Mustafa Akar: Ütopya mı daha mümkün, distopya mı?

Ütopya mı daha mümkün, distopya mı?
Giriş Tarihi: 2.11.2016 15:50 Son Güncelleme: 15.11.2016 14:03
Mustafa Akar SAYI:29Kasım 2016
Tüm ütopyaların ortak bir özelliği, dünyaya benzeyen ya da dünyanın bir parçasını andıran ama dünyada olmayan bir yerde geçmeleri… Bunda tabii kavramın temelini kazan More’un Ütopya eserinin bir adada geçmesinin de etkileyici olduğunu düşünüyorum. Ütopyaların en temel özelliği olan hayal ve ideal paydasını da unutmamak gerek elbette.

Ütopyalar genelde ideal bir dünyanın öngörüsü olarak okunurlar. Baskıcı toplumlarda yaşayan insanların kendilerini daha rahat hissedebilmek için tasarladıkları zihni faaliyetler olarak da bakılır ütopyalara. Batı edebiyatında özellikle 1 ve 2'nci Dünya Savaşları'ndan sonra yazılan kitaplarda da ütopyanın ne kadar değerli olduğunu, ilgiyle karşılandığını biliyoruz. Ütopya elbette önce edebi bir faaliyet olarak başlıyor, sonra sanatın her alanına yayıldığı gibi diğer disiplinlerde de adından bahsedilen bir kavram haline geliyor. Thomas More'un kavramlaştırdığı ütopya, hayal kurmanın doruk noktası aslında. Bu zamana kadar edebiyattan sinemaya birçok alanda yazılmış ve yapılmış onlarca ütopya okudum ve izledim. Hangisini en çok sevdim diye düşününce aklıma hemen Frank Herbert'in Dune'u geliyor.

Dune, tam anlamıyla bir bilim kurgu. Elbette ütopya ile bilim kurgu arasında farklar var. Hatta bilim kurguların büyükçe bir kısmı ütopyanın tam da tersi olan distopyaya daha yakın. Bilim kurgu deyip geçmemek lazım; özellikle bilim kurgu sinemasıyla hayatımıza girmiş bir sürü kavram vardır. Mesela 'sayborg' kelimesi. Sibernetik organizmanın kısaltması anlamına gelen sayborg, ilk olarak Nathan S. Kline tarafından 1960'ta kullanıldı. Yine bir diğer bilim kurgu terimi olan 'robot' ise Çek yazar Karel Capek tarafından kullanılmış Rur adlı eserinde. Zaten Çekçe 'Robota' kelimesi de 'gönülsüz işçi' anlamına geliyormuş. Şimdilerde robot kelimesinin çağrıştırdıkları bir yana robot için 'gönülsüz işçi' karşılığı gerçekten de çok güzel. Bilim kurgu kelimesinin ise ilk ne zaman kullanıldığına dair rivayetler muhtelif. Bilim kurgu, Bacon'dan Jule Verne'e çok eskilerden derlene toplana gelen bir tür olsa da 20'nci yüzyılda zirveye oynamış diyebiliriz. Bu anlamda ütopyalarla çok yakın akrabalıklar kurarak distopyaların çıkmasına ön ayak olmuştur bilim kurgu. Ütopya yazarları ise ideal bir düzenin olabileceğini ispat etmeye çalışırlar kurdukları yüksek hayallerde. Özgürlük meselesi en önemli başlangıç noktalarıdır yapıtlarında. Eşitliği temel alırlar. İdeal düzenin ölçülerini belirledikten sonra gündelik hayatın felsefesini ele alırlar.

Dune demiştim oradan devam edeyim. Dune, müthiş bir bilim kurgu serisi. Amerikalı yazar Frank Herbert tarafından kaleme alınan Dune, bilim kurgunun temel eserlerinin en önemlilerinden biri, bana kalsa en önemlisi. Seri kitaplarda konu, uzak bir gelecekte bir çöl gezegeni olan Arrakis'te geçiyor. İnsanoğlu makineleşme yoluna gitmiş fakat daha sonra kendi kurduğu makinelerin kölesi haline gelmiş. Uzun bir savaş sürmüş (sağolsun Dost Körpe çevirisi bir harika. Mesela savaş demiyor da 'uzun bir cihat sürdü' diyor. Herbert'in İngilizcesine Türkçede sağlam karşılıklar buluyor) ve insanoğlu özgürlüğünü makinelerden geri almış. Bir daha da böylesi bir kölelik yaşanmaması için makineleşme de yasaklanmış. Dune'un hikâyesi tüm evrenin imparatoru olan Corrino Hanedanı lideri İmparator Şadam, Atreides Hanedanı lideri Dük Leto, Harkonnen Hanedanı lideri Vladimir Harkonnen, ticareti kontrol eden Guild, dini ve sosyal görevleri bulunan Bene Gesserit grubu ve Arrakis gezegeninin yerlileri olan Fremenler arasındaki ilişkiler anlatılarak başlıyor. Herbert'in her bölümün başına eklediği aforizmalar ise yürek parçalayan cinsten. Ve Dune'un en sevdiğim yanı olan, uzak bir gelecekte geçen tüm bu olaylar, günümüzdeki bazı gerçeklerle sıkı sıkıya örtüşmekte. Dune bu anlamda ütopyanın, distopyanın tüm alanlarını kapsayan upuzun bir hikâyenin ilk ayağıdır.

