Mustafa Akar: Vakte namazla bağlanmak

Vakte namazla bağlanmak
Giriş Tarihi: 2.2.2016 14:37 Son Güncelleme: 2.2.2016 14:39
Mustafa Akar SAYI:21Şubat 2016
Vakitler ve hallerin dağdağası içinde kalmış insan için namaz bir tür dalgakırandır. Bir çağrı alırız ve o çağrıya kulak veririz. Kafamızı kaldırıp dikkat kesiliriz. Müezzin bizi bağa ve bağlanmaya çağırır. Safa durur ve tevhid noktamız olan Kâbe’yi selamlarız. Elimizle dünyayı arkada bırakır ve tevhid noktasında bir olmaya doğru yöneliriz. Geleneksel hayatımız bağlılıklar üzerine kuruluydu. Aileye, eşe dosta bağlılık, sokağa, semte ve memlekete bağlılık... Bahçeye, tarlaya bağlılık; doğduğun yörede yetişen nebatata bağlılık. Bağlılıkta gönül bağı ile kurulan bir temas vardı çünkü. Bağ kelimesinin anlamlarındaki çeşitlilik bile gönül bağı ile atılan düğümün sağlamlığını gösteriyor. Bağımlılık ise tam da o düğümü çözmeye niyetli bir kavram. Artık bağlılıkla bağımlılığı bile birbirine karıştırır olduk. Şimdiki bağlarda düğüm ortadan kalktı. Gönül meselesinin olmadığı bir yerde bağlılıktan bahsedemeyiz elbette. Gönlü 'dağa' benzeten anlayıştan metazori bağımlılıklar adasına düşüşümüz devam ediyor.

Küçük bağımlılıklarıyla mutlu insanlar arasındayız. Hepimiz bir şekilde o bağımlılıklardan birisine müptelayız. Çin'e demiryolu yapıldığı yıllarda İngiliz mühendisler taşradaki tüccarlarla konuşup, demiryolunun Çinlilerin hayatını nasıl rahatlatacağını anlatıyorlarmış. Bir İngiliz mühendisle Çinli tüccar arasında şu konuşmanın geçtiği söylenir. Mühendis: "Ürettiğin pirinci başkente ne kadar sürede ulaştırıyorsun?" Çinli tüccar: "Bir ayda." "İşte", demiş mühendis, "Bu demiryolu sayesinde bir günde malın başkente ulaşacak." Tüccarın cevabı ise oldukça manidar: "Peki, geri kalan yirmi dokuz günde ben ne yapacağım!" Hayatımıza sirayet eden bu bağımlılık çeşitleri, işte Çinli tüccarın aklına takılan o sorunun cevabını veriyor, yani 29 günü nasıl geçireceğimizi belirliyor. Modern hayatın içindeki boşlukları dolduran bağımlılıklar elimizden bize özgü zamanı da aldı götürdü. Ahmet Haşim'in 'Müslüman Saati' yazısının son paragrafında belirttiği gibi 'boş vakit' denilen uydurulmuş zaman diliminde oldu ne olduysa: "Eski 'saat'le beraber akşam da, fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir, artık gecedir (…) Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz (…) Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz." Oysa dinimiz bizi zaman konusunda uyarıyor. Ve namaz ibadetiyle de bizi vaktin içinde bir bağlılığa yönlendiriyor. Yani gönül bağının en doruktaki haline…

Namaz, şekilden çok hale yakındır

Namaz sadece bir ritüel ve seremoni değildir; ariflerin dediği gibi şekilden çok hale yakın bir ibadettir. Peygamber Efendimiz bunu bir hadisinde şöyle ifade eder: "Sizin dünyanızdan bana üç şey sevdirildi; kadın, güzel koku ve gözümün nuru namaz." Peygamberimiz hadiste güzel ve güzele ait olan bir özelliği söyledikten sonra namazı göz nuru olarak nitelendiriyor. Gözümün nuru ifadesinin bizi ilettiği anlamlar bir ferahlık, açıklık duygusunu da beraberinde getiriyor. Göze ışık getiren, yolu açan bir şey olduğu çok açık namazın. Bir diğer hadiste de namazın "Müminin miracı" olarak nitelendirildiğini biliyoruz. Namaz bu anlamıyla bizim dünya ve ahiret arasında geçen hayatımızın tam ortasında duruyor. Bir iletişim biçimi demek ki namaz. Tıpkı güzeli ifade eden diğer etkenler gibi bir bağ kuruyor üzerimizde. Sadece bizim, bizle kurduğumuz bir bağ değil bu, yaratıcımızla kurduğumuz bir bağ da aynı zamanda.

Resulullah Efendimizin hadisin ilk kelimesi olan 'dünyanızdan' demesi de dikkat çekicidir. Namazın bir bağ olması ve namazda yaptığımız hareketlerin de bir bütünü teşkil etmesinde birtakım manalar ve hikmetler var.

Namaz bize önce vaktin değerini bildiriyor. Mutasavvıfların ibnül vakt (vaktin oğlu) kavramı vakti anlamada çok önemli bir kapı açıyor önümüze. Vaktin oğlu olmak, içinde bulunduğu vakit diliminde işlemesi en hayırlı olan ibadetlerle ve hallerle meşgul olmak demek bir anlamda. Vakit, iki zaman arasında bir yer. Geçmişle gelecek arasında. Şimdiyle sonra, sonrayla önce arasında anladığımız kadarıyla. Onun için dervişler geçmiş ve gelecekle ilgilenmek yerine, içinde bulundukları vakti en iyi şekilde değerlendirmek için ne yapabilirler, onunla meşgul olurlar. Yani sufi vakitten kurtulmuştur. Onun da üstüne çıkmıştır. Yine tasavvuf büyüklerinin kullandıkları bir diğer tabir olan 'hûş der dem' (her nefes alışverişte kulluğun bilincinde olan) ifadesi de, vakit şuuruna sahip olmakla yakından bağlantılıdır. Niyazi Mısri Hazretleri bunu şöyle ifade etmiştir: "Ne maziyem, ne müstakbel, her ânın anesiyim ben."

Namaz kıldığımız vakitler de bize bazı anlamları işaret ediyor ve sadece o vakit girdiği için o namazı kılmıyoruz. O namazı, o vakitte kılmakla bir anlama kılınıyoruz.

Sabah vakti bir başlangıcı anlatıyor bize, bir uyanışı. İmsak vakti giriyor ve hem bizim dünyamızda hem de dışımızdaki dünyada yeni bir gün başlıyor. Sanki dünyanın ilk sabahına uyanıyoruz. Annemizin karnından daha yeni doğmuş gibiyiz. Âlemde her şey uyanıyor, börtü böcek, nebatat... Hallerin devri yeniden ve yeniden başlarken, biz o değişen hallerin içinde bir ayılma hali yaşıyoruz. Sadece bedenen uyanmıyoruz, ruhen de bir uyanış bu. Dünya, imsak vaktinde yeniden yaratılırken, güneş yeniden doğarken, biz de yeniden yaratılırız. Hayat güneşimiz tekrar doğmuştur ve bu tazelik haliyle birlikte güne başlarız.

Öğlenin sıcaklığı ve şiddeti başımızın üstünü yakar. Sıcaklığın içinde alevi çağrıştırır bize öğle vakti. Yeni başlayan hayatımızın ortası, aynı zamanda gençlik ateşinin de doruğa çıktığı zaman dilimidir. Bazı âlimlere göre ise öğle vakti Hz. Adem'in yeryüzüne iniş vaktine işaret eder. Demek ki başlayan çevrimin ikinci haline geçeriz. Güneş en tepemizdedir ve dünyanın tam da ortasındayızdır.

İkindi vaktinde bir sararma başlar. Güneş batmaya yüz tutmuştur. Çevrim öbür yana dümen kırmıştır artık. Göçüp gitmenin hüznünü çağrıştırır ikindi. Saçların ağarmaya yüz tuttuğu, güneşin bizi bırakıp gitmeye meylettiği zaman dilimidir. İkindiyle birlikte çevrimin sona yaklaştığını duyarız. Sondan bir önceki sesleri duyarız. Kendimizi ona göre hazırlar, planlarımızı ona göre kurarız. Dünya lezzetleri acımaya başlamıştır çünkü.

