Son 20 sene içerisinde en çok dönüşen unsurlardan biri terörizm ve devletin terörizmle mücadele çabasıydı. Terörün tanımı, hedefi ve kapsamında yaşanan değişimler, başta Türkiye olmak üzere, terörle yıllardır mücadele eden her devletin, bu tehditle mücadele alanında ciddi etkiler yarattı.
11 Eylül'e kadar dünyada terör, yerel emelleri olan terör gruplarının amaçlarına ulaşabilmek için işlediği siyasi cinayet ve katliamlara verilen bir isimdi. Soğuk Savaş yıllarında terörizm bir yandan dünyadaki siyasi kutuplaşmanın sonucu olarak palazlanırken, öte yandan da aşırı milliyetçi grupların en önemli silahı haline geldi. Türkiye, bu ilk nesil terör saldırılarının en büyük kurbanları arasındaydı. Türkiye, henüz 1970'lerde bir yandan iç savaşa meyleden sokak çatışmaları ve ideolojik kamplaşmadan nasibini alan bir ülke halindeyken, bir yandan da ASALA gibi bir terör örgütünün Türkiye'nin yurt dışı temsilciliklerini hedef alan saldırılarıyla mücadele etmek zorunda kalmıştı. Bu süreçte Türkiye birçok ülkeden önce, aynı anda küresel bir terör ağıyla birlikte, içeride etkileri gitgide fazlalaşan bir siyasi karmaşayla mücadele etmek zorunda kalmıştı. ASALA gibi bir örgüt Lübnan'da palazlanıyor, Avrupa'da, ABD'de Türk temsilcilikleri ve Türk Hava Yolları bilet satış bürolarına saldırılar düzenliyor ve örgütün ideolojik olarak Sovyetler Birliği'ne yakınlığı konuşuluyordu. Türkiye'nin sınırlarını aşan örgüt, Türkiye'nin toprak bütünlüğüne ve Türk vatandaşlarının güvenliğine kastetmeye devam ediyordu ancak, bu yıllarda 'terörün kurbanı' denildiğinde ilk akla gelen ülkeler arasında Türkiye hiçbir zaman olmadı. Bir şekilde Batı merkezli düşünce ve uluslararası sistemdeki adaletsizlik, kendini bu noktada bütün açıklığıyla ortaya koydu.
Örgüt çok, hedef tek
Soğuk Savaş'ın son yıllarında Türkiye, ASALA ile mücadele konusunda aşama kaydederken ortaya çıkan bir başka terör örgütü, Türkiye'yi bir şiddet sarmalının içine sürükledi. PKK, bu dönemde silahlı mücadelesini kırsaldan kentlere yayma çalışmasını sürdürürken, Soğuk Savaş'ıan bitimi ve Körfez Savaşı sonrasında ortaya çıkan jeopolitik boşluktan da en fazla faydalanan örgütler arasında kendine yer buldu. Özellikle 1990'lı yılların başından itibaren Türkiye'nin yaşadığı dış politik kimlik krizi ve Körfez Savaşı'ndan sonra Kuzey Irak'ın aldığı şekil, PKK için önemli bir kaldıraç rolü oynamaya başladı. Türkiye, ASALA'nın aktif olduğu dönemde kendisine yapılan saldırıların birçoğunu yurt dışı temsilciliklerinde almıştı. ASALA'nın yaptığı bazı bombalı saldırılar hariç, temel saldırı hedefi yurt dışında yaşayan Türk devletinin temsilcileriydi. PKK ise önce Türkiye'nin içinde ve komşu ülkelerinde palazlandıktan sonra, temel olarak hedefini Türkiye'deki güvenlik görevlileri ve siviller olarak belirlemişti. Yapılan katliamlar ve saldırılar temel olarak o yıllarda Türkiye'nin toprak bütünlüğünü hedef almaktaydı ancak ASALA'dan farklı olarak, Türkiye'nin komşu ülkelerinde konuşlanmış ve Türkiye'den insan kaynağı sağlayan bir terör örgütünün ortaya çıkmış olması, Türkiye açısından oldukça zorlu bir durumu ortaya çıkardı. Mevcut örgüt neredeyse devlet sponsorlu denilecek kadar devletlerle iç içe varlığını sürdürüyor, bir yandan da bölgede Irak Savaşı sonrası oluşan otorite boşluğundan oldukça aktif bir biçimde faydalanıyordu. Bu durum, PKK'yla ilişkili grupların Batı Avrupa ülkelerindeki aktiviteleri de göz önüne alındığında, daha da sorunlu bir hal alıyordu. Bu noktada PKK, Soğuk Savaş artığı bir ideoloji, aşırı milliyetçi gruplar ve Suriye gibi, terör örgütlerini kendi stratejik amaçları doğrultusunda kullanabilen devletleri ortak bir paydada buluşturarak, Türkiye'ye karşı bir hareketin beşiğini oluşturuyordu. Derinleşen terör tehlikesi, küreselleşen dünya ve istikrarsızlaşan bölge ile bir arada ortaya çıkınca, bu tehlikenin boyutu da farklı bir hal aldı. Türkiye'nin 1990'larına kayıp yıllar denmesinin en önemli müsebbiplerinden biri, bu terör örgütünün saldırıları ve saldırıların yarattığı toplumsal ve siyasi istikrarsızlıklardı.