Dune, 10.191 senesinde başlıyor ama geçmişi bir şekilde günümüze kadar uzanan olaylar zinciriyle mükemmel bir tarihsellik kuruyor kendi içinde. Herbert, roman serisinin kurgusunu örerken, sanki tüm insanlığın tarihini yeni baştan yazar gibi mümkün geleceği kendi hayalleriyle eksiksiz şekillendiriyor ve ortaya destansı bir başyapıt çıkıyor böylece. Çöl Gezegeni Dune ile başlayan seri altı cilde yaklaşıyor. Biraz Arabistanlı Lawrence, biraz yeni bir din ve tanrı yaratmak, biraz da ekoloji, politika ve derin bir sosyoloji…

Hayalcilerin geleceğe karşı umutları kalmadı

Tüm ütopyaların ortak bir özelliği, dünyaya benzeyen ya da dünyanın bir parçasını andıran ama dünyada olmayan bir yerde geçmeleri… Bunda tabii kavramın temelini kazan More'un Ütopya eserinin bir adada geçmesinin de etkileyici olduğunu düşünüyorum. Ütopyaların en temel özelliği olan hayal ve ideal paydasını da unutmamak gerek elbette. Ütopya kavramı bu anlamda sadece More'un eseriyle de başlamaz. Tarihte çok çok gerilere gittiğimizde de birçok kadim metinde ütopyalarla karşılaşılabilinir. 'Altın çağ' düşüncesi birçok dinin ve düşüncenin en doğal ütopyasıdır zaten. Burada Dune ve More'un Ütopya eserlerini sıkça anmamın bir sebebi de bu. More, Ütopya eserinde kavramı dört başı mamur bir yola koyup asli unsurlarını belirlerken, Herbert ise Dune'da doğuşuyla batışıyla, tarihiyle destanlarıyla koskoca bir ütopya tarihi yazıyor. Böylece kavramı yeni baştan tazeliyor.

Bazı düşünürler ütopyacılığı aşağılar ve naif bulurlar. Bir anlamda gerçeklikten derin bir kaçış olarak da eleştirirler. Mesela Cioran, "Hakiki bir ütopya tasarlamak, inanarak ideal bir toplum tablosunun genel çizgilerini yıkmak... Bunun için muayyen bir dozda saflık, hatta fazla bariz olduğu takdirde sonunda okurun tepesini attıracak bir zevzeklik gerekir" der. Immanuel Wallerstein ise ütopyalardaki gerçek sorununun sadece var olmayan değil hiçbir zaman var olamayacak bir düşünce olduğunu belirterek, ütopya kavramı yerine, kendi buluşu olan alternatif bir kavramı ortaya koyarak, 'ütopistik' kavramını önermektedir. Ütopyalar 20'nci yüzyılda atağa geçse de karşı ütopyaların ortaya çıkması ve bilim kurgunun yükselmesi de yine 20'nci yüzyılda olmuştur. Savaşlar, atom bombasının bulunması ve kullanılması, insanoğlunun Ay'a ayak basması ve daha birçok şey ütopyaların sonunu getirir. Artık yazarlar idealize edilmiş bir toplumdan çok batmış, parçalanmış, kendi kendini yok etmiş toplumlar kurgularlar. Hayalcilerin geleceğe karşı umutları kalmamıştır çünkü. Yine de distopyalarda anlatılan kıyamet sonrası senaryosunda insanoğlu direnmenin yolunu bir şekilde bulur.

Uzayda icat edilmiş medeniyet

Franz Kafka'nın Dava'sından Yevgeni Zamyatin'in Biz'ine, oradan Aldous Huxley'in Cesur Yeni Dünya'sına kadar birçok sağlam distopik roman yazıldı ama son yıllarda distopya tartışmalarını edebi yönü ve bakış açısı, hayal kurmada ve hayali göstermede kullandığı doneler de düşünüldüğünde kendi alanına çeken Amerikan dizilerinde görmekteyiz. Bazı sinema filmleriyle başlayan (mesela Su Dünyası) distopya merakı (gelin şuna artık post apokaliptik diyelim) artık dizilerle zirve yapmış durumda. Post apokaliptik senaryoların belki de en ilgi çekicisi kuşkusuz The Walking Dead oldu. Yürüyen ölülerin dönüşü bizi eskiden hatırladığımız zombilerle bir kez daha tanıştırdı elbette ama bu sefer karşımızda çok daha kapsamlı bir dünya vardı. Hele dizinin ilk sezonundaki bomboş New York (başka bir şehir de olabilir) görüntüsü tüylerimizi diken diken etti. Artık yapım çok başarılıydı ve ihtimaller de çok yakınlaşmıştı. The Walking Dead zehirlenmiş ve hastalık yüzünden birbirini yiyen insanların dünyasını anlatıyor bize. Sonuna dair açıkgöz senaristlerin hınzır kurgusu sayesinde çok da çıkarsamalarda bulunamıyoruz. Evet, dünyamıza çok benziyor, evet insanlar birbirini yiyor ve yeniden diriliyor. Bu tarafıyla fantastik öğesi kışkırtıcı bir senaryo olmaktan öteye geçemiyor dizi.

