Modern zamanlar; yaz geldiğinde, zihni dış uyarıcılarla iğnelenen farklı bir insan profili, dört bir yanından tokaçlanıp büzüştürülen değişik bir zaman algısı, gırtlağı sıkılıp hızlandırılmış beden hazları ve gösteriş için emre amade olmaya zorlanan bir mekân düzlemi dayatıyor artık.
Mutluluk araç ve imkânları epeyce seyreltilerek belli noktalara teksif ediliyor. Aile, biri diğerine yeterince temas etmeyen çeşitli istek ve bencilliklerin zoraki bir çatı altında poz verdiği garip bir canlılar kümesine evriliyor. Bin türlü zorlukla kazanılıp biriktirilen para, dört gözle kendini gözleyen tatil
simsarları, güler yüzlü "harcama haydutları" tarafından bir çırpıda boyunduruk altına alınıyor. Uyku, tabiatın hizasından çarçabuk ayrılıyor.
Bizi hiç azımsanmayacak sayıda sosyal medya marazına, vahşi kapitalizmin amansız tuzaklarına, yeme içmeden beden teşhirine dek arsız, acımasız ve ahlaksız bir görünme/gösterme çılgınlığına hapseden teknoloji, içrek detoks arayışımızı dahi kendisi biçimlendiriyor. Hedonizm barajı, bütün kapaklarını ardına dek açıyor. Duyarlılık ve diğerkâmlık, şalteri indiriyor.
Kıraat azalıyor, entelektüel müktesebat duyargalarını kapatıyor, manevi yükseliş ve arınış, dehşetli bir irtifa kaybına maruz kalıyor. Zaman zaman "O hâlde önemli bir işi bitirince hemen diğerine koyul." ayetini okuyan bazı dindarlar bile kulaklarını içi boş bir tembelliğin ve çürütücü aylaklığın fısıltılarıyla dolduruveriyor.
Trajikomik tatil tutkusu İşin ilginç tarafı, dünya kadar borcu olduğunu söyleyip sağa sola saldıranlar, iflas bataklığı içinde çırpınanlar, açlık ve yokluktan
tükendiklerini söyleyenler bile yaz mevsiminde tatile gitmek için yanıp tutuşuyorlar. Bir otelde pineklemek veya tıklım tıklım bir havuza girmek için yüzlerce kilometre yol tepmeyi göze alıyorlar. İstanbul gibi büyük şehirlerde sıcak ve nemden yakınanlar bulundukları yerden daha da sıcak yerlere koşup aylaklık etmek, yanıp bronzlaşmak, televizyon karşısında uyuyakalmak için birbirlerini çiğniyorlar.
Diğer taraftan, ülke dışına çıkmaya güç yetirebilenlerin ekserisi de aslında benzer ritüelleri yaparak, sosyal medya enstrümanlarından bol bol fotoğraf paylaşarak, "gâvurun meziyetleri"ni sayıp dökerek vakit öldürüyorlar. Avrupa'ya, Amerika'ya yahut Uzakdoğu'ya gitmek için sadece uçak biletine
ve otele tır dolusu para ödediği hâlde her şeyden yakınıp duran, ağız tadıyla bir şeyler yemek için birden Müslümanlığını hatırlayıp Türkiye'den gidenlerin işlettiği bir restoran arayan, hırsızlardan ve serserilerden yakınıp duran, döndüğünde üç beş fotoğraf ve ucuz hediyelik eşya dışında bir tesellisi kalmayan, nihayetinde "En iyisi evin balkonunda çay içip dinlenmek" diyen insanların durumu da en hafif tabiriyle trajikomik.
Herkes böyle değil elbette. Birbiriyle neredeyse alâkası kalmayan farklı tatil anlayışları ve zamanı değerlendirme biçimleri var. Ahmet Haşim, "Müslüman Saati" başlıklı yazısında "İstilâların en gizlisi ve en tesirlisi, yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. Saatten kastımız, zamanı ölçen
âlet değil fakat bizzat zamandır" diyor ve ekliyor: "Şimdi Müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor. Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz." diyor bu yüzden.
Sıla-i rahim alternatif olamaz mı?
Bu şaşkınlığı aşmak yahut "tin"in yerini "ten"in aldığı bu zamanlarda köye ev yapmak da bir alternatif olamaz mı peki? Zaman yahut o büyüleyici, insanları yoldan çıkarıcı tatil günleri, sıla-i rahîm için bir fırsat olarak da görülemez mi?
