Enis Doko: FİLOZOFLARIN GÖZÜNDEN “SAĞLIK HASTALIĞI”

FİLOZOFLARIN GÖZÜNDEN SAĞLIK HASTALIĞI
Giriş Tarihi: 13.05.2025 15:07 Son Güncelleme: 13.05.2025 15:07
Enis Doko SAYI:122

Çağdaş ileri tıp çağında her zamankinden daha sağlıklıyız. Ancak paradoksal bir şekilde, insanlar sağlıkları konusunda daha önce hiç bu kadar endişeli olmamışlardı. İnsanlık tarihinde ölüm ve sağlıklı olmak konusuyla en çok meşgul olan toplum biziz. Modern toplum sağlığı sadece bedenin bir durumu olarak değil, aynı zamanda bitmek bilmeyen bir kişisel gelişim, hatta ahlaki yükümlülük olarak okuyor. Filozoflar uzun zamandır insanın sağlık, hastalık ve ölümlülükle olan ilişkisi üstüne kafa yordular. Bu çalışmalarını günümüz çağdaş toplumu anlamak için de kullandılar. Bu yazıda birkaç önemli filozofun yaklaşımlarını ele alacağız.

İlk olarak meşhur Fransız felsefeci Michel Foucault'nun "Biyo-politika" kavramı üstünde duracağız. Bu kavram modern toplumun sağlık ve tıbba olan takıntısını, yaşamın kendisini yöneten daha geniş bir iktidar sisteminin parçası olarak açıklar. Foucault'ya göre, modern toplumlarda iktidar artık yalnızca yasalar ve baskı yoluyla değil, aynı zamanda bedenlerin, sağlığın ve biyolojik süreçlerin düzenlenmesi yoluyla da işlemektedir. Biyo-iktidar olarak adlandırılan bu iktidar biçimi, tıbbi kurumlar, kamu sağlığı politikaları ve kişisel öz disiplin aracılığıyla uygulanmaktadır. Diğer bir deyişle sağlık takıntısı, bireylerin tıbbi normları içselleştirdikleri ve kendi davranışlarını düzenledikleri bir çeşit disiplin biçimidir.

Foucault'a göre modern öncesi toplumda iktidarlar insanların yaşam ve ölümüne idam ya da savaş emirleri gibi eylemlerle karar veriyordu. Modern toplumlardaki iktidarlar bunları terk etti, ama insan yaşamını yeni bir yöntemle, biyo-iktidar ile yönetmeye kalktılar. İktidarlar bu doktrin çerçevesinde doğum oranlarını, kamu hijyenini, tıbbi bakımı ve beslenmeyi kontrol ederek insan yaşamını yönetirler. Bu şekilde güç kullanmak zorunda kalmamış olurlar.


Bir iktidar mekanizması

Foucault'a göre hastaneler gibi tıbbi kurumların tek amacı hastalıkları iyileştirmek değildir. Bu kurumlar birey üzerinde devletin kontrolünün bir aracıdır aynı zamanda. Ona göre "normal" kilo ya da "normal" ruh hali gibi normlar doğrudan toplum tarafından inşa edilir, ancak insanlara evrensel bilimsel doğrular olarak dayatılır. Bireyler bu normları içselleştirerek kendi kendilerini gözetlemeye başlarlar. Diyetlerini takip ederler, egzersiz rutinleri uygularlar ve tıbbi kontrollere katılırlar. Burada kendi iradelerini uyguladıklarını düşünseler de aslında devletin emirlerini takip ederler. Buna günümüzde şirketler de dâhil olmuştur ve uyku düzenimiz, kalori alımımız, kalp atış hızımız sürekli takip edilir ve kaydedilir.

Devlet bunu özellikle halk sağlığı kampanyaları ile yapar. Burada bireylere kendilerini ve başkalarını korumak için sorumlu davranmalarının beklendiği risk söylemleri devreye sokulur. Bunun sonucunda sağlık artık sadece biyolojik bir durum değil ahlaki bir görev haline gelmiştir. Sigara içmek ya da obez olmak gibi sağlıksız davranışlar kişisel bir tercih olarak görülmez, erdemsiz eylemler olarak okunur. Dolayısı ile bu kişiler ayıplanır ya da sorumsuz vatandaşlar olarak kodlanırlar.


İşte Foucault'a göre "sağlık hastalığının" nedeni tam da budur. Biyo-iktidar riski oradan kaldırmayı amaçlamaz. Tam tersi risk yönetimi ile büyür. Sağlık ne kadar çok izlenirse, o kadar çok risk ortaya çıkar. Yeni hastalıklar ve yeni ilaçlar hayatımıza girmeye devam eder. Dolayısı ile "sağlık hastalığı" sadece kültürel bir eğilim değil, aynı zamanda derinlere gömülü bir iktidar mekanizmasıdır.

Tıbbın bir ideolojiye dönüşmesi

Çağdaş tıbbın sınırları ile ilgili ilginç bir eleştiri Ivan Illich'in aşırı tıbbileştirme eleştirisidir. Tıbbileştirme, bir zamanlar normal/ sağlıklı olarak kabul edilen davranışlar, duygular ve yaşam deneyimlerinin teşhis ve tedavi gerektiren tıbbi sorunlar olarak yeniden tanımlanmasıdır. Illich tıbbın bir ideoloji haline geldiğini, yaşamın tüm yönleri üzerindeki kontrolünü genişlettiğini, yaşlanma, doğum ve hatta üzüntü gibi doğal deneyimleri tıbbi durumlara dönüştürdüğünü savunur. Tıp bir ideolojiye dönmüştür, çünkü neyin normal/anormal olduğunu tanımlayarak insanların otantikliğine zarar verir.

Peter Conrad bu eleştiriyi daha da ileriye taşır. Conrad'a göre stres, yaşam tarzı seçimleri ve kişilik özellikleri gibi tıbbi olmayan konuların tıbbi terimlerle ifade edildiğine ve bunun da tıbbileştirme olduğuna dikkat çeker. Bir zamanlar normal insan deneyiminin bir parçası olarak görülen üzüntü, utangaçlık, çocuklukta yaramazlık birçok psikolojik durum, artık depresyon, sosyal anksiyete, DEHB gibi tıbbi terimlerle anormallik olarak teşhis edilmektedir. Psikiyatri ilaç endüstrisinin yükselmesi ile insanın duygusal ya da davranışsal sorunları sosyal, varoluşsal veya felsefi perspektiflerden
anlamak yerine tıbbi olarak tedavi edilmesi gerektiği fikrini yaymıştır. Yaşlanma da artık bir doğal süreç olarak görülmez. Kişiler yaşlanma karşıtı ilaçlar, hormon tedavileri ve kozmetik müdahalelerle menopoz ya da yaşlanma gibi süreçleri "tedavi" etmeye çalışırlar.

Erkekler cinselliklerinin hiç azalmaması gerektiğini düşünerek ilaç tedavisi alırken, yorgunluk ve tükenmişlik yaşayan insanların işyeri koşullarını iyileştirmek yerine onlara reçeteler verilir. Üstelik pre-diyabet, pre-hipertansiyon gibi kavramlarla daha hastalanmamış bireylere bile tedavi önerilir. Belki bu noktadaki en çarpıcı tespit Ulrich Beck'in Risk Toplumu adlı kitabından gelir. Beck'e göre artık sağlık iyileşmekten ziyade sürekli risk önlemeyle ilgili hale gelmiştir. Günümüz dünyasında hiç kimse gerçekten "sağlıklı" değil, sadece "henüz hasta değil". Hepimiz potansiyel hastalıkların gölgesi altında yaşayan, algoritmalar tarafından izlenen ve sağlık otoriteleri tarafından disipline edilen ön-hastalarız.

Tıbbileştirme ve hastalık tacirliği

Conrad'a göre normal durumların tıbbi bozukluğa dönüştürülmesi hastalık tacirliğidir ve ilaç endüstrisini besler. Aslında tıbbileştirme ciddi bir kültürel sorundur, zira yas ya da yaşlanma gibi doğal insan deneyimlerini yaşayıp onları kucaklamak yerine insanların onları hastalık olarak görüp mücadele etmesine yol açar. Bu tabi hastalık algımızı daha da güçlendirir. Süreç otantikliğimize ciddi zarar verir. Bu da bizi üçüncü perspektife götürüyor.

Heidegger, Camus, Frankl gibi varoluşçular, sağlık konusundaki takıntımızın yaşam, ölüm ve anlam gibi daha derin gerçeklerle yüzleşmekten
bizi alıkoyduğunu savunurlar. Martin Heidegger meşhur eseri Varlık ve Zaman'da varoluşumuzun kaçınılmaz ölümlülüğümüzün farkındalığı ile tanımlandığını ileri sürer. Bununla birlikte, çoğu insan günlük dikkat dağıtıcı unsurlar aracılığıyla bu farkındalıktan kaçınır. Bunların en önemlisi de çağdaş tıptır. İnsanlar tıp aracılığıyla yaşam ve ölüm üzerinde bir kontrol sağlayabilecekleri yanılgısına düşerler. Oysa yaptıkları tek şey varoluşsal
sorunları ile yüzleşmeyi ertelemektir.

Bu ise zararlıdır, zira Heidegger'e göre gerçek otantiklik, bireyler ölümlülüklerini kabul ettiklerinde ve en derin değerleri doğrultusunda yaşadıklarında ortaya çıkar. Ölümü geciktirmenin bir yolu olarak sağlığa takılmak yerine, ölümlülüğü kucaklamak ve şimdiki zamanda anlamlı bir şekilde yaşamak varoluşsal olarak daha tatmin edici bir yaklaşım olacaktır. Camus ve Sartre da benzer kanaattedir. İnsanlar "sağlıklı kalmak" uğruna neşeyi, anı yaşamayı ve hatta ruh sağlıklarını feda etmektedir. Bedenlerimizi en iyi hale getirmeye ne kadar odaklanırsak, sonuçta yalnızca kaçınılmaz olanı erteleriz. Kaçınılmaz olarak öleceğiz tıp ne yaparsa yapsın.


Sağlık takıntısı anlam arayışını engeller

Varoluşçuluğu psikoloji alanına uyarlayan psikiyatrist Viktor Frankl insanın en temel güdüsünün anlam arayışı olduğunu iddia eder. Din gibi geleneksel anlam kaynaklarının azaldığı çağdaş seküler toplumlarda insanlar yeni bir amaç kaynağı olarak sağlık ve zindeliğe yönelmektedir. Bu insanlar sağlıklı kalırlarsa hayatlarının bir anlamı olacağı yanılgısı ile sağlığı takıntı haline getirirler. Oysa bu sadece bir yanılgıdır ve bu durum daha derin varoluşsal düşüncelerle ilgilenmemize engel olur.

Frankl, acı çekmenin hayatın bir parçası olduğunu ve her zaman ortadan kaldırılmaması, aksine gelişim için bir fırsat olarak görülmesi gerektiğini savunur. Ona göre tıp endüstrisinin üzüntü gibi doğal duyguları bile ortadan kaldırma eğilimi sığ bir varoluşa yol açmaktadır. İnsanlar "sağlıklı olmanın" ötesinde bir anlam aramalıdır. Bu anlamı yakalayan bireyler kaçınılmaz ölüm ve hastalık gerçeği ile daha güçlü yüzleşecek ve sağlık takıntılı insanlardan daha anlamlı bir hayat yaşayacaklardır. Nitekim sağlık takıntılı bireylerde en ufak sağlık oynamaları bile varoluşsal kaygıya dönüşür.


Varoluşçular çağdaş toplumla ilgili çok önemli bir noktaya dikkat çekerler: İnsanlar neden daha uzun yaşamak istediklerini sorgulamadan uzun ömürlülüğün peşinden koşarlar? Hastalık ve tıbbi kısıtlamalardan korkarak yaşayan 90 yaşındaki bir kişi gerçek anlamda yaşamamış bile olabilir. Aslında gariptir, ölümden kaçmak yaşamı arttırmaz azaltır. Stoacılık, Zen Budizm ya da Tasavvuf gibi antik bilgelik gelenekleri yaşamın değerini arttırmak için ölüm üzerine düşünmeyi teşvik ederlerdi. Modern toplum ise onu tabulaştırarak insan deneyimini sınırlamaktadır.

Sufiler kanaatimce varoluşçulara yakın bir perspektif sunarlar. Modern toplum, dünyayı tek gerçeklik olarak görür. Bu yüzden de bu dünyaya bağlanır, hiç ölmeyecek gibi yaşamak ister. Bu varoluş da bedenin varlığının devamlılığı ile ilişkilendirildiği için çağdaş insan bedenini mükemmelleştirirse mutluluğu ve tatmini bulacağını sanır. Böyle olunca hastaneler toplumun merkezine oturur.


Gerçek sağlık, kalpte huzurun varlığıdır

Ancak tasavvuf bize gerçek sağlığın sadece hastalığın yokluğu değil, kalpte huzurun varlığı olduğunu hatırlatır. Bu huzur ise hayatın gerçek anlamı üstüne düşünmekle elde edilebilir. Sağlık önemlidir elbette, bedenimiz Allah'ın emanetidir ama bir amaç değil araçtır. Onu amaç edinmek varoluşun gerçek amacından uzaklaştırır. Bu amaç ruhun arınması, kusurlu olduğumuzun yani kul olduğumuzun kabulü, İlahi Olan'a teslim olup güvenerek yaşamaktır. Bu yaşam kalbi tatmin edecek, kişinin durumu ne olursa olsun huzur bulmasını sağlayacaktır.

Tasavvuf ve varoluşçuluk, dini bakış açımıza bağlı olarak, modern toplumun sağlık takıntısından kurtulmak için önemli ipuçları sağlar. Sağlık önemlidir ve korunmalıdır, ama tapınılacak bir nesneye dönüşmemelidir. Tıp yaşamımıza hizmet etmelidir, yaşamımız tıpa değil. Yaşlılık, hastalık ve ölüm hayatın doğal bir parçası olarak kabul edilmelidir. Dindarsanız ölüm sonrası yaşama hazırlığa odaklanılmalıdır. Ama her koşulda sadece uzun yaşam yerine anlama da odaklanmak gerekir. Yaşamın anlamı bulunmadığı ve hayatımız ona göre yaşanmadığı sürece mutlu ya da huzurlu olmamız olası değildir.


Tıbbi indirgemecilik reddedilmelidir, yaşamın tek değeri ve kalitesinin tek belirleyicisi sağlık değildir. Kusurluluğunuzu kucaklayın. Biz kuluz. Acı çekmek, yaşlanmak ve hatta hastalık kişisel, manevi ve felsefi gelişime yol açabilir. Yine dindarsa kişi İlahi olanla bu vesile ile daha anlamlı ve derin ilişkiler kurabilir. Ölüm hayatı değersiz kılmaz, tam tersi her anın önemli olduğunu hatırlatır. Ve elbette önemli olan ne kadar yıl yaşadığınız
değil, bu yıllara ne kadar çok deneyim sığdırdığınızdır. Her gün aynı şeyi yapan bir kişi 1 milyon yıl boyunca ölmese de sadece bir gün yaşamıştır. Sağlığı takıntı yapmak yaşamın içini doldurmaya engel olabilir. Yaşayın, imkansızı istemeyin.

BİZE ULAŞIN