmesi" olasılığı onlar açısından kabul edilemezdi. Özellikle ABD istihbaratı, Ankara'nın Moskova ile Washington'a bilgi vermeden yakınlaşmasından rahatsız olmuştu. Bu durum, NA TO içerisinde siyasî bir dalgalanmaya sebep olabilir, hatta İran gibi ABD'nin bölgedeki diğer müttefiklerine de örnek olabilirdi. Dahası, Türkiye Sovyetler Birliği'nden ekonomik destek alırsa, ABD'ye olan ihtiyacı azalabilir, dolayısıyla ABD'nin Türkiye üzerindeki nüfuzu zayıflayabilirdi. Üstelik bu süreç zamanla askerî bir boyuta da taşınabilirdi.

O güne kadar iktidarı "ABD'ye fazla taviz vermekle" eleştiren muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi'nin Genel Başkanı İsmet İnönü'nün söylemleri de, iktidarın ABD'den uzaklaşma görüntüsüyle birlikte hızla değişmeye başladı. Öyle ki, 25 Şubat 1960 tarihinde TBMM kürsüsünden, kendisinin ve partisinin "ABD ile ilişkilerin kurucusu ve sadık taraftarı" olduğunu ifade etmişti. Hatta İnönü'ye göre, ülke savunması, Batı demokrasileri ile devam edecek ittifaklar ile mümkündü ve bu ittifaklar içerisinde ABD ile olanın yeri ayrıydı.


27 Mayıs: "NATO'ya inanıyoruz ve bağlıyız"

Aynı İnönü'nün, Adnan Menderes'in Moskova ziyareti takviminin belirlendiği Nisan ayının 18'inde, yani ziyaret tarihi açıklandıktan yalnızca bir hafta sonra, yine TBMM kürsüsünde "şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilâl meşrû bir haktır" demesinden bir ay kadar sonra, 27 Mayıs 1960 sabahı, Cumhuriyet tarihimizin ilk askerî darbesi gerçekleşti ve Demokrat Parti iktidardan düşürüldü. Darbeyi gerçekleştiren ve kendisini "Millî Birlik Komitesi" olarak adlandıran cuntanın iktidarı ele geçirdikten sonra Ankara Radyosu'ndan yayınlandığı ilk bildirideki cümlelerden biri "NATO'ya inanıyoruz ve bağlıyız" idi.

Dönemin ABD Büyükelçisi Fletcher Warren, 24 saat bile geçmeden, darbenin lideri konumuna getirilmiş olan Orgeneral Cemal Gürsel ile Genelkurmay Başkanlığı binasında görüştü. Cuntanın "Dışişleri Bakanı" olan Selim Sarper'in de katıldığı toplantıda, ABD Büyükelçisi, Orgeneral Cemal Gürsel'e "Latin Amerika ülkelerinde görev yaparken pek çok darbeye şahit olduğunu, bu darbenin (27 Mayıs) ise şahit oldukları içerisinde zamanlaması en iyi, en etkin ve en hızlı olanı" olduğunu söyleyerek, ülkesinin desteğini açıkça ifade etti. 3 gün sonra New York Times'da yayımlanan "Türk hükümetiyle normal ilişkilerimizi sürdürüyor olmamız, yeni hükümeti tanıma anlamına gelir" açıklamasıyla darbe hükümetinin ABD yönetimi tarafından tanındığı da uluslararası kamuoyuna duyurulmuş oldu.

Özetle, Cumhuriyet tarihimizin dış politikada ABD'ye en angaje iktidarlarından biri, belki en angaje olanı Demokrat Parti, ABD destekli bir darbenin kurbanı olmuştu. Üstelik aynı ABD, 1 yıl sonra Adnan Menderes'in idamını engellemek için önemli bir girişimde bulunma gereği bile duymayacaktı.

Darbeden önceki söylemleriyle "ABD ile ilişkilerin sadık taraftarı" olduğunu kanıtlayan İsmet Paşa, Adnan Menderes'in idamından kısa süre sonra, darbecilerin 21 Ekim 1961 Protokolü ile başbakan oldu. Ama 4 yıllık başbakanlık döneminde ABD ile büyük olasılıkla hiç beklemediği sorunlar yaşadı. 1962'deki Füze Krizi ve ABD'nin Türkiye'yi Kıbrıs'a müdahale etmemesi için tehdit ettiği 1964 tarihli Johnson Mektubu, ittifakın büyük sorunlarını açıkça gösterdi.

"Bizim çocuklar" iş başında

Muhalifleri tarafından sık sık "ABD çıkarlarını savunmakla" eleştirilen Başbakan Süleyman Demirel bile, ABD'nin Türkiye'de haşhaş ekiminin yasaklanması baskısıyla karşılaştı ve 12 Mart 1971'deki yeni bir darbeyle iktidardan düşürüldü. Darbeciler tarafından başbakan yapılan kişi bu kez İsmet İnönü değil, eski yardımcılarından CHP'li Nihat Erim'di. Nihat Erim Hükümeti'nin ilk "önemli" icraatı, ABD'nin istediği gibi haşhaş ekimini yasaklamak oldu.

EOKA Terör Örgütü'nün lideri Nikos Sampson'un 1974 yılında Kıbrıs'ta Yunanistan destekli bir darbeyle iktidara gelmesi ve adadaki Türklerin can güvenliğinin ortadan kalkması üzerine DP döneminde kazanılmış meşrû garantörlük hakkını kullanarak adaya müdahale eden Bülent Ecevit- Necmettin Erbakan Koalisyon Hükümeti de Türkiye-ABD "ittifakı" ndan payını aldı ve silahtan ticarete kadar çok kapsamlı ve sert bir ABD ambargosuyla karşı karşıya kalarak birkaç ay içerisinde dağıldı. Tekrar başbakan olan Süleyman Demirel, ambargoya tepki olarak Cumhuriyet tarihimizde ilk kez 1975'te (İncirlik dışındaki) ABD üslerini kapatma kararı aldı. Birkaç yıl sonra ABD'nin "bizim çocuklar"ının darbesiyle, 12 Eylül 1980'de o da iktidardan düşürüldü.

Belki ilerleyen yıllarda ortaya çıkacak belge ya da kesin kanıtlar, Karadeniz Ekonomik İşbirliği, "Türkî Cumhuriyetler" açılımı gibi ABD'nin pek hoşuna gitmeyen diplomatik girişimlerin gerçekleştiği, ABD'nin PKK'ya yardım ettiğinin belgelenmeye başladığı 1990'larda, 1993'te Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın görevi başındayken bir kalp krizi geçirmesi ve "kurtarılamaması"nı da bu asimetrik ittifakın "sonuçları" arasına ekleyecek.

BİZE ULAŞIN