Ayşe Eyyüpkoca Atila: Aile çağdaş edebiyatta en çok “engel” sözcüğüyle anılıyor

Aile çağdaş edebiyatta en çok “engel” sözcüğüyle anılıyor
Giriş Tarihi: 4.3.2022 12:59 Son Güncelleme: 4.3.2022 13:01

SAFİYE GÖLBAŞI

Şimdi size yaptığı şeyi, "iyi" yapan ve o "iyi"yi mütevazılığıyla taçlandıran birinden, Safiye Gölbaşı'ndan söz edeceğim. Safiye Hanım, bir öykücü. Serazat ve Seyircisiz kitapları ile 2021 Necip Fazıl İlk Eserler Ödülü'ne layık görüldü. Kendisini röportaj için aradığımda, "ödül gecesi yaptığınız konuşmayla beni kalbimden vurdunuz," dedim. Nasıl mı? Hani bazı insanları dinlerken, kendimizin kim olduğunu hatırlamaya başlarız ya, Safiye Hanım'ı dinlerken aynen öyle oldu. Sonrasında tabii ki hikâyesinin peşine düştüm. Düştükçe de hayatı, kadınlığı, anneliği en önemlisi kim olduğunu bilen, sözünü gerçekten sağlam kaleme alan biriyle karşılaştım. Gölbaşı ile yazma serüveninin nasıl başladığını, yaşadığı dokuz farklı şehrin öykülerine katkısını, bir yandan yazarken diğer yandan evi ve çocukları nasıl idare ettiğini, aldığı ödülü, Çağdaş Türk Edebiyatı içerisinde bir unsur olarak kadın, anne ve aile motifini konuştuk. Gösterişsiz, bağırmayan, ahkam kesmeyen, oldukça samimi ve güzel bir röportaj oldu doğrusu. Kendisini burada ağırlamaktan onur duyduğumu belirterek, nice kitaplar diliyorum.

Geçtiğimiz günlerde "Necip Fazıl İlk Eserler Ödülü" aldınız. Ödül takdim programındaki konuşmanızda biri üç yaşında, diğeri üç aylık olan çocuklarınıza ithaf ettiniz aldığınız ödülü. Bu hikâyenin neresindeler onlar? Küçük bir bebeği olan taze bir anne olarak o gece neler hissettiniz?
Eren Esad ve Emir Zahid hikâyenin tam ortasında, benimle ve babalarıyla sonsuz bir etkileşim hâlindeler. Onlar sözü keşfetmekten yürümeye, yemek yemekten oyun oynamaya, insan ilişkilerinden duyguların diline yaşam pratiklerini öğrenirken bize de bildiğimizi sandığımız ama aslında bilmediğimiz şeyleri mesela merhametin, anlayışlı olmanın, emek vermenin ne demek olduğunu öğretiyorlar. Yani biz onları büyütürken onlar da bizim kalbî ve aklî melekelerimizi büyütüyor, biz onları maddi manevi güçlendirmeye çalışırken onlar da bize güç veriyorlar.

Ödül gecesine gelirsek, o gece ailece sevinç ve heyecan içindeydik. Büyük oğlum hemen arka sıramda babaannesi ve amcasının arasına oturmuş töreni takip ediyordu. Küçük oğlum ise salonun üst kısmında babasının refakatinde pusetinin içindeydi. Tören boyunca aklımın bir köşesinin küçük oğlumda kaldığını, ona kavuşmak için saatleri saydığımı söylemeliyim. Benim için o gecenin güzelliği, tören nihayet bulup bebeğimi beslemek üzere kucağıma aldığım an tamamlanmış oldu, ancak o zaman rahat bir nefes alabildim.

Serazat ve Seyircisiz'de yazdığınız öykülerin tümünde incelediğiniz kişilerin hepsinin derdini anlayabildiğinizi, onların meselelerine katılabildiğinizi ve dahası bunları bize duyurabildiğinizi gördüm. Yazma serüveni ve öykücülük nasıl başladı?

Dostoyevski'nin Beyaz Geceler 'inde sürekli hayal kuran, kurduğu hayallerle mutlu yaşayan hatta kendisini çok etkileyen, heyecana sevk eden hayallerinin yıl dönümlerini kutlayan bir karakter vardır.

Ben de tam olarak böyleydim. Yaşadığım zamanı, bulunduğum mekânı, hâletiruhiyemi unutturan doludizgin bir hayal âleminin içindeydim. Ama aynı zamanda yaşıyordum, hayatın içindeydim. Ödevlerim ve sorumluluklarım vardı. Yani hayalle hakikati bir yerde uzlaştırmak zorundaydım. Üstelik hayal gücünün yanı sıra bende söz söylemeye, anlatmaya ama kendime özgü bir şekilde, mesela süsleyerek, benzetmeler yaparak anlatmaya dair bir ihtiyaç da vardı. Ancak hayat nasıl hayallerle yaşamaya müsait değilse böyle süslü sözler söylemeye, bir şeyi uzun uzadıya anlatmaya da müsait değildi. Zaman yoktu, ortamımı bulamıyordum, muhataplarım meşguldü.

İşte tam da burada "öykü" devreye girdi. İçimde çağlayan bu nehirleri akıtacağım doğru kanalı çok şükür ki erken yaşta keşfettim, çocukluğumdan itibaren hep yazdım. Edebiyat, kendilerine bir yer bulamadığım hayalperestliğimi ve anlatma arzumu sevinçli bir kabulle karşıladı. Öykü yazmak benim için hayalle hakikat arasında ama dengeye kavuşmuş bir şekilde yaşamanın yegâne yolu oldu.

Safiye Gölbaşı'nın eserlerindeki kahramanlarıyla arasında nasıl benzerlikler, yakınlıklar var? Dokuz farklı şehirde yaşadığınızı söylüyorsunuz mesela bu şehirler öykülerinizde yer buluyor mu?

Benimle benzerlikleri yahut bana yakınlıklarından ziyade kendi aralarında bir ortaklıkları olduğunu söyleyebilirim. Dikkat çekmeyen, sahne gerisinde kalmış, aslında söyleyecek sözü olan ama söz sırası kendisine gelmemiş, biraz da anlaşılacağından şüphe duyan, öte yandan kendisine ait bir derinliğe ve farklılığa sahip, iyi niyetli, duygularının farkında ama onları paylaşmaya çekinen bu sebepten kendi içine kıvrılmış karakterleri anlatmayı seviyorum. Ben de böyle miyim? Bilmiyorum.

Dokuz farklı şehirde yaşadığımı ise özellikle belirtiyorum. Çünkü zor bir şeydi, bana kuvvetle tesir etti ve beni şekillendirdi. Bunun benimle ilgili önemli bir bilgi olduğunu düşünüyorum. Sorunuza dönecek olursam, yaşadığım her şehrin öykülerime olduğu şekliyle yani mekân olarak girdiğini söyleyemem ama atmosfer ve duygu olarak orada olduklarını, onları gördüğümü söyleyebilirim. Bunun yanı sıra bir şehirde bir hayata başlayıp onu bir müddet devam ettirdikten sonra nihayetlendirerek yeni bir yerde bir kez daha yeni bir hayat kurmak ve bunu defaatle yapmış olmak, bana pek çok şeyle birlikte hikâye kurmayı öğretti. Başlamayı, devam ettirmeyi, sonlandırmayı; bütün bunların bir hikâyeye nasıl dâhil olduğunu; birbirinden bağımsız gibi görünen küçük öykülerin ana hikâyenin içinde nasıl anlamlandırılacağını; mekânın, şehrin bir karakteri -beni- nasıl dönüştürdüğünü hep bu taşınmalar esnasında tecrübe ettim. Belki kitaplardan öğrenilecek şeylerdi bunlar, ben yaşayarak öğrendim.

Annelik çok fazla bölünmek, birçok işi aynı anda düşünmek ve yapmak demek. Yazmak için içeri çekilmek gerektiğine dair bir klişe de varken, bize evi, çocukları ve yazarlığı bir arada nasıl yürüttüğünüzden bahsedebilir misiniz?

Tek bir kelimeyle ve dürüst bir şekilde ifade etmek gerekirse ki gerekir dua ile. Yazarlık bitmeyen bir mesai, odaklanma ve adanmışlık ister. Tıpkı anneliğin ve ev işlerinin de bitmeyen bir mesai, odaklanma ve adanmışlık istediği gibi. Yani iki ya da daha fazla şeyin sizi aynı anda kuvvetli bir şekilde farklı yönlere çektiğini düşünün. Bu durumda ne yaparsınız? Ben anneliğin, acziyetin idraki ve itirafı için iyi bir fırsat olduğu kanaatindeyim. Bundan sebep sıklıkla yazarlığım ve anneliğim konusunda yardım istiyorum. Ama sadece gerçekten yardım edebilecek olandan, hakiki yardımcıdan, sahih dosttan. Biliyorum ki Yaradan'ım, Sahib'im zamanın içinde zaman yaratır, geride kalanı öne geçirir, yitiği daha güzeliyle telafi eder, zayıfı güçlendirir, düşeni kaldırır, kaldırdığını yüceltir, yol açar imkân verir. Bu yüzden anneliğimle, evimle yahut yazarlığımla ilgili bir şeyleri kaçırdığımı, yanlış yaptığımı, kaybettiğimi, çaresiz kaldığımı düşündüğüm zaman paniğe kapılmıyorum duaya sarılıyorum.

Bir de anne olduktan sonra zamanı, günlük haftalık olarak değil de dönemlik olarak algılamaya başladım. Yemeği muntazaman yapamadığım bir dönem olabilir, evin dağınık olduğu bir dönem olabilir, çok az okuduğum yahut hiç yazamadığım bir dönem olabilir, çocuğumu anlayamadığım onunla anlaşmaya yol bulmadığım bir dönem de olabilir. Ama hepsi geçer. Annelik en büyük ezber bozandır. Anne olduktan sonra, şu iş ancak şöyle yapılır, bu ancak şu şartlar altında gerçekleşir, bu hep öyle gider dediğimiz hiçbir şeyin aslında öyle olmadığını, bir işi kotarmanın aklımıza dahi gelmeyen nice yolları olduğunu görürüz. Yani sıklıkla yanılırız, üstelik yanıldığımıza da memnun oluruz. Biraz sabır ve zamanla ama ille dua ille duayla su akacağı yolu bulur. Yazılar yazılır, ev toplanır, yemekler yapılır, kitaplar okunur, çocuklar büyür.

Çağdaş Türk Edebiyatı içerisinde bir unsur olarak kadın, anne ve aile motifinin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Herhangi bir konuda geleceği görebilmek ciddi bir meziyet, açıkçası böyle bir iddiam yok. Ancak bugünle ilgili, bugün yazılan hikâyelerde annenin, ailenin yeri ve karşılığıyla ilgili şunları söyleyebilirim; aile çağdaş edebiyatta en çok engel sözcüğüyle anılıyor. Anne baba rolleri kadın ve erkek için, evlat rolü de çocuk için kendini gerçekleştirmeye engel olarak gösteriliyor. Kendini gerçekleştirmekten kasıt ise bir yeteneği ortaya çıkarmaktan ziyade aklına eseni yapmakla yahut bir başkasında görüleni taklit etmekle sınırlandırılmış durumda.

Ailenin, anneliğin kutsal olmadığı sıklıkla vurgulanırken önemi ve işlevi de göz ardı ediliyor. "Kutsal değiliz" söylemi, bugünün annelerini sorumluluğun daha az ama vicdan azabının daha çok olduğu bir yere çekiyor. Tek ya da en fazla iki çocuklu bekâr anne karakteriyle sıklıkla karşılaşıyoruz. Annenin kafasının daha karışık, davranışlarının daha tutarsız olduğu, çocuğun anneden daha sakin ve akil olduğu anlatılar okuyoruz. Bu hikâyelerde çocuk genelde annenin bakımı altında oluyor ancak anne bu görevi, kendi annesiyle, bakıcıyla yahut bir kurumla paylaşıyor. Babalar annelere göre daha pasif ve aileye daha uzak bir roldeler. Ancak bu yeni bir durum değil örneğin on dokuzuncu yüzyıl romanlarına baktığımız zaman da annelerin daha etkin babaların daha silik ya da aileden kopuk olduğunu görebiliriz.

Çocuk yetiştirmek, onu eğitmek, tepkiyle karşılanan neredeyse yasaklı, demode deyişler. Bunun yerine çocuğa eşlik etmek tabiri öneriliyor. Yani hayatta olduğu gibi edebiyatta da çocukerkil anlatıların çoğaldığını, güç ve yetke ibresinin çocuğa doğru kaydığını görüyoruz. Şefkatli, vakar sahibi, rehberlik eden anne babalar yerine çılgın, eğlenceli, daima genç kalan yani çocuğuna eşlik eden anne babalar, yazarların tercihi olduğu kadar okurda da karşılık buluyor. Bu durum zannederim bir süre daha böyle devam edecek, bu hikâyeler kendilerine bir süre daha alıcı bulacak.

Kendi anneniz ile kurduğunuz bağ için geçmişinize döndüğünüzde aklınıza gelen en çarpıcı imge ne oluyor? Çocuklarınızın sizi hangi imgelerle hatırlamalarını istersiniz?

Annemi tanımlayan iki imge tebessüm ve onaydır. Annem olumluyu takdir eden, güzele teşvik eden bir anneydi. İyi bir şey yaptığım mesela namazlarımı düzenli kıldığım zaman bana set aferin derdi. Yani yüz aferin. İçim coşkuyla dolardı. Benden başka sekiz çocuğu daha olduğu hâlde benimle evcilik oynamaya hem vakit bulur hem de bunu içtenlikle, mütebessim bir şekilde yapardı. Annem o kalabalığın içinde hiçbir zaman meşgul, ulaşılamayan, yorgun bir anne değildi. Yaşım ilerledikçe oyunların yerini sohbetler aldı. Annemin bana ayıracak zamanı hep vardı. Ben talihli bir insanım, annesi tarafından fark edilmiş, onaylanmış, anne duasıyla desteklenmiş bir insan. Elhamdülillah.

Çocuklarımın beni nasıl hatırlamalarını isterim? Doğrusu bunu düşününce duygulanmamak elde değil. Dilim döndüğünce şöyle ifade edeyim: Evvela onlar için yaşamlarının sevgi dolu tanığı, iki cihan saadeti için duacıları, varlıklarından ötürü sevinçle parlayan bir çift gülen göz, daima açık bir kucak, hazır bir sofra, istedikleri kadar uzaklaşmakta özgür oldukları ama çıkıp geldikleri zaman aynı şekilde bulacakları bir liman olmak isterim ve umarım onlar tarafından da bu şekilde hatırlanırım.

BİZE ULAŞIN