Akşam vakti girmiştir ve güneş de bizden ayrılmış ve batmıştır. Çevrimin sonudur burası. Tıpkı sonbahar gibi ikindinin o tatlı serinliği gerilerde kalmıştır artık. Ufukta görünen hafif kızarık renkler, giden ömrümüzün son demleridir. Âlemden canlıların çekilme vaktidir. Geriye dönüş artık mümkün değildir. Çevremizdeki her şey susmuş, karanlığın örtüsü her yerimizi kaplamıştır. Namaza dururuz ve Rabbimize şükrederiz. Bize yaşattığı çevrimin tamamlanan bu noktasında, geride bıraktığımız günü düşünürüz; yapıp ettiklerimiz, sevinçlerimiz, üzüntülerimiz, haklılıklarımız, haksızlıklarımız, kırdıklarımız, sevindirdiklerimiz; hasılı geride bıraktığımız ne kadar şey varsa önümüze yığılır ve bizi düşüncelere sevk eder. Keşkeler, eyvahlar, ah ben onu yapmasaydım dediklerimiz önümüzde dizi dizi bizi beklemektedir.

Yatsı vaktinde büyük bir karanlığın ortasında yapayalnızız. Derin bir sessizliği yaşıyoruz. Güneşten tek bir emare kalmamış. Arzın üzerindeki kımıltılar dinmiş. Bizden bir işaret kalmamış geriye. Bir gölgeden ibaret gibiyiz. Yeni güne dair umutlarımız var. Yaratılacak olan güne dair düşüncelerimiz. Her şeyi yeniden kuracağız, O izin verirse. Öyleyse teheccüd vakti. Onunla aydınlanmak ve vaktin içindeki yüz binlerce vakte ermenin ve insan kalmanın ve tekrardan insan kılınmanın vakti.

Bir dalgakıran olarak namaz

Vakitler ve hallerin dağdağası içinde kalmış insan için Ömer Tuğrul İnançer Hocamızın da ifade ettiği gibi namaz bir tür dalgakırandır. Bir çağrı alırız ve o çağrıya kulak veririz. Kafamızı kaldırıp dikkat kesiliriz. Müezzin bizi bağa ve bağlanmaya çağırır. Safa durur ve tevhid noktamız olan Kâbe'yi selamlarız. Elimizle dünyayı arkada bırakır ve tevhid noktasında bir olmaya doğru yöneliriz. İstilam ederiz. Tüm Müslümanlar dünya etrafında tek bir çizgi olmaz, Kâbe'ye göre halkalar haline gireriz. Namaz kılarken, birbirimize yüzümüzü döneriz tüm dünyada. Merkezimiz, tevhid noktamız bizi o dönme işleminde bir araya getirmiştir. Bir araya toplanarak ya da tek tek dünya işlerinin ortasında dalgakıran olmaklığımız bu duruşla mümkün olmuştur. Kâbe, yani tevhid noktamız tam ortamızda durmaktadır.

Allahu Ekber diyerek namaza başlamak, dünyada olan ve biten her şeyi bir tarafa bırakmaktır. Eskimeyen Türkçede Âdem kelimesi elif, dal ve mim harfleriyle yazılır. Bir Müslüman kıyamda durduğunda Elif harfi, rükûya eğildiğinde dal ve secdeye yükseldiği zaman da mim harfi olur. Yani Âdem ve adam olmak için namaz kılmışızdır. Namazın üç temel rüknü şekil itibariyle bize adamlığı çağrıştırır. Namaz kılan birisini dışarıdan izlediğimizde, kişinin hareketlerinin hızlandığını düşünelim; karşımızda auraları birbiriyle sürekli karşılaşıp ayrılan bir insan göreceğiz. Yani namaz kılan insan kendisiyle buluşur, ayrılır, yere kapaklanır, yerden ayrılır, yeniden birleşir. Sürekli kendisiyle karşılaşan bir şekiller bütünü çıkar karşımıza.

Namazdan beklentimiz tüm ömrümüzü Yaratıcımızın huzurunda geçirmek isteğidir. Allah bize huzura çıkmak için namaz gibi kesin ve keskin bir imkân sunmuştur. Sevgili dostum şair İsmail Kılıçarslan'ın bir dizesinde söylediği gibi: "Belki de şunu demek istiyorum: dünyanın bir namaz ferahlığına ihtiyacı var."
BİZE ULAŞIN