Mesut Bostan: Westworld | Bir amerikan distopyası

Westworld | Bir amerikan distopyası
Giriş Tarihi: 2.11.2016 14:56 Son Güncelleme: 15.11.2016 15:46
Mesut Bostan SAYI:29Kasım 2016
Westworld bir yanıyla Jurassic Park’ın temelindeki korkunun nüvelerini bünyesinde taşıyor. Jurassic Park nasıl Batı düşüncesindeki ‘doğa’nın denetim altına alınması meselesinin alegorisiyse Westworld de Batı’nın kendi dışındaki toplumları tahakkümü altına almasının alegorisi.

Ütopyacılık Batı düşüncesinin temel özelliklerinden biri. Bu düşünsel eğilimi kabaca var olandan farklı bir toplum tahayyülü olarak tarif etmek mümkün. Bu eğilimin izi Batı düşüncesinin kaynaklarına kadar sürülebilir. Antik Yunan'da felsefe özgün bir düşünsel yapı olarak ortaya çıkarken, ütopyacılık da bu yapının temel taşlarından birini oluşturuyor. Felsefe, sistemik bir düşünce olma iddiasını toplum tahayyülüne yansıttığında toplumsal sistemler olarak ütopyalar tezahür ediyor. Platon, Atlantis ütopyasını anlattığı 'Timaios' ve 'Kritias' diyaloglarında Yunan toplumunun Mısır toplumundan farkı olarak ütopyacılığı gösteriyor. Doğu toplumlarının toplum tahayyülü geleneğe yani kadim olana yaslanırken Batı toplumları toplumsal sistem fikrini ütopyalar üzerinden düşünüyor. Platon, bunu afetler ve savaşlar gibi toplum açısından devrimsel nitelikteki gelişmelerin Yunan toplumu üzerindeki etkisine bağlıyor. Bu yüzden ütopyacılığı doğuran biraz da gelenek yokluğudur. Batı düşüncesinde ütopyalar toplumsal eleştirinin bir aracı olarak düşünülüyor. İçinde bulunulan toplumdan farklı bir toplumda işlerin nasıl yürüdüğünü anlatarak toplumsal bir öneri ortaya koyuyor. Ütopyacı eğilimin yaygınlığı tarihsel süreç içerisinde Amerika'nın keşfiyle azalıyor. Çünkü Amerika'nın kendisi bir ütopyacı tecrübe olarak ortaya çıkıyor.

Modern dönemde ütopyaların yerini distopyalar almaya başlıyor. Ütopya etkisini farklılıklar üzerinden gösterirken distopya benzerlik üzerinden gösteriyor. Distopyacı tahayyül, kurgusal dünyanın nasıl korkutucu bir şekilde bizim dünyamıza benzediğini ortaya koyarak etki gösteriyor. Westworld (2016) dizisi de robotların yaşadığı fütüristik bir tema parkı üzerinden Amerikan toplum tahayyülünü distopik bir şekilde ele alıyor. Dizi 1973 yılında çekilen bir filmin uyarlaması. Filmin senaristi ve yönetmeni Michael Crichton aynı zamanda Jurassic Park'a (1993) kaynaklık eden romanın da yazarı. Westworld bir yanıyla Jurassic Park'ın temelindeki korkunun nüvelerini bünyesinde taşıyor. Jurassic Park nasıl Batı düşüncesindeki 'doğa'nın denetim altına alınması meselesinin alegorisiyse Westworld de Batı'nın kendi dışındaki toplumları tahakkümü altına almasının alegorisi. İki hikâye de temel gerilimini Batı'nın kendi kurguladığı şekliyle dünyanın kontrolden çıkması fikrinden alıyor. Westworld filmi daha çok 1970'lerde dönemin teknoloji paranoyasının bir ürünü. Teknolojik gelişimin Batı'nın çıkarlarına bir noktadan sonra zarar vermesi mümkün mü sorusu o dönem için temel çekincelerden birini oluşturuyor. Film bu açıdan kontrolden çıkarak insanları avlamaya başlayan robot fikriyle Terminatör'ü (1984) de önceliyor. Öte yandan dizinin temel sorunsalı filmden belirgin ölçüde farklı. Dizi insanların robotlar üzerindeki sömürüsüne odaklanarak neredeyse seyirciyi robotlarla özdeşleşmeye sevk ediyor. Yani hikâyeyi robotların gözünden anlatıyor.

İnsan olmak ya da olmamak

Film Western kasabasını tatil tecrübesi olarak sunarken dizi bilgisayar oyunu benzeri bir simülasyon olarak sunuyor. Bu yüzden de dizide insanların kasabadaki davranışları basit hazcı fantezinin ötesinde bir tür şiddet fantezisi olarak beliriyor. İlk bölümde Westworld 'hayallerin serbest bırakabileceği, sınırsız olanakları olan bir yer' olarak tanıtılıyor. Parkın temasının western kasabası olmasının ötesinde insanların gerçek hayattaki kimliklerini ve geçmişlerini bırakarak bu yeni dünyada kendilerini sıfırdan kurabiliyor olmaları diziyi daha baştan bir Amerika alegorisi haline sokuyor. Karakterlerden biri diğerine "artık gerçek hayattaki sıkıcı insan olmak zorunda değilsin" diyor. "İçindeki gerçek seni ortaya çıkar." Dizi genel olarak 'insan nedir' sorusu merkezinde ilerliyor. Dizide Logan karakterine söyletilen bu sözlerdeki sebepsiz kötülük fikri bu soruya verilmiş cevaplardan birini oluşturuyor. Akla Amerikalı askerlerin Irak'ın işgalinde sergiledikleri davranışlar geliyor. Askerlerin giriştikleri işkence ve tecavüz sadece savaş atmosferinin getirdiği bir şey olmanın ötesinde bir ruh halini yansıtıyordu. Yani intikam ya da benzeri duygusal gerekçeye yaslanmayan saf bir kötülük haline. Dizi biraz da insanı kötülük üzerinden tanımlayan bu fikri kurcalıyor.

Dizide robotların temel özelliklerinden biri kendilerine uygulanan şiddete karşılık verseler bile insanlara gerçek manada zarar verememeleri. Amerikan muhayyilesinin mutlak tahakküm fikrini bu durum iyi bir şekilde gözler önüne seriyor. Ancak bu aynı zamanda dizinin temel gerilimini de oluşturuyor. Ya robotlar insanlara gerçekten zarar vermeye kalkarlarsa? Aynı korku DEAŞ videolarının da temel öğesini oluşturuyordu. Bir yanda şehirler yerle bir edilirken Batılıları dehşete düşüren, bir Batılının Batılı olmayan biri tarafından infaz edilmesiydi. Dizide sıkça tekrarlanan Shakespeare alıntısı bu korkuyu yansıtıyor: "Bu vahşi hazların vahşi sonuçları vardır." Tabii bunu dizi izleme pratiğindeki vahşi hazzın daha fazla doyurulacağına dair bir teminat olarak değerlendirmek de mümkün. Ancak en temelde bu kehanet bizi robotların bir şekilde isyan edecekleri fikrine ulaştırıyor. Bu adalet beklentisi belki de dizinin en ideolojik önermesini oluşturuyor. Çünkü raydan çıkarak varoluşsal kriz içine giren robotun geçmişinde Shakespeare okuyan bir edebiyat profesörü olduğu ortaya çıkıyor. Yani robotların bilinç kazanmaları bile Batılı insan tasavvurunun zihinlerinde mayalanmasıyla oluyor. Öte yandan bu psikolojik uyanışın siyasi plandaki karşılığının 'kendi kaderini tayin' efsanesiyle ilişkisini kurmak da mümkün görünüyor. Westworld, işkence ve tecavüz dolu gündelik rutinlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan robotlar için kurtuluşu Wilsoncu bir devrimde görüyor gibi.