Kucak dolusu para harcayan insanlar, memleketlerine uğramayı, baba ocağını canlandırmayı, ana yurdunu ayağa kaldırmayı daha fazla düşünemezler mi?
Kalabalık, çalkantılı, boğucu, sıcak ve nemli büyük şehir hayatının yol açtığı yorgunluk, erozyon ve bıkkınlık; köy hayatının, kasaba yahut küçük şehir âsudeliğinin sağladığı imkânlarla rehabilite edilemez mi?
Cep telefonlarından, tabletlerden, oyun konsollarından başını kaldıramaz hâle gelen, içine yuvarlandıkları sanal/dijital dünyada her geçen gün biraz daha kötürümleşen, asosyal yahut serkeş bir hayata özendirilen çocuklar ve gençler, daha sakin ve sağaltıcı bir seçenekle karşılaştırılamaz mı?
Yazın ve hatta kışın, belli bir süreliğine de olsa anne babaların, dede ve nenelerin, uzak ve yakın akrabaların yanında vakit geçirmek, az bir şey değildir oysa. Yol gözleyenlerin elini öpmek, duasını almak, sofrasını şenlendirmek, yükünü hafifletmek az bir şey değildir. Çocukluğumuzun geçtiği beldeleri adımlamak, vakar ve sükûnetle akan zamanın sekmelerinde türkü ve ilahi dinlemek, ihtiyarlarla şakalaşıp sohbet etmek, az bir şey değildir.
Bütün ihtişamıyla, dağlar ve ormanlar orada, o dingin hayatın içindedir. Azıcık maaşı ya da kazancıyla sadece kendini değil civardaki kedi köpeği, börtü böceği besleyen kanaatkâr insanlar oradadır. Gürül gürül ırmak ve şelaleler, karpuz çatlatan buz gibi kaynaklar, insanı onarıp dirilten söyleşi ve ikramlarla güzelleşen verandalar oradadır. Sadelik oradadır, komşuluk oradadır, dayanışma ve yardımlaşma oradadır.
Orada bir köy var...
O büyük ve kıvamını bulmuş hayatın içinde hızla gelen bir araba korkusu hissetmeden doyasıya oynayan çocuklar görürsünüz. Koca bir köyü taşıyormuş gibi gökyüzünde ağır ağır süzülen devasa uçurtmalar görürsünüz. Cuma namazından çıkışta birbirine sarılan, ortaklaşa bir emeğin ürünü olarak rızkını paylaşan, kabir ziyaretine giden, topluca hasta ziyaret eden, oyuncak yapan, kışlık erzak ve marmelat hazırlayan, meyve ve sebze toplayan, yüreğini tarlalara, ova ve yaylara yatıran güzeller görürsünüz.
Horoz sesiyle uyanırsınız bazen, bazen kovaladığınız tombul kuzulara takılıp düşersiniz, ata biner, inek sağarsınız. Kuş sesleri dökülür üstünüze. Rüzgâr yüzünüzü yalar. Kuzukulağı ve mantar toplarsınız. Yufka ve köy ekmeğinin oluşum serüvenini izleyerek nimetin değerini ve kıymetini hatırlarsınız. Tutunamayanlardan değil, tutulamayanlardan olursunuz. Modern tahakküm ve sızmalar, nispeten ayrıksı duran, kendini tutmaya ve korumaya çalışan bu hayata da tebelleş oluyor şüphesiz. Fakat hakikaten "orada bir köy var ve o köy bizim köyümüz."
Evet, yanmaya değil yapmaya gitmek lazım bazen. Dışa değil içe yönelmek lazım. Unutuşun evini doldurmak yerine hatırlayışın sadağını doldurmak lazım. Yuva yıkmayı değil, ev kurmayı önemsemek lazım. Allah'ın yeryüzündeki âyetlerinin dilini çözmeye çalışmak lazım. Alternatif tatil anlayışı değil bu sadece, asılın, aslolanın ta kendisi. Soba üstünde kızaran ekmeğin kokusunu, ocakta patlayan kestanelerin cümbüşünü, çoban kepeneğinden
çıkıp dünyayı ayağına çağıran çoban kavalından yükselen ezgiyi, baba veya ananın dikip büyüttüğü cevizin dibinde uzanıp yıldızları seyretmeyi kaç paraya satın alabilir ki insan?