Yazın sıcak esintisine eşlik etsin diye, aileyi, hafızayı ve yolculuğu konu alan birkaç film önerisi ile eşlik edelim bu sayfalara çünkü bazen bir düşünce, bazen bir film, bazen de bir hissiyat, insana yönünü tekrar hatırlatabiliyor. Kieślowski'nin ifadesi ile söyleyecek olursam: "Sinema tek başına insanı dönüştürmez; ancak insan, sinemayı izledikten sonra dönüşebilir." Belki de bu yüzden yaz mevsimi, sadece bedenin değil, zihnin ve kalbin de dinlenmeye çekildiği zamanlar olduğu için, bazı filmlerle iç yolculuklara çıkmak için en uygun zemini oluşturuyor.
Kimi zaman bir ağacın gölgesi, kimi zaman bir çocuğun kahkahası ya da bir eski filmin düşündürdükleri, insana kendi iç sesini yeniden duymayı hatırlatıyor. İşte tam da böyle bir eşikte izlenebilecek, aile bağlarını, affetmeyi, yolculuğu ve hatırlamayı konu edinen birkaç film, yaz mevsimini daha anlamlı kılmak için iyi birer eşlikçi olabilir… Çünkü çoğu zaman yaz mevsimi, yalnızca bir iklim değil, birçok filmde karakterlerin dönüşüm yaşadığı, kırılganlıkların yüzeye çıktığı, bazı duyguların ise yıllar sonra dile geldiği bir geçit anı gibidir.
Fakat unutmamak gerekir ki yaz, herkes için aynı anlama gelmez. Bazıları için bir gölgelik, bir dinlenme fırsatıysa; bir başkası için gün doğmadan başlanan tarla mesaisi, üç tekerlekli bir bisikletle taşınan emek ya da bir sınır kapısında bekleyen umut olabilir. Bu nedenle yazı yalnızca tatil değil, çalışmanın, yorulmanın ve görünmeyen hayatların da mevsimi olarak düşünmeye çağıran filmler de bu listeye dâhil edilmeyi hak ediyor.
Yollar ve bağlar
Takeshi Kitano'nun Kikujiro'nun Yazı (Kikujiro No Natsu, 1999) adlı filmi ile önerilerime başlayabilirim. Annesini aramak üzere yola çıkan küçük bir çocuğa, huysuz ve beklenmedik bir adamın eşlik ettiği bu hikâye, yol boyunca büyüyen bir dostluğun ve kabullenmenin anlatısını sunar. Mizah,
hüzün ve yaz güneşi bir aradadır. Film, büyük hayat derslerini küçük jestlerle verirken, yaz tatilinin sıradanlığı içinde olağanüstü bir bağ kurulabileceğini gösterir.
Guo Zhao Guan'ın Sınırı Geçmek (Crossing the Border, 2018) filminde de 90 yaşında yaşlı bir adam, yıllardır görmediği hasta bir arkadaşını ziyaret etmek için uzun bir yolculuğa çıkarken yanına yedi yaşındaki torununu da alır. Üç tekerlekli bir bisikletle çıktıkları bu sade ama anlamlı yolculuk,
sadece iki kuşağın değil, farklı insan hikâyelerinin de kesişim noktası olur.
Zihinsel olarak dalgın ama duygusal olarak son derece berrak olan bu yolculukta, zaman ve mekân neredeyse silinir, geriye sadece bağlar kalır. Film, tecrübe, sosyal ilişkiler, vedalaşma ve gelenek gibi temaları büyük bir sadelikle işleyerek izleyiciyi derinden etkiler.Yaz mevsimi burada, son defa
yaşanmak istenen bir anı kurtarmak için sunulmuş bir zaman dilimi olarak karşımıza çıkmaktadır.
David Lynch'in şaşırtıcı biçimde sade olan Straight'in Hikayesi (The Straight Story, 1999) filminde de yaşlı bir adam, küs olduğu kardeşini görmek üzere çim biçme makinesiyle uzun bir yolculuğa çıkar. Gerçekte birkaç saatte alınabilecek mesafeyi günlere yayan bu yolculuk, fizikselden çok
ruhsal bir harekettir. Her durakta tanıştığı insanlarla hem geçmişin yüklerinden arınır hem de izleyene, affetmenin ne kadar yaşamsal bir eylem olduğunu hissettirir. Tatilin sakinliği içinde izlenecek bu film, içsel bir derinlik sunar. İsmail Ferroukhi'nin yönettiği Büyük Yolculuk (Le Grand Voyage, 2004) filmi ise, Kuzey Afrika kökenli bir babayla Fransa'da büyümüş oğlunun birlikte çıktığı hac yolculuğunu anlatır. Farklı kuşaklara, farklı kültürel kodlara ve hatta dillere sahip bu iki insan, Arap Yarımadası'na uzanan uzun bir araba yolculuğu boyunca birbirlerini gerçekten anlamaya başlar. Yolculuk, yalnızca fiziki bir mesafe değil, aynı zamanda nesiller arasında kurulması gereken bir köprüdür. Film hem göçmen deneyimine hem de baba-oğul ilişkilerine dair yalın ama sarsıcı bir anlatı sunar.
Thaddeus O'Sullivan'ın Mucize Kulübü (The Miracle Club, 2023) adlı yapımı da Ferroukhi'nin yapımına benzer bir temayı işler. Birkaç kadının birlikte çıktıkları kutsal bir yolculuk üzerinden geçmişleriyle yüzleşmelerini anlatır. Farklı hikâyelere ve kırgınlıklara sahip bu kadınlar, bir mucizenin peşine
düşerler. Yaz mevsimi burada, kadınlar için içsel bir hac deneyimine dönüşür, affetmenin, anlamanın ve bağışlamanın zeminine…
Otto Adında Bir Adam (A Man Called Otto, 2022) filminde ise yaşamdan tamamen uzaklaşmış, yalnız ve sert bir adamın, göçmen olan yeni komşularıyla kurduğu yavaş ama derin bağ üzerinden yeniden hayata tutunması konu edinir. İlk bakışta her şeyden kopmuş gibi görünen Otto'nun, küçük ama anlamlı temaslarla yeniden insana, yaşama ve hafızaya yönelmesi anlatılır. Film, hayatta kalmak ile yaşamak arasındaki
farkı yumuşak bir tonda, ama net biçimde gösteren yapımlardan biri olarak tavsiye edilebilir.
Yaz bir ruh hâlidir
Tüm bu filmler, farklı coğrafyalarda ve farklı kültürel arka planlarda geçse de ortak bir temada buluşur: Aile, bağışlanma, yüzleşme ve iç yolculuk. Her biri, yazın zaman dışı mekânında -kimi zaman bir yolculukta, kimi zaman bir evin içinde, kimi zaman da bir çocuğun hayatı anlama çabasında- geçmişle bugünü, kırılganlıkla iyileşmeyi bir araya getirir. Bu yapımların her biri, haritaya bakıldığında birbirinden çok uzak coğrafyalarda geçiyor olabilir. Ama aslında, insana, aileye ve hatırlamaya dair
Ve belki de en sevdiğim filmlerden biri olan Hirokazu Koreeda'nın Bitmeyen Yürüyüş (Still Walking, Aruitemo Aruitemo, 2008) filmini de bu listeye son
bir öneri olarak eklemem gerekir. Film, bir yaz gününde bir araya gelen bir Japon ailesi üzerinden ilerler. Kaybedilen bir evladın ardından yapılan bu buluşma, görünüşte sıradan sohbetlerin altında bastırılmış kırgınlıklar, dile getirilemeyen sevgiler ve yaşlılıkla iç içe geçmiş duygularla örülüdür. Bu yapısıyla hem tanıdık hem de sarsıcı bir atmosfer kurar. Geleneğin nasıl şekillendiği ise, mezarlığa yapılan ziyaret gibi sessiz ritüeller aracılığıyla seyirciye usulca sezdirilir. Yazın sıcak ritmi, hissedilen şeyleri görünür kılmak için anlatıya arka plan oluşturur.
Yaz bir ruh hâlidir
Tüm bu filmler, farklı coğrafyalarda ve farklı kültürel arka planlarda geçse de ortak bir temada buluşur: Aile, bağışlanma, yüzleşme ve iç yolculuk. Her biri, yazın zaman dışı mekânında -kimi zaman bir yolculukta, kimi zaman bir evin içinde, kimi zaman da bir çocuğun hayatı anlama çabasında- geçmişle bugünü, kırılganlıkla iyileşmeyi bir araya getirir. Bu yapımların her biri, haritaya bakıldığında birbirinden çok uzak coğrafyalarda geçiyor olabilir. Ama aslında, insana, aileye ve hatırlamaya dairsöyledikleri birbirine şaşırtıcı biçimde yakın durur. Kimi zaman bir çocuk eliyle, kimi zaman bir yaşlının suskunluğuyla, kimi zaman da hiç söylenmeyen ama hep hissedilen bir sahneyle...
Hepsinde ortak olan şudur; yaz mevsimi yalnızca bir fon değil, bir ruh hâlidir. Bir durma, bakma, bekleme ve çoğu zaman da kendine dönüş zamanıdır. Kimisi mezarlık yolunda yürürken, kimisi evinin önünde bir çim biçme makinesine binip geçmişe doğru yola çıkarken anlatır derdini. Ama derdi hep tanıdık bir yerden gelir; insana kendine dönüşün ve kendine bakışın önemini hissettiren, yalnızca birlikte yaşamanın değil, birlikte hatırlamanın ve birlikte iyileşmenin de mümkün olduğuna dair bir sezgi uyandırır.
Ben bu filmlere bakarken bir tür iç dengeye çağrıldığımı hissediyorum. Belki de o yüzden yaz mevsimini sadece deniz kenarlarıyla değil, içe dönük bir yolculukla eşleştirmeyi seviyorum. Çünkü bazen en derin yolculuklar, hiç kımıldamadan çıktıklarımızdır. Ve bazen bir film, tıpkı bir yaz rüzgârı gibi, insanın içinde uzun süre esmeye devam eder. Hafif, sessiz ama yer değiştirici bir şekilde…
Elbette bu yapımlar, gösterişli afişlerle "tatil filmi" olarak sunulan, rengârenk valizli ya da güneş gözlüklü karakterlerle dolu yapımlar değiller. Hatta ilk bakışta yazla hiçbir ilgisi yokmuş gibi duranlar da var. Ama belki de tam bu yüzden, yazın özüne daha çok yaklaşıyorlar. Çünkü yaz, herkes için aynı şekilde yaşanan bir mevsim değil. Kimileri için bir durak, kimileri için ırgatlık ve çalışma, kimileri için bir kavuşma, kimileri içinse sadece hatırlama zamanıdır.
Yaz, herkes için aynı anlama gelmiyor İfade etmek gerekir ki, şimdiye kadar sözü edilen yapımlar, yaz mevsimini genellikle bir iç yolculuğun zemini olarak ele alıyor. Ancak yaz, herkes için aynı anlama gelmiyor. Kimileri için deniz kıyısı, kimileri için mezarlık yolu; ama birçoğu için sabahın köründe başlayan tarlalar, fındık bahçeleri, fabrika vardiyaları, sınır kapıları ya da açık denizlerde belirsizliğe doğru sürüklenen tekneler demektir. Mevsimlik işçiler, göçmen emekçiler, mülteciler ve çocuk işçiler için yaz, çoğu zaman yalnızca çalışmak ve de hayatta kalmak zorunda kalınan bir mevsimdir.
Bu görünmeyen gerçekliğe dokunan filmler arasında mevsimlik çocuk işçileri konu edinen Hasat (The Harvest, 2011) ve Karadeniz'de mevsimlik işçiliği anlatan Köyde Fındık Ayı (2021) gibi belgesel filmler, yazın yalnızca tatil değil, aynı zamanda bir zorunluluk mevsimi olduğunu gösteriyor. Bunun yanında, Jonas Carpignano'nun Akdeniz (Mediterranea, 2015) adlı filmi, özellikle günümüzün en önemli sorunlarından biri olan mültecilik
meselesini düşünmeye çağırıyor. Film, Afrika'dan Avrupa'ya doğru yola çıkan iki göçmenin İtalya'ya ulaştıktan sonra yaşadığı ayrımcılığı, güvencesizliği ve şiddeti anlatırken, bir yolculuğun yalnızca coğrafi değil, aynı zamanda insanlık sınırlarıyla da ilgili olduğunu hatırlatıyor. Bugün dünyanın pek çok yerinde, kimliğiyle, varlığıyla, yalnızca hayatta kalabilmek için mücadele eden milyonlarca insanın yaşadığına çok benzeyen bir hikâye anlatıyor film.
Bu bağlamda Garry Keane ve Andrew McConnell'in yönettiği Gazze (Gaza, 2019) belgeseli de Gazze'de yaşayan insanların – özellikle gençlerin ve çocukların– süregiden işgalin gölgesinde nasıl yaşam kurmaya çalıştığını gözler önüne sererken, izleyiciyi bugün her gün tanıklık ettiğimiz soykırımın
öncesine, sessiz ama ağır bir kuşatmanın içine yerleştiriyor. Rutinleşen tehlikenin, sıradanlaşan kayıpların ve bastırılmış umutların gerçekliğini gösteren bu film, yalnızca bir coğrafyanın değil, görmezden gelinen bir insanlığın sessiz çığlığını duyuruyor. Ve yaz burada, yalnızca güneşin
değil, çaresizliğin de yakıcı olduğu bir mevsimi hatırlatıyor öte yandan. Böylece sinema, yazı başka bir gözle düşünmeye çağırıyor; düşünmenin, yorulmanın, dışlanmanın, küçük düşürülmenin ve hissetmenin de bir mevsimi olduğunu hatırlatarak…