Birol Biçer: İçimizdeki gerçek tehdit: Nefs

İçimizdeki gerçek tehdit: Nefs
Giriş Tarihi: 6.4.2016 11:10 Son Güncelleme: 15.4.2016 15:42
Birol Biçer SAYI:23Nisan 2016
Öz benlik, tezkiye denilen arınma ve saflaşma yollarıyla nefsin tasallutundan arındığı ve azat olduğu ölçüde hakikati daha uyanık ve saf bir bilinç ve idrakle algılamaya başlar. Nihayetinde idrak edeceği şey, kendi benliğinin mutlak, sınırsız ve sonsuz olanın benliğinden ayrı ve başka olmadığıdır. Bunu yapamadığı sürece üreteceği şey, sanal tatminler, zanlar, eksik görüşler, sanal korkular ve birbirini takip eden sürekli tehdit algılarından ibaret kalacaktır. Avrupa'daki uzay çalışmalarının en önemli aktörlerinden biri olan Profesör Jacques Blamont, 1993 yılında Jet Propulsion Laboratuarı'nda bir çaresizlik anında fikri bir aydınlanma yaşıyor. O zamana kadar temel bilimlerin, insanlığın maddi ve manevi seviyesini yükselteceğine inanan bilim adamı, kendisiyle beraber milyarlarca insanın bel bağladığı bilimin aslında bütün medeniyeti yok etmek üzere harekete geçmiş bulunan acımasız bir mekanizmanın yanıltıcı veçhelerinden biri olduğu idrakine varıyor. Ona Tehditler Yüzyılına Giriş kitabını yazdıran hareket noktası da bu idrak oluyor. Blamont'un 'muazzam ve gizemli' olarak nitelendirdiği bu mekanizma aslında, nihayetinde dünya nüfusu ve ihtiyaçlarını da katlayarak artıran, günün birinde mevcut ve müstakbel kaynakları yetersiz bırakarak bu talebe karşılık veremeyecek duruma düşürecek olan bilim ve teknolojideki katsayılı büyüme ve gelişmeden başka bir şey değil. Uzay çalışmalarının parlak bilim ve teknoloji adamı, bu idrâkten sonra dünyaya ve insanlığa yönelik tehditleri sayıklayanlar kervanına katılıyor. Blamont, dünyayı bekleyen siyasi, askeri, teknolojik, bilimsel, çevresel, ekonomik ve toplumsal tehditlere dikkat çeken ilk ve son isim değil belki ama 21'inci asır için yaptığı 'tehditler yüzyılı' nitelendirmesi özellikle takdire şayan. Zira artık tehdit kavramı ve bunun işaret ettiği müstakbel tehlikeler, korkular, endişeler bu yüzyıl insanının hayatının hemen her alanında her zamankinden daha fazla mevcut ve her zamankinden daha sık dillendiriliyor.

Dünyanın hiçbir yeri yok ki terör, savaş, bulaşıcı hastalık, ekonomik kriz, toplumsal çatışma, uyuşturucu, suç oranı, fakirlik, susuzluk, ayrımcılık, ırkçılık, iklim değişikliği, göç dalgası, nükleer felaket, hava kirliliği, doğal felaket, dillerin yok olması, türlerin tükenmesi, din-mezhep çatışması, etnik uyuşmazlık gibi listesi daha da uzatılabilecek tehditlerden en az birine maruz kalmasın. Dünyada eğitim düzeyinin en yüksek olduğu böyle bir zaman diliminde, üstelik eğitim düzeyi bu zamana kadarki en yüksek olan insanların kurdukları sistemler bu felaketleri üretiyor. Felaket üretemedikleri zamansa, ürettikleri felaket tehditleri oluyor. Devletler, kurumsal yapılar, partiler hatta şirketler varlıklarını sürdürebilmek, stratejilerine meşruiyet kazandırmak için sürekli tehdit değerlendirmesi yapıyor. Bulamazlarsa iç-dış mihraklar, iç-dış tehditler icat ediyor. İşin ilginci bir tehdit bertaraf edilse yerini dolduracak yeni bir tehdit zuhur etmekte hiç gecikmiyor. Bilim, teknoloji ve aklın gelişmesiyle hayatımıza yenilikler kadar yeni tehditler de giriyor. Bilgisayar ve internet teknolojileriyle siber suçlar, siber savaşlar, siber dolandırıcılıklar ve siber pornografi tehditleri gibi her geçen gün nur topu gibi yeni tehditlerimiz oluyor. İnsanoğlu tehdit bulamazsa bu defa hayatın değişmez unsuru olan değişimi tehdit yerine ikame edebiliyor. Tehdit hiç olmasa bile, tehdit algısı üreten birileri eksik olmuyor. 'İnsan insanın kurdudur' düsturuyla işleyen bir sistemde, her insanın bir diğeri için tehdit oluşturması ise kaçınılmaz.

Maalesef bunlara mevcut algı ve kurumsallıklarıyla dinleri de eklemek gerekiyor. İnsanların mevcut algı düzeyinde dinler -en azından kurgusal tehditleri bertaraf edecek güce sahipken- günümüzde dünyanın birçok yerinde olduğu gibi tehdit algısının bir parçasına dönüşüverebiliyor. Hal böyle olunca özel ve içsel hayatlarımızın derinliklerinden dünya geneline kadar, mikro kozmostan makro kozmosa kadar hayatın gerçekçi ya da kurgusal tehdit algıları ile dolu olması bir başka kaçınılmaz şey. Bir virüs gibi kendini kopyalayarak çoğalan ve çeşitlenen bu tehdit algılarının hem şahsi hem toplumsal hayatın katmanlarını sarmalayarak korku, kaygı, üzüntü ve heyecan doğurmasına karşı görünen o ki; bilim, teknoloji, eğitim, din ya da gelişme de derman olamıyor. İnsanlar gerçek tehdidin ne olduğunu idrak edene kadar da olamayacak gibi görünüyor.

Ego her bireyi tehdit ediyor

Hayatın enfüsi ya da afaki, şahsi ya da toplumsal, maddi veya manevi bütün katmanlarını saran türlü tehdit -ve giderek düşman algısı- yumağının oluşumunun kökeninde yatan gerçek ve yegâne nedenin her bireyin içinde bulunan gerçek bir tehdit olduğunun farkına varmadan hayatımızı sarmalayan bu tehditlere de bir nihayet gelmeyecek. Gerçekte hem insanlık için hem birey için tek bir tehdit, tek bir düşman söz konusudur: Nefs ya da zamane tabiriyle 'ego'.

'İnsanın kendisi, benliği' gibi anlamlara yorulsa da gerçekte nefs/ego büyük ölçüde insanın asli benliğinin yerine geçmiş, onu kaplamış olan sanal bir benliktir. İnsan zihninin kendini özdeşleştirdiği ve gerçekte düşünceler, duygular ve deneyimler sonucu oluşan kurgusal bir varlığın gerçek ya da öz benliğin yerine kendisini ikame eden sanal ama bir o kadar da etkili bir şeydir. İnsanların büyük çoğunluğunun kendileri sandığı bu sanal benlik, daha bebeklikten başlayarak bir virüs gibi öz benliğe bulaşan, zamanla onu büyük ölçüde devre dışı bırakarak zihni kontrol altına alan ve giderek kendisini insana gerçek benliğiymiş gibi benimsettiren kurgusal bir yapıdan başkası değildir. Zihni kontrol altına alan ve giderek öz benliğin yerine geçen bu kurgusal yapının insanı maruz bıraktığı ilk tehdit ise 'ayrılık' vehmidir. Öz benliği, zahir ve bâtın tüm boyutlarıyla varlıkta tezahür eden Rab ve onun yarattığı mahlûkat ile ahadiyet ve vahdaniyet perspektifinde ayrılmaz, parçalanmaz, bölünmez bir bütünlük ilişkisi içinde bulunan insan, zihin vasıtasıyla bu öz benliğin yerine geçen nefs/ego nedeniyle kendine tüm varlıktan ayrı müstakil bir kimlik oluşturur ve zamanla benliğini bu kurgusal benlikle özdeşleştirir; daha doğrusu onun esiri haline gelir. Bu 'bütünden ayrı, bağımsız ve müstakil' kurgusal benlik aynı zamanda bir anlamda cennetten kovuluşun ya da düşüşün de temsilidir. Mevlânâ Celâleddin Rûmî'nin, insanın sembolü olarak yedi deliğiyle, nefsin yedi mertebesini temsil eden Ney'in 'ayrılıklardan şikâyet eden' hikâyesini bir tür Kur'an tefsiri olan Mesnevi'sinin en başında anlatması boşuna değildir. Zira öz benliği itibarı ile ilahî olanla ve varlıkla birlik-bütünlük halinde olan insanın kendini nefs ile özdeşleştirmesinden sonra ayrılık haline düşmesi insanoğlunun varlık macerasının da mihenk taşını temsil eder.

Kurgulanan benlikler

Nefs/ego, zihni, duyguları ve dürtüleri kullanarak vücut iklimine adeta bir paralel yapı gibi sızar ve kurguladığı 'ben'i gerçek benin yerine ustaca ve sezdirmeden geçirir. Kuran ayetlerinde kötülüğü emretmekle nitelenen, zihnin kurgusal bir yapısı olarak insanın gerçek benliğini örten nefs, onu varlıktaki bütüncül yapıdan kopartır ve yerini deneyim, duygu ve düşüncelerle sınırlı vehmi bir benlikle doldurur. Varlığın birliği ve bütünlüğünden 'ayrılmış' bu zannî halde insan kendisini düşünce, duygu ve dürtülerinden ibaret bir benlik olarak görür ya da böyle bir kimlikle tanımlar. Nefs, zaten bu haliyle varlığı ve varlığın hakikatini de kendi yapısına uygun olarak sınırlı ve tahrif edilmiş bir şekilde göstermek durumundadır. Hakikati örten ve tahrif edenden daha kötü kim olabilir? Artık asli varlığından kopmuş bir zihin durumuna dönüşen insan için bütün tehditlerin yolu açılmıştır. Habil ve Kabil'den beri insanın bir diğerini tehdit olarak görmesi, bu açılan yolun ilk kilometre taşlarından birini teşkil eder. Akabinde insan kendi öz benliğini nefsi ile özdeşleştirdikçe bu taşlar çoğaldıkça çoğalacaktır.

Asli benliğin yerine geçerek, kendini insana dayatan ve aynı zamanda zihinle de özdeşleştiren bu sanal benlik, eşyanın hakikatini olduğu gibi görmekten/göstermekten çok uzak ve kısıtlı olduğu için benimsediği/geliştirdiği karakter, bakış açısı, huylar ve varlık algısı da aynı ölçüde hakikatten uzak, kısıtlı ve sınırlıdır. İnsanı eşyanın hakikatini görmekten uzaklaştıran bu sanal benlik varlığı, dünyayı ya da hayatı kendi gözlüğünden gösterir. Dünyanın ve hayatın geçici suretlerine, biçimlerine yaslanır ve kendi varlığını onlara bağlar. Bu şekil ve suretler üzerinden amaçlar, hedefler, beklentiler kurgular, huylar benimser, duygu ve tepkiler geliştirir. Bu beklentileri gerçekleştiği sürece onları dost, gerçekleşmediği zaman engel olarak algılar. Bu bakış açısıyla ihtiyaçlar, endişeler, korkular, düşünceler, duygular, hırslar, mutluluk ya da mutsuzluklar, beklentiler, tatmin ya da tatminsizlikler, güven arayışı ve tehdit algıları üretir. Kendisini tanımladığı bu döngü içerisinde sürekli uyumsuzluk ve iç çatışma üretir. Uyumsuzluk ve iç çatışmalarla, beklenti ve ihtiyaçların karşılanamamasıyla sürekli tehdit üretimine yönelir.

Öz benlik, tezkiye denilen arınma ve saflaşma yollarıyla nefsin tasallutundan arındığı ve azat olduğu ölçüde hakikati daha uyanık ve saf bir bilinç ve idrakle algılamaya başlar. Nihayetinde -nasip olursa- idrak edeceği şey, kendi benliğinin mutlak, sınırsız ve sonsuz olanın benliğinden ayrı ve başka olmadığıdır. Bunu yapamadığı sürece üreteceği şey, sanal tatminler, zanlar, eksik görüşler, sanal korkular ve birbirini takip eden sürekli tehdit algılarından ibaret kalacaktır. Kabaca tarif ettiğimiz, varlığını geçici suretler ve vehim üzerine kuran bu mekanizma hemen hemen bütün insan bireylerinde hüküm sürdüğü ve tatminini bu geçici suretler üzerinden aradığı için, kişinin hem içinde hem dışında çatışma, engel ve tehditler bitmek bilmiyor. Yeryüzünü dolduran insanların büyük çoğunluğu gerçekte kendileri sandıkları şeyin hırslar, tepkiler ve duygularla donanmış sahte bir kimlik olduğunu, düşünce ve fillerine bu sahte benliğin yön verdiğini idrak etmedikleri sürece bu terane bitmek bilmeyecek. Manevi ve irfani geleneklerin bu sahte benlikten kurtulmaya yönelik eğitim yollarından mahrum kaldıkları sürece ise kendi asli benliklerinin farkına bile varmadan geçip gidecekler. Tıpkı geçmişte ve şimdi olduğu gibi nefsin kontrolündeki zihinlerle dünyayı yönetecek, işleri çekip çevirecek, varlığı anlamlandırmaya çalışacak ve tehdit üretmeye devam edecekler. Asıl tehdidin her insanın içinde hükmetmekte olan nefs/ego olduğunu bilmeden…
BİZE ULAŞIN