Post apokaliptik senaryoların en başarılısı geçtiğimiz yıllarda yayınlanan The 100 dizisidir bana kalsa. The 100 Kass Morgan'ın aynı adlı kitap serisinden uyarlanmış bir kıyamet sonrası senaryosu. Hatta kıyamet sonrası denen tanımın tam anlamıyla hakkını veren bir senaryo diyebiliriz The 100 için. Konusundan size birazcık bahsedeyim... Dizimizin başlangıç tarihinden 97 yıl önce nükleer bir bomba (armageddon) dünyanın büyük bir kısmını yok etmiş. Medeniyetler çökmüş, bazı ırklar ortadan kalkmış. Armageddondan hayatta kalan 12 farklı ulustan toplam 400 kişi ise dünyayı terk ederek uzaydaki istasyonlara yerleşmiştir. Yıllar içinde uzayda kaldıkları bu istasyonlarda üç nesil yetişmiş ve yaşayan insan sayısı da 4000'e ulaşmıştır. Bu anlamda insanoğlu uzayda kendisine yeni bir tarih, yeni bir anayasa icat etmiştir. Burada yaşayan çeşitli gruplarda ölüm cezası ve nüfus kontrolü gibi sert uygulamalarla kurulan bu uzay medeniyetinin kaynakları tükenme noktasına gelmiştir ve bu 12 grup bir araya gelerek tekrar hayatta kalmanın farklı yollarını aramaya başlarlar. Çözüm için yeniden Dünya'ya dönmek gelir akıllarına ama iletişimi yitirdikleri için Dünya'nın yaşanabilir bir yer haline gelip gelmediği konusunda endişeleri vardır. Bunu test etmek için aralarında tüm grupların başkanının da oğlu olan 100 adet mahkûm genci bir kapsüle koyarak Dünya'ya gönderirler. Evet, Dünya yaşanabilir bir halde görünmektedir. Fakat bir şekilde sert uygulamalar ve disiplinsizlik yüzünden uzayda hapse düşmüş bu gençler arasında Dünya'daki ilk günlerinde sürtüşmeler, gruplaşmalar, lider olma çabaları (Sineklerin Tanrısı'na ne çok gönderme var) başlar. Tüm bu sorunlara rağmen aralarındaki farklılıkları aşmaları ve hayatta kalmaları gerekmektedir çünkü Dünya tahmin ettikleri gibi bir yer değildir. Evet, insanlığın büyük bir kısmı kıyamet sonrası ölmüştür ama geride kalanlarla birlikte Dünya'da -tıpkı uzayda olduğu gibi- yeni bir medeniyet başlamıştır. İnsanoğlu daha ilkeldir artık. Dinler yeniden tanımlanmıştır, savaşlar çıkmış ve topraklar yeniden bölüşülmüştür. Modern silahların yerini kesici ve delici aletler almıştır. Tabii senaryo burada kalmaz, çok daha ilginç, çok daha dikkat çekici noktalara doğru seğirtir. Zaten dizi halen daha sürmektedir.

Ütopyalara merak sardığım gençlik yıllarımda ben de bir distopya yazmayı düşünmüştüm. Demir yiyen bir mikrop çıkacak (Kurt Vonnegut Jr.'ı çok okuduğumdan olsa gerek!) ve dünyadaki demir tükenecek. Gelecekte başımıza ne/neler geleceğini bilemiyoruz ama umudumuz distopya yazarları gibi tükenmek üzere. 'Altın çağ' hayalleri kuran kimse kalmadı. Bu anlamda aklı bir karış havada senaristlerin zokasını yutuyoruz hepimiz. Sadece film dizi senaryolarının değil, toplumu gütmeye çalışan senaristlerin de. Kurt Vonnegut'u andım, onun çok sevdiğim bir diyaloğuyla bitireyim: "Tanrım! Hayat bu! Tek bir dakikasını anlayabilmiş adam var mı şu dünyada? Hiç deneme bile, dedi. Anlıyormuş gibi yap sadece. Bu... Bu çok yerinde bir tavsiye."

BİZE ULAŞIN