Türkiye, PKK ile mücadele içinde geçirdiği 1990'lı yılların sonlarında 'artık yeter' diyerek, Suriye rejimine verdiği ültimatomun sonucu olarak, PKK'nın Suriye'deki faaliyet alanını oldukça daralttı. Bu süreçte PKK da Türkiye'ye karşı saldırılarını azalttı. Ancak 11 Eylül saldırıları ile ortaya yeni bir terör tehdit tehdidi çıktı. Bu tehdit, bir yandan yeni bir nesil terörizmin kapılarını aralarken, öte yandan da mevcut terör örgütlerinin bu yeni tehditle kendini revize etmesine sebep oldu. 11 Eylül sonrası bu durumun ilk kurbanı olan ülkeler arasında Türkiye de yer alıyordu. 2003 yılının Kasım ayında El-Kaide sempatizanı bir grup, İstanbul'da Türkiye tarihinin en kanlı terör saldırılarından birini gerçekleştirdi. 50'den fazla kişinin ölümü ve 700'e yakın kişinin de yaralanması ile sonuçlanan bu saldırı, terör örgütlerinin sadece lojistik ve kaynak bakımından değil, artık insan kaynağı bakımından da uluslararasılaştığını bir daha gözler önüne serdi.
Terörle mücadelede beklenen destek gelmedi
Bu süreçte, dünyada terörle mücadele konusunda meydana gelen duyarlılık ve dayanışma duygusu birçokları tarafından yeni bir döneme girildiği olarak yorumlanmıştı. Yapılan konuşma ve açıklamalarda, ayrım yapılmadan bütün terör örgütleri ve bu terör örgütlerine destek veren ülkelerin üzerine gidilmesinin sıklıkla altı çizilmekteydi. Bu durum, senelerdir terörle mücadele konusunda yeterince destek bulamayan Türkiye için de önemli bir fırsat olabilirdi ancak, Irak Savaşı'nın başlamasından sonra bu umutlar sona erdi. Irak'ta Amerikan işgali sonrasında ortaya çıkan otorite boşluğunda PKK'nın daha fazla harekât alanı kazanması ve özellikle 2005 yılından itibaren Türkiye'ye yönelik saldırılarını artırması sonrasında, Türkiye ABD'den, terörle mücadele konusunda destek isteğinde bulundu ama ABD, kendi önceliği olarak gördüğü Irak'taki çatışmaların sonlandırılma çalışmaları sırasında, PKK ile girilecek bir mücadelenin, bu noktada dikkat dağıtacağını ve kendini zora sokabileceğini vurgulamaya başladı. Buna göre ABD'nin kendisinin de terör örgütü olarak gördüğü bir grup, Amerikan işgalinde olan bir ülkede rahatlıkla harekât alanı buluyor ve ABD'nin müttefiki bir ülkeye saldırılar düzenliyordu. Bunun karşılığında ABD yönetimi ise, Türkiye'nin kendisinden beklediği desteğin çok gerisinde bir noktada duruyordu. Bu süreçte PKK, Kuzey Irak'taki durumunu güçlendirirken, Irak'ta da, yaşanan çatışmalar sırasında kendi repertuarına yeni taktik ve operasyonel unsurlar eklemeyi başardı.
Ortaya çıkan durum Türkiye açısından endişe verici bir noktaya ilerlerken, ABD yönetimi PKK'ya uyarılarda bulunmakla ve retorik desteklerle yetiniyordu. Terörle mücadele konusunda askeri önlemler ve operasyonların yanında, Türkiye artık kangrenleşmiş Kürt meselesini çözmek amacıyla yeni bir açılım başlattı ancak bu süreçte küresel terör farklı bir boyuta doğru ilerledi ve Türkiye sınırında, özellikle Suriye'de baş gösteren iç savaş ile PKK farklı bir hareket alanına sahip olmuş oldu. Daha sonra anlaşıldığı gibi Türkiye, PKK'nın silahsızlanmasını ve sınırın dışına çıkmasını umarken PKK ise Suriye'deki durumu izlemekte ve buradaki gelişmelere göre kendine bir yol haritası oluşturmaya çalışmaktaydı.
