Hülya Koçyiğit: TÜRK MİLLETİ DENİNCE AKLA ÖNCE AİLE GELİR

TÜRK MİLLETİ DENİNCE AKLA ÖNCE AİLE GELİR
Giriş Tarihi: 4.07.2025 14:38 Son Güncelleme: 4.07.2025 14:45
Aile, son yıllarda üstlendiği görevlerle ve yaşadığı dönüşümle en çok konuşulan meselelerin başında geliyor. Aile kavramının önemini vurguladığımız dosyamızda filmlerini yıllarca ailece birlikte izlediğimiz sinema tarihimizin unutulmaz yıldızlarından Hülya Koçyiğit ile bir araya geldik. Çocuklara ve kadınlara dair hassasiyetini sıkça dile getiren Koçyiğit ile sanatının yanı sıra kültürümüzde ailenin yeri, kendi annelik deneyimi, Yeşilçam’da işlenen aile yapısı ve toplumsal dayanışmanın gerekliliği üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Hem geçmişi hem bugünü konuştuğumuz bu sohbette Koçyiğit, ailenin değişen dünyada neden sağlam kalması gerektiği üzerine kayda değer tespitlerde bulundu.

Sizden sık sık ailenin ne kadar önemli olduğunu duyuyoruz. Bu konuyu ziyadesiyle önemsediğinizi biliyoruz. Bu mesele özellikle günümüzde üzerinde çok daha dikkatle durulması gereken bir hassasiyet kazanmış görünüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?


Aile bizim için her şeyin başı… Hep söyleriz ya, "Aile toplumun temelidir" diye, gerçekten de öyle. İnsan sevgiyle, şefkatle önce ailesinde tanışır. İlk değerleri orada öğrenir; doğruyu yanlıştan ayırt etmeyi orada bilir. Aile bir nevi hayata atılan ilk adımdır, insanın kendini en güvende hissettiği yerdir. Bizim kültürümüzde ailenin yeri bambaşkadır, bunu unutmamamız gerekiyor. Türk milleti denince akla önce aile gelir. Büyük küçük demeden birbirine saygı duyan, zor günde omuz omuza veren, sevincini de derdini de paylaşan bir yapı… Aile dediğimiz şey sadece aynı çatı altında yaşamak değil; birlikte büyümek, birlikte güçlenmek demek. Bu noktada kadının hem ailede hem toplumda yeri çok kıymetli.

Kadın yuvasını kuran, çocuklarını sevgiyle büyüten ve hayatın her alanında var olan bir güçtür. Kadın ne kadar güçlü olursa aile de o kadar sağlam olur. Ancak burada şunu özellikle söylemek isterim: Ailede güçlü kadın, bütün sorumluluğun tek başına kadına yüklendiği bir aile yapısı demek değil. Aile dediğimiz şey, paylaşmak demek. Hayat müşterek, sorumluluklar ortak… Her şeyin adilce paylaşıldığı hem annenin hem babanın emeğinin, sevgisinin, katkısının olduğu bir düzen olmalı. Çünkü bir çocuğu sadece büyütmek değil, birlikte büyütmek önemli. Ailede her ferdin güçlü olduğu, desteklendiği bir ortam hem kişileri hem de toplumu daha sağlıklı kılar. Aile güçlü olursa, toplumun da temeli sağlam olur. O yüzden aileyi korumak, sahip çıkmak hepimizin ortak sorumluluğu. Çünkü biliyoruz ki mutlu bir ailede büyüyen çocuk, mutlu bir topluma dönüşür. Bizler de bu bağ hiç kopmasın diye elimizden geleni yapmalıyız.

Güçlü aileler için önce güçlü kadınların olması gerekiyor değil mi?

Kesinlikle. Anne babanın iyi bir bilgi birikimine sahip, güçlü ve eğitimli olması gerekir ki çocuklarını da geleceğe aynı donanımlarla hazırlayabilsin. Ben hep şuna inanıyor ve dile getiriyorum: "Önce kadın", "önce anne." Kadınları eğitmemiz, kadının sağlığına önem vermemiz, onları her anlamda güçlendirmemiz gerekiyor. Kadın eğitimli olmalı, önce kendini yönetebilmeli. Ancak o zaman ailesini de yetiştirip güçlendirebilir. Bu nedenle her fırsatta kız çocuklarının eğitimine dikkat çekiyor, bunun ne kadar önemli olduğunu vurguluyorum. Kız çocuklarımızı hak ettikleri gibi; ruhen sağlıklı, eğitimli ve şefkatle yetiştirebilirsek, toplumu yetiştirmek adına en kıymetli adımı atmış oluruz. Çünkü nesilleri yetiştirecek olan her şeyden önce annedir. Bu nedenle kız çocuklarını iyi yetiştirmek sağlıklı bir toplumun temelini oluşturur.


Mesela hatırlıyorum da mesleğe ilk başladığımda bir şeylere sahip olabilmek için çok çalıştık. Bizden önce bu işi yapanlara karşı hep minnettar ve saygılı olduk. Mesleğimizi sürdürmek için eğitimler aldık, çok sabrettik, adım adım ilerledik. Tüm bu emeklerin en kıymetlisi de şuydu: Biz birbirimizi omuz omuza destekledik. Şimdi ise duyuyorum ki toplumda, özellikle iş dünyasında herkes birbirinin eteklerinden, paçalarından çekiyor. Garip bir vahşi yarış var insanlarda. Bu noktada kadınlara daha büyük görevler düştüğüne inanıyorum. Biraz parlayan, girişim ruhu olan, becerisiyle ön
plana çıkan kadınların yanında durmalıyız. Birbirimizi yüreklendirmeli, desteklemeliyiz. Ancak böylece birbirimizi güçlendirebiliriz.

Hem çalışıp hem anne olmak kadınlar için zorlayıcı oluyor. Sizin de çalışırken eve vakit ayırmakta zorlandığınız yerler oldu mu?

Elbette çok yoğun çalıştığım dönemlerde eşimle anneliği paylaşırdım. Bu paylaşımı aile içinde çok önemsiyorum. Eşlerin birbirlerine ayrım yapmadan görev dağılımında bulunmaları, müşterek sorumlulukları paylaşmaları çok kıymetli. Kadını güçlendirmemiz gerektiğini hep söylüyoruz. Aile içindeki bu görev dağılımı da anneyi güçlendirmenin ilk adımı. Bizim evimizde şöyle bir şey de vardı; bir tanecik kızım olduğu için o çok değerliydi benim için. Doğum günlerinde ya da özel günlerde yaptığımız toplantılarda o gün ne hazırlamışsak, neyimiz var neyimiz yoksa biz onları tepsi tepsi ihtiyacı olan ailelere dağıtıyorduk. Kızımla birlikte gidiyorduk; onun da görmesini, işin içinde bulunmasını temin ediyorduk. Birlikte yaşlı bakım evlerine de gittik, engelliler okuluna da götürdüm onu. Böyle birçok anı yaşattım ona, çünkü bence bunları yaşaması, görmesi gerekiyordu.


Ben anne olarak biliyorum ki evde çocuğumla ilgileneceğim, onu besleyeceğim, onunla sohbet edeceğim, onun arzularını, korkularını, endişelerini gidermek için onu yüreklendireceğim. Canı acıdığı zaman, hasta olduğu zaman merhametimi göstereceğim. İnsan ilişkilerinde ona davranışlarının nasıl olması gerektiğini aktaracağım. Zaten çocuk da anneyi görerek seninle aynı şeyleri yapmaya başlıyor. Çalışırken çoğu zaman akşam eve geç dönebiliyordum. Döndüğüm zaman bir not buluyordum: "Anne, şu şu haritaları benim için çizer misin?" Ben gecenin kaçında gelmişsem oturup onun haritalarını çiziyordum. Evde olduğumda ders çalışırken tabii ki başında duruyordum.

Aslında kızıma karşı görevlerini yapmış bir anne olarak vicdanen kendimi müsterih hissediyorum ama her şeye rağmen yine de kalbimin bir köşesinde, çalışan annelerde belki vardır bu duygu, bende çok oldu: "Keşke 24 saatimi onunla geçirebilsem." Sonradan şöyle bir şansım oldu; anneanne oldum ve o yıllarda iş hayatımı ikinci plana attım. O kadar yoğun çalışmamayı, Gülşah'la beraber hayal ettiğim 24 saati yaşamayı
onlara ayırmayı çalıştım. Şimdi torunlarım da çok düşkün bana.

Büyük bir sevda var aramızda. Aynı benim anneannemle olduğu gibi. İlişkimize baktığımda hep anneannemi hatırlıyorum. "Demek ki yatırım yapmışım ben" diyorum. O kadar çok anneannemi sevmiş ve onunla vakit geçirmekten mutluluk duymuşum ki, şimdi benim torunum da aynı şeyi bana yapıyor.


Bugün bile aile deyince aklımıza Yeşilçam'daki aile imgesi geliyor. O dönemin filmleri topluma o sıcaklığı hâlâ nasıl veriyor sizce?

Yeşilçam'da çekilen o aile filmlerini düşünürsek, bundan en az 50-60 sene öncesinden söz ediyoruz. O zamanlar hayat zaten o filmlerin bize gösterdiği gibiydi aslında. Bir mahalle düşünün, mahalle erbabı da orada yaşayan halk da ailenin bir bütünü gibi hissederdi kendini. Mahalle halkı her çocuğu kendi çocukları gibi görürdü. Manav ya da bakkal, bir çocuk gelip bir şey istediği zaman bazen o çocuğun gönlünü almak için para istemeye gerek bile duymazdı. Babası daha sonra uğrayıp kapatırdı hesabı zaten. Herkes birbirini kollar, insanlar mahalleli için bir şeyler yaparlardı. Köylerde imece usulü deriz ya; mahallelerin de böyle bir özelliği vardı. Bayramlar, seyranlar zaten coşkuyla hep beraber yaşanırdı. Ramazan ayında her aile sırayla konuklarını ağırlardı. Bütün bunların hepsi insanları birbirine yakınlaştırıyordu ve çocuklara paylaşmayı, empati kurmayı, kendini başkasının yerine koyabilmeyi öğretiyordu. Dolayısıyla filmlerde rastladığımız aile içindeki yardımlaşma teması zaten toplumda insanların sahip oldukları duygulardı. Yaşam bu olduğu için filmlere yansıyan da bu davranışlardı. Bugün maalesef bunları yaşamımızda göremiyoruz. Hâlbuki insan olarak hepimizin ihtiyaç duyduğu yaşam oydu. Anlayış görmek, yardımlaşmak, bir şeyleri paylaşmak, başkasının yerine kendini koyarak hareket etmek, düşenin elinden tutup kaldırmak insanın ihtiyacı olan davranışlar.

Yeni neslin dahi Yeşilçam filmlerini merakla izlemesinden gençlerin de buna ihtiyacı olduğunu çıkarabiliriz o zaman.

Eski filmlerde gördüğümüz bu davranışlar, karşılaştığımız bu insani duygular insanlara artık masal gibi geliyor Gençlerin de "Acaba gerçekten böyle bir dünya var mıydı?" diye baktıklarını biliyorum ve bu yüzden de o filmlere, o hikâyelere hayranlık duyuyorlar elbette. Genç bir çocuk filmde bir babanın çocuğunun elinden tutup okula götürmesini, ona anlayışla yaklaşması veyahut bir bayram hediyesi almasını izlediğinde mutlu oluyor çünkü o buna ihtiyaç duyuyor. Bu ihtiyacı büyük zenginliklerle veremezsiniz. Tamamen insani duygularla yapılacak şeyler. Yeşilçam'da hissedilen o aile sıcaklığı, oradaki karakterler bugün masal gibi gelse de o dönemlerde gerçekti.

Peki, siz nasıl bir aile ortamında yetiştiniz? Sizin yetiştiğiniz dönemle bugünkü aile yapısına baktığımızda nasıl farklar görüyorsunuz?

Bizim şansımız aile büyüklerimizle daha fazla vakit geçirme imkânına sahip olmamızdı. Anneannemi tanıyanlar "O bir halk filozofuydu" derler. Anneannem eğitim almadan kendi kendini eğiten, okuma yazmayı kendi kendine öğrenen, kitaplarla sürekli baş başa olan bir kişiydi ve adeta üniversite bitirmiş kadar güçlü bir bilgi donanım sahibiydi. Dolayısıyla onunla büyümek, sohbet etmek gerçekten büyük bir şanstı. Belki o yıllar bu anlamda bizim için çok daha verimliydi diye düşünüyorum. Evde büyüklerle vakit geçirmek çok değerli çünkü anneanne, dede ne kadar büyük birikimlerle dolu değil mi? Tecrübe o kadar kıymetli bir şey ki. Yaşam süresince insan, kendine ait değerleri ve fikirleri sadece kendi yaşadıklarıyla değil, toplumda karşılaştığı insanların yaşamlarını da gözlemleyerek oluşturuyor. Darbımesel deriz biz. Toplumda insanlar tecrübelerini miras olarak çocuklara aktarmalı. Bunun bugün eksikliğini yaşayabiliyoruz. Ben kendi annemden, babamdan ve anneannemden ne almışsam onları kızıma, torunla rıma devretmeyi başarabildiğimi düşünüyorum.


Gerçekten kendi ailem için de hep şükrederim. Şunu bilerek yetiştirildim ben; insan akıl edebilmeli, toplum içinde öğrendiklerini kendi süzgecinden geçirip kendine mâl edebilmeli. Aynı zamanda yaşadığı toplumla uyum içinde olmalı ve yaşadığı toplumun değerlerine saygı duyup hayatında da o değerlere yer vermeli. Milli ve dini kültürümüz, manevi değerlerimiz bizim için çok önemli. Dolayısıyla insanın milli ve dini değerlerini çok iyi takdir etmesi, bunu nesillerce devam ettirmesi gerekir. Ben böyle yetiştim ve bunları benden sonraki nesillere aktardığımı düşünüyorum. Bunun huzurunu yaşıyorum.

Bugün, bahsettiğiniz o mahalle kültüründen, dolayısıyla toplumsal dayanışmadan uzak bir yaşam var. Eskiye göre modern ailelerde eksik olan ne oldu?


Bu sorunuz için sadece gençlerden, çocuklardan söz etmenin yanlış olacağını düşünüyorum. Anne babalar da dijitalleşmeye kendilerini biraz kaptırmış gibi görünüyor. Gençler ve çocuklar normal olarak ebeveynlerini rol model görüyorlar. Onların davranışlarını tekrarlıyorlar. Anne baba evde sosyal medyayla çok hemhal olmuşsa çocuklar da içeride ne var ne yok diye merak edeceklerdir. Onun için tekrar söylüyorum; ebeveynler burada rol model olarak çok önemli, çocuğu doğru yönlendirmeyi başarabilmeli. Çocuklar tabii ki teknolojiyle iç içe olacaklar ama onun da bir zamanı, bir derecesi olmalı. Ben annemden, babamdan ne gördümse o oldum. Gülşah da benden ne gördüyse o oldu. Onun çocukları da ondan ne gördüyse aynısını devam ettiriyor. Ailemizden gördüğümüz ne varsa, hep nesiller boyunca aktarılan davranışlar.