Batı'nın karabasanı olarak Amerika

Bu noktada oyunu kurgulayan ekibin farklı üyelerinin oyuna yaklaşımlarını değerlendirmek zihin açıcı görünüyor. Oyunun hikâyesini tasarlayan ve bir anlamda senaristliğini yapan Lee Sizemore bir İngiliz. Lee, oyuna büyük aksiyon hikâyeleri eklemekle ilgiliyken oyunun yönetmeni Dr. Ford onunla aynı fikirde değil. Dr. Ford, insanları oyuna bağlayanın sadece kendilerinin fark ettiğini düşündükleri detaylar olduğunu söylüyor. Yani bir anlamda Lee, Batılıların dünya tecrübesini 'büyük anlatılar' üzerinden anlarken Dr. Ford bunun asıl olarak detayların oluşturduğu 'muğlaklıklar' üzerinden anlaşılması gerektiğini düşünüyor. Lee, oyunu Batılıların 'kendini keşif' macerası olarak kurgularken Dr. Ford ise Batılıların kendilerini gayet iyi bildiklerini ancak Batı dışı dünyada kendilerinin dışındaki alternatif hayatları keşfettikleri iddiasında. Dr. Ford karakterinin muhtemelen Henry Ford'a nazire olduğunu da söylemek lazım. Westworld nihayetinde insan ilişkilerinin fordist bir mantıkla üretilmesine dayanıyor. Bu ilişkiler belirli kurallar ve algoritmalara bağlıysa da bir şekilde sübjektif tecrübelermiş yanılması yaratacak şekilde kurgulanıyor. Ancak bunların sadece yanılsama boyutunda kalması mühim. Dr. Ford Westworld'ü insanların kendilerini güçlü hissetmeleri için tasarlıyor. Misafirlerin oyun içerisindeki tecrübelerini her ne kadar gerçeğe yakınlaştırsa da bunun tam olarak gerçek olmasını bir şekilde engelliyor. Yani robotlar ne kadar insansı olurlarsa olsunlar kesinlikle tam olarak insan gibi olmalılar. Dr. Ford'un bu düşüncesinin karşısında ise robotların karakter tasarımını yaptığı anlaşılan Bernard karakteri duruyor. Bernard'ın üretilen ilk robot olan Dolores'le gizli ilişkisi onun Dr. Ford'un tasarladığı yanılsamaya kapıldığını gösteriyor. Bernard kaybettiği çocuğunun yerine Dolores'i koymaya çalışıyor. Bunun için de Dolores'te gerçek bilinç emareleri arıyor. Öte yandan şirketin CEO'su olduğu anlaşılan Theresa Cullen ise bir başka mantığı ortaya koyuyor. O parkın ekonomik ve güvenli bir şekilde işlemeye devam etmesiyle ilgili bir karakter olarak temayüz ediyor. Bu yüzden de yaklaşım olarak diğer üç yönetici figürden ayrışıyor. Oyunun senaristi Lee Sizemore büyük anlatının belirlenmesini ve siyasi tahakkümü sağlarken, Dr. Ford yönetmen olarak ideolojik ayrımı ortaya koyuyor: "Doğu Doğudur, Batı da Batı." Robotlara şahsiyet kazandırmakla yükümlü olan Bernard ise bunu onlara Batı klasiklerini okutarak yapıyor. Bernard'ı oynayan aktörün siyahi olmasını bu noktada es geçmemek lazım. Theresa Cullen karakteri ise mütehakkim şirket kadını rolünde ekonomik sistemin devamlılığını ve insanların şiddet tekelinin korunmasını sağlamaya çalışıyor.

Westworld'de insan robot ayrımının 'misafir' ve 'ev sahibi' ifadeleri üzerinden kurulması hikâyenin küreselleşme üzerinden okunmasına da imkân tanıyor. Misafirler egzotik ve şiddete dayalı fantezilerini gerçekleştirmek için bir ton para dökebilecek kişiler olarak resmediliyor. Onları sınırlardan ve kısıtlamalardan bağımsız olarak dünyanın farklı yerlerinde benzer duyguları tatmin etme imkânına sahip 'dünya vatandaşları' olarak anlayabiliriz sanırım. Öte yandan sadece kendi gündelik rutinleri içerisinde yaşayan ve her tür zorbalığa çaresizce boyun eğmek zorunda kalan ev sahiplerinin de 'yerliler' olduğunu çıkarabiliriz. Westworld'ü bu açıdan Derrida'nın 'misafirperverlik' üzerinden kurmaya çalıştığı Batılı kimliğinin bir parodisi olarak okumak da mümkün. Mutlak misafirperverlik Batılıların kendi özellikleri olmaktan çok Batı dışı toplumlardan beklentilerini ifade eden bir şeydi. Westworld de bu açıdan bir çeşit mutlak misafirperverlik distopyası. Onu distopik kılan ise gerçek dünyada da dizide olduğu gibi sömürü ilişkilerinin mukadder olduğu fikrinin yaygın olması muhtemelen. Bu durumda yerliler için iki seçenek varmış gibi duruyor. Bernard, gizlice Dolores'in farkındalığını artırdığında bu ikilemin içerisine düşüyor. Ev sahiplerinin yaşadıkları azabın farkında olması mı daha iyi yoksa olmamaları mı? Bernard'ın robotları da içine alan hümanizmi ile Westworld'ün üzerine inşa edildiği mantık arasında bu açıdan bir çelişki görünüyor. Bu çelişkinin sistemin yıkımına yol açacağını düşünmek pek de büyük bir kehanet sayılmaz.

Sonuç olarak Westworld Batının kendine ve kendi dışındaki toplumlara dair ürettiği toplumsal tahayyülünün farklı unsurlarının çarpıştığı bir distopya. Bu çarpışma biraz da mekanik bir hal arz ediyor. Bunu anlattığı hikâyeyle uyumlu ve olumlu bir özellik olarak değerlendirmek mümkün. Öte yandan modern distopyaların alametifarikası olduğu üzere karakterlerinde bir çeşit ruhsuzluk hâkim. Yine de karakterlerinin zamanla dramatik açıdan gelişip boyut kazanmaları da imkânlar dahilinde. Westworld'ü bizim açımızdan ilginç kılan temel nokta ise dizide somutlaşan söylem parçalarını tersine bir kurguyla kaynaklarına döndürebilme ihtimali. Bu yüzden dizinin sorduğu sorulardan çok bunların neden sorulduğuna odaklanmak mantıklı görünüyor. 'İnsan nedir?' sorusu örneğin varoluşsal bir sorgulamadan çok hümanizmin yeniden tanımlanma girişimi olarak değerlendirilmeli. Öte yandan Batı'nın kendine dair ortaya koyduğu eleştirelliğin her zaman bir çeşit oksidentalizm oltasını da içinde barındırdığına dikkat etmek gerekiyor. Batı kendini bir hata olarak sunduğunda bile doğruyu kendi içinden çıkarma gayretinde. Westworld Amerika'yı bir distopya olarak anlatırken bunu anlatmanın ürettiği bir farkındalık varsayımından hareket ediyor. Oysa Amerika'yı Batının hakikatle yüzleşmekten kaçmak için kurguladığı bir şey olarak değerlendirmek daha doğru. Rüya ya da karabasan olarak Amerika fikri Batı'nın kendi dışındaki toplumlarla ahlaki bir ilişki kuramadığı gerçeğine işaret ediyor. Bunu gizlemeye çalışırken biraz da farkında olmadan yapıyor.

BİZE ULAŞIN