Yeni terörizm dalgası
Türkiye'nin PKK ile mücadelesinde belki de en talihsiz olduğu durum, dünyada terörün tanımını değiştiren paradigmatik gelişmelerin bazılarının Türkiye sınırında ve PKK'nın var olduğu alanlarda gerçekleşmesiydi. PKK tıpkı Irak'taki iç savaş sırasında kendini güçlendirip, operasyonel alanda güçlendirdiği gibi Suriye'deki iç savaş sırasında da bu tip bir alan ve operasyonel ilerleme imkânı elde etmişti. Bu sırada yükselişe geçen DAİŞ ve korkunç aksiyonları, dünyada 11 Eylül sonrasında teröre karşı yeniden bir duyarlılık havası oluşturmuştu. Yeniden bir uluslararası koalisyon meydana getirilmiş ve bu şekilde DAİŞ'e karşı bir mücadele stratejisi oluşturulmuştu. PKK'nın Suriye kolu, bu noktada farklı bir görünüm ve misyonla ortaya çıktı. Kimsenin PKK'yla bağından şüphe etmediği bu örgütü, ABD ve uluslararası koalisyon bağrına basarak DAİŞ ile mücadeledeki temel dayanak noktalarından biri haline getirdi. Mesele tıpkı Irak savaşı sırasında olduğu gibi öncelik konusunda gelmişti. ABD yönetimi, Türkiye'nin ve kendisinin terörist olarak tanıdığı PKK'nın Suriye kolunu terörist değilmiş ve terörist saydığı örgütle ilişkisi yokmuş gibi göstererek meşru bir partner elde ettiğini sandı ve bu örgüte kimsenin ummadığı kadar meşruiyet sağladı. Yapılan askeri yardımlar ve eğitim desteği, örgütü moral bakımdan daha da güçlendirdi.
PKK, Temmuz 2015 tarihinde bir anda ateşkese son verdiğini açıklayıp Türkiye'ye karşı saldırılarına yeniden başladığında, elbette düşüncesindeki önemli unsurlardan biri Suriye'de elde ettiği etkinlik ve meşruiyetti. Türkiye'ye karşı saldırılarını, son dokuz aydır hiç aralık vermeden sürdürürken aynı zamanda da uluslararası camiada kendine destek sağlamaya çalıştı. Bu süreçte Türkiye, PKK'nın yaptığı bu manevrayla mücadele ederken, DAİŞ'in ortaya çıkardığı güvenlik problemleri ve DAİŞ'in saldırılarıyla da mücadeleye başladı. PKK bu süreçte yeni elde ettiği taktiksel donanım ile saldırı repertuarını genişletirken, Suriye'de sahada öğrendiği operasyonel özellikleri de Türkiye'ye karşı kullanmaya başladı.
Geldiğimiz noktada PKK, Suriye'de üyelerini eğitip hazırlayan ve Türkiye'ye göndererek terör eylemleri düzenleyen eski yapısından farklı bir terör örgütü olmaya başladı. DAİŞ ise, teröre getirdiği yeni anlam ve strateji ile dünya çapında oldukça boş ve sığ bir ağ yarattı kendine. En ciddi ve kanlı saldırılarını Türkiye'de gerçekleştirdi ve Türkiye bu yeni terörizm dalgasının da ilk kurbanları arasında yer aldı. Suruç, Diyarbakır, Ankara ve İstanbul saldırılarının arkasından DAİŞ çıkarken, PKK adeta DAİŞ ile yarışırmışçasına saldırılarını kent merkezlerine ve yoğunluklu nüfus alanlarına kaydırmayı başardı.
Bu noktada terör, her ciddi boyut değiştirdiğinde, öncelikli hedefler arasında her zaman Türkiye'nin adı yer aldı. Bu süreçte, Türkiye bir yandan El-Kaide ve DAİŞ gibi örgütlerin hedefi haline gelirken, öte yandan da PKK gibi on yıllardır mücadele verdiği örgütlerin bu yeni terör örgütlerinden yeni taktiksel ve operasyonel bilgi edinme hızıyla savaşmaya çalıştı. Bütün bunları yaparken, uluslararası camiadan beklediği desteği almakta oldukça zorluk yaşadı. Önümüzdeki dönemde bu alanda yaşanabilecek değişim ve dönüşümler sırasında da Türkiye'nin ciddi tehditlerle karşı karşıya kalacağı su götürmez gerçek.