Bugün hayat zorlaştı. Zaman yetmiyor, ekonomik olarak imkânlar yetmiyor ve bu şartlar altında kendimizi idame ettirmeye çalışıyoruz. Dünyaya açık bir toplumuz. Dünyada olup biten her şey bizim kendi iç meselemiz kadar bizi etkiliyor. Zaman zaman büyük acılar çekiyoruz ve bunlardan çok etkileniyoruz. Fakat bütün bunlar bizi kötü insan yapmamalı, insanlığımızı unutturmamalı. Sosyal medya tabii ki ihtiyaç olarak çok gerekli ama içinde iyi kadar kötü de var. O kadar kötü şeyler var ki değerlerimizi yozlaştırıp kaybettirdiğini düşünüyorum. Büyüklerle vakit geçirme, toplumda insanlara
saygıyla yaklaşma ve karşılıklı empati kurma yeteneğimizi kaybettik. Bunlar tabii ki toplumu yıpratan şeyler. Bu toplumun kültürel değerlerini erozyona uğratıyor.

Son dönemde dünyada gördüklerimiz ne yazık ki şahsen benim pek onaylayacağım şeyler değil. Çünkü yarını düşünüyorum. Evet, ben evlatlarımı yetiştirdim, torunlarımı yetiştirdim ama onların da çocukları geleceğe hazırlanıyor. Biz anneler olarak ne kadar onları alıştıkları, bildikleri, tanıdıkları doğrularla eğitsek de etraf o kadar yozlaşmış ki o ortamın içerisinde birey olarak var olmaya çalışacaklar. Çocuklar için bu durum çok zor olacak. Empatiyi öğrenmek gerekiyor, bir başka insanın başına gelenle ilgilenip kendini de onun yerine koyabilmek gerekiyor. Bizler "komşum açsa uyuyamamak" duygusunu birebir iliklerimize kadar hissetmiş bir kültürden geliyoruz. Şu anda bizler Gazze'de acı çeken, çocuklarını kaybeden, çocuklarını besleyemeyen annelerin yerine kendini koyup onlar gibi acı çekebiliyor muyuz? O zaman insan oluyoruz. Sağlıklı bir toplum için bu duyguları kazanmış olmamız gerekiyor.

Peki, çocukları bu çağın getirdiği negatif durumlardan nasıl uzak tutmak gerektiğini düşünüyorsunuz?

Biz diyoruz ki sanat güzelleştirir, sanat iyileştirir. İnsanı iyiye, güzele doğru yönlendirir. Ruhen insana sağlık verir. Dolayısıyla istiyoruz ki çocuklarımız sanat dallarıyla mümkün olduğu kadar erken tanışsınlar. Müzik, sinema, tiyatro, dans… Bunları bilsinler, görsünler. Ruhlarında yarattığı o güzel duyguları yaşasınlar. İlla sanatçı olmaları gerekmiyor ama tanımaları, bilmeleri ve onlardan ilham almaları hayatlarına çok güzel kapılar açacaktır. Sanatla iç içe büyüyen çocukları toplumda görüyoruz, tanıyoruz. Zihinleri daha açık, doğruyu, güzeli, iyiyi arayan, iyi şeyler yapmaya çalışan, kendini daha iyi ifade edebilen çocuklar olduklarını gözlemliyoruz. Spor da bu gelişime destek veriyor. Çocuk sporla hem bedenen hem zihnen sağlıklı oluyor. Dolayısıyla yaşadığımız bu çağda her çocuğumuzun sanatla, sporla meşgul olabilmelerini hayal ediyorum. Elbette çocuklara düne nazaran daha çok imkân veriliyor, ailelerine baktığımda da bilinç olarak doğru yolda olduğumuzu görüyorum. Fakat gönül ister ki Türkiye'de ve dünyadaki bütün çocuklar bu imkânlara sahip olsun.

BİZE ULAŞIN