Her şey içimde bana ait olmayan o sesi duymamla başladı. Bu his benim miydi, yoksa bir başkasının mı? Benim değilse kimin? Peki, ben neden taşıyorum bu sesi içimde?
Yukarıdaki cümleler, öylesine cümleler değil. Bundan yıllar önce kendi kendime kurduğum ve akabinde hayatımı, kariyerimi, geçmişimi ve geleceğimi kökünden değiştiren cümleler, cümlelerim…
Bazen, anneannemizin/babaannemizin veya dedelerimizin yaşadığı acı dolu deneyimlerin yankılarını kendi hayatınızda hissedebileceğimizi hiç
düşündünüz mü? Kuşaklar önce yaşanmış büyük bir stresin veya acının bugün bizim bedenimizde ve davranışlarımızda izleri olabilir mi? Bu sorular ilk duyduğunuzda bilim-kurgu gibi gelebilir, çarpıtma bilgiler gibi hissedilebilir, ama değil... Peki, böyle bir şey nasıl mümkün olabilir, günlük hayatımızda geçmişten gelen bu etkinin ipuçlarını fark ediyor muyuz? Travmalar gerçekten genetik olarak nesilden nesile aktarılabilir mi? Ve eğer öyleyse, bu zinciri kırıp kendi çocuklarımıza bu yükü aktarmadan devam edebilmemiz mümkün mü? Tüm soruları ben de sordum ve cevabı yine kendim, hayatımı değiştiren o alan üzerinde çalışarak buldum: "Epigenetik", bir diğer deyişle, "genlerin üstünde."
Genetik denince akla gelen ilk şey "oğlan dayıya, kız halaya çeker" olur ve ardından birçoğumuz DNA'mızı düşünürüz. Göz rengimizi, boyumuzu veya belli hastalıklara yatkınlığımızı belirleyen ve atalarımızdan miras aldığımız DNA dizileri, adenin (A), timin (T), guanin (G), sitozin (C). Hepi topu 4 harfin farklı farklı dizimi. Peki ya yaşam deneyimleri, onların hiç mi önemi yok? Zaten DNA'mız belli, nasıl g ildeysek öyle gidecek miyiz? Büyük bir
üzüntü veya sevinç, korku veya açlık deneyimi DNA'nın kendisini değiştirmeden de olsa etkisini bırakabilir mi? İşte epigenetik tam da bu noktada devreye giriyor. Peki, epigenetik nedir?
Genlerimize atılan imzalar
Epigenetik kavramı, genetik adının önüne getirilen ve Latince "üstünde, ötesinde" anlamına gelen -epi ekinin eklenmesiyle ortaya çıkmış, "genlerin üstünde" anlamına gelen ve karmaşık soruların cevabını veren bir bilim dalıdır. Basitçe, DNA dizisini değiştirmeden, genlerin okunma
şeklini değiştiren kimyasal etiketler olarak tanımlayabiliriz. Travma gibi güçlü bir deneyim, genlerimizin harflerini tek tek değiştirmese de üzerlerine not düşerek hangi genin ne kadar çalışacağına dair ayarlamalar yapabilir ve mevcut genin ne derece aktif olup olmayacağına karar verebilir.
Bilim insanları, çevresel etkinin genler üzerindeki bu tür kalıcı izlerini tespit etmek için belli bir süredir çalışıyorlar. İlk olarak hücre hattı, akabinde hayvan çalışmaları nesiller arası aktarımların etkilerini ortaya koydu. Ancak insanda da sürecin benzer işleyip işlemediği soru işareti olarak devam etti, zira insanda travma ve nesiller arası analiz yapmak o kadar kolay değildi. Özellikle II. Dünya Savaşı'nın sonları nesiller boyu aktarılan travmaların sonraki nesillerde etkisini araştırmak için uygun zamanlar olmuştu. Çalışmalardan birinde, savaş sonrası yaşanan büyük bir kıtlık döneminde anne karnında kalan bebeklerin, aradan 60 yıl geçse bile DNA'larında farklı bir "epigenetik imza" taşıdığı tespit edildi. Bu çalışmada, hamileliğin en başında açlık stresiyle karşılaşan annelerin çocuklarında, büyümeyi düzenleyen "IGF2" adlı gende anormallik tespit edildi ve bu epigenetik imzayı ömür boyu taşıdılar.
Yine II. Dünya Savaşı sonlarında görülen Hollanda Açlık Kışı da epigenetik imzaları ispatlayan olaylar arasında yer almaktadır. Açlık Kışı'nda anne karnında yetersiz beslenmeye maruz kalan bebekler yetişkin olduklarında metabolizma ve sağlık açısından diğer yetişkinlere göre ciddi farklılıklar gösterdiler; normalden daha yüksek obezite riski taşıdılar, çünkü anne karnında açlığa adapte olan bedenleri, doğumdan sonra fazla besine ulaştıklarında buna aşırı depolama eğilimi gösterdi.
Büyük stresler genlere işleniyor
Bu insanların kalp hastalıkları ve diyabet oranları arttı; çünkü gelişim döneminde yetersiz beslenmeye karşı vücutlarını korumaya yönelik genetik düzenlemeler yapılmıştı, ancak yetişkin hayatlarında bu durum dezavantaja dönüştü. Daha yüksek stres tepkisi gösterdiler. Stres hormonlarını düzenleyen sistemleri, anne karnındaki sıkıntılı döneme göre şekillenmişti, bu da yetişkinlikte daha hassas bir sinir sistemi anlamına geliyordu.
Sadece açlık değil, savaş, soykırım veya zorunlu göç gibi büyük stresler de benzer izler bırakabiliyor. Tarih boyunca savaş veya kitlesel açlık yaşamış kuşakların çocuklarında alışılmadık fizyolojik özellikler gözlemlendi. Örneğin Holokost'tan sağ kurtulanların çocuklarında stresle başa çıkma
mekanizmaları farklıydı. Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) oranları, genel popülasyona göre daha yüksekti. Soykırım döneminde yaşamamış olmalarına, herhangi bir deneyimleri olmamasına rağmen depresyon ve kaygı bozukluğu riskinin artmış olduğu tespit edildi. Ebeveynlerinin yaşadığı korku ve kaygılar, çocuklarının nörolojik sistemlerine bile işlenmişti. Bazı genetik değişimler nesiller boyu devam etti, bunların en başında da kortizol (stres hormonu) seviyelerini düzenleyen genlerde farklılıklar geliyordu.
Geçmişte böyle büyük soykırım yaşayan ve bunun epigenetik imzalarını üzerinde taşıyan bir toplumun bugün Filistin'de çok daha büyük ve canice bir soykırım yapması, insanlığın ne kadar acımasız olduğunun göstergelerinden biri ne yazık ki. Kaldı ki bugün Filistin'de yaşananlar TSSB olamıyor, çünkü travma 75 yıldır bitmiyor, travma sonrasına geçilemiyor… Tıp literatürü değişiyor ve Devam Eden Travma Stres Bozukluğu adında yeni tanılar ortaya çıkıyor.
Günlük hayatta geçmişin izleri
Elbette, her birimizin hayatında atalarımızdan miras kalan travmaların etkisi farklı düzeylerde olabilir. Kimi zaman hiç beklenmedik anksiyetelerimizin veya alışkanlıklarımızın kökeninde, geçmiş kuşaklardan aktarılan deneyimler olabileceği fikri düşündürücü. Örneğin, ailenizde kimse kıtlık görmemiş olsa bile, büyükannenizin çocukluğunda yaşadığı yoksunluk duygusu, sizin "ya bir gün elimdekiler yetmezse" endişesiyle fazla tedarikli olmanızda rol oynayabilir. Peki, bunun bilimsel karşılığı var mı? Aslında evet: Araştırmalar, travma yaşamış ebeveynlerin çocuklarında bazı farklılıklar olabileceğini gösteriyor.
Nesiller arası travma aktarımının iki şekli vardır, bunlardan biri, üreme hattından bağımsız bir şeklide, sinir sistemlerinin etkileşimiyle, masallarla, anılarla, bakışlarla, mimiklerle, verilen dolaylı tepkilerle inceden inceye yıllar boyunca işlenmesidir. Bu durumda, ebeveynden yavruya sosyal aktarım
ve davranışsal bir aktarım gerçekleşir. Çocuklar duygu dedektörleridir ve aile ortamlarındaki kritik konuları, o konudan bahsedilmese bile, ebeveynlerinin duygularını analiz ederek kavrayabilirler.
Özellikle bizim toplumumuzda bu konuya dair verilebilecek ve en sık görülen örneklerden biri şudur: Anadolu'da, nüfus dairelerine ulaşmanın zor olduğu bir köyde bir kadın doğum yapmıştır ve Ayşe isminde bir kızı dünyaya gelmiştir. Kızını nüfusa yazdırmışlar ve iki yıl sonra kızı vefat
etmiştir. Akabinde yeniden hamile kalan ve yeniden kızı olan kadın ve ailesi, yeniden devlet daireleriyle uğraşmamak için ikinci kızlarına da Ayşe adını verirler. Ancak anne ikinci kızına her baktığında, ilk kızının kaybına dair hissettiği hüznü, tutamadığı yası, ona karşı duyduğu özlemi hissediyor ve ikinci Ayşe annesinin duygularını bir sünger gibi emerken, "ben annemi üzecek ne yaptım acaba?" diye sürekli kendini sorgularken buluyor. Oysa
ilk Ayşe'den haberi yok, annesinin ona karşı özellikle beslediği bir öfke duygusu da yok ama bakışlar yetiyor bazen her şeyi anlatmaya. Bu konuya dair verilmiş en basit örneklerden birisi olarak görülebilir ancak bugüne kadar verdiğim onlarca seminerde, ikinci Ayşe'nin hislerini paylaşan dört kişiyle tanıştım. Hatta onlardan biri otuzlu yaşlarının sonunda olmasına rağmen mahkeme kararıyla ismini değiştirmişti. Hisler görünenden çok daha tesirli olabiliyordu.
Üreme hücreleri yoluyla aktarım
Gelelim diğer aktarım yöntemine, nesiller arası travmanın esas "kalıtımı" ise üreme hücreleri yoluyla meydana gelir ve bu aktarım yolculuğu ciddi epigenetik mekanizmalar içerir. Üreme hücreleri, somatik vücut hücreleri gibi epigenetik değişikliklere açıktır, ancak onları diğer hücrelerden ayıran en önemli fark, gelecek nesillere açılan kapının birer anahtarı olmalarıdır. Bu sebeple, üreme hücrelerinde bir epigenetik modifikasyonun meydana gelmesi demek, sonraki nesillerde de görülme olasılığının artması demek. Bilimsel çalışmalara göre sperm ve yumurta hücreleri, epigenetik aktarımlar için bir lokomotif görevi görüyor olabilir. Anne ve baba tarafından yaşanan birtakım travmatik olaylar yumurta ve sperm aracılığıyla nesiller arası aktarılabilir. Bununla birlikte, anne tarafından aktarım hususunda özel bir nokta var ki sadece bilimsel anlamda değil duygusal anlamda da çok etkileyici. Şöyle ki dişi bir fetüs dünyaya, hayat boyu sahip olacağı bütün yumurtalarla gelir.
Dolayısıyla bir anne, anneannenin (kendi annesinin) rahmindeyken, çocuk da annesinin yumurtalıklarında bir yumurta olarak var olur. Ve hangi yumurtadan meydana gelirse gelsin, anneannesiyle paylaştığı büyük bir epigenetik miras söz konusu olacaktır. Kulağa çok karmaşık geliyor değil mi? Şöyle özet geçelim, anneannem anneme hamileyken ben de oradaydım! Ve biz ister istemez ortak bir "anı"da bulunmuştuk. Bu ortak anı onların gelecekteki ortak epigenetik imzasının yapıtaşlarından biri olacaktı. Benim hikâyemde, anneannem ve ben Rumeli'den İstanbul'a uzanan bir göç hikâyesinde buluştuk, bu hissin benim olmadığını kitabım Bu His Sizin mi?'de beş farklı hikâyeyle anlattım, hepimizin kendinden izler bulacağı hikâyelerde.
İlk bakışta garip geldiğini biliyorum, anne-babanın yaşadığı bir olay, olayı hiç deneyimlememiş çocuğun psikolojisini neden etkilesin? Bu sorunun cevabı yukarıda bahsettiğimiz gibi aile ortamı ve epigenetik mirasın iç içe geçmesi oluyor.
Travma döngüsünü kırmak mümkün mü?
Diyelim ki ailemizde önceki nesillerden gelen bir travma mirası olduğunu düşünüyoruz. Peki, bunu çocuklarımıza aktarmadan durdurmak mümkün mü? Kesinlikle evet. Bilimsel bulgular, travmaların nesiller boyu aktarımının bir kader olmadığını gösteriyor. Doğru adımlar atılarak bu döngüyü kırmak ve çocuklara hafif ve sağlıklı bir miras bırakmak mümkün.
Öncelikle yapılabilecek en önemli şeylerden biri, farkındalık geliştirmek. Kendi yaşamınızdaki duygusal tepkilerin veya korkuların kökenlerini düşünün. Aile büyüklerinizin hayatında büyük travmalar, göçler, kayıplar yaşandı mı? Bunları öğrenmek, bugün sizin bazı davranışlarınızı veya hislerinizi anlamlandırmanıza yardımcı olabilir. Unutmayın, adı konmamış, bastırılmış duygular gölgeler gibi peşimizi bırakmaz; oysa tanıdığımız ve üzerinde konuşabildiğimiz travmalar çok daha yönetilebilir hale gelir. Ailenizde konuşulmayan eski hikâyeleri, acıları güvenli bir şekilde dile getirmek bile bazen kuşaklar arası bir iyileşme başlatabilir.
İkinci olarak, profesyonel destek almaktan çekinmeyin. Eğer sizde anksiyete, depresyon, travma belirtileri gibi sorunlar olduğunu düşünüyorsanız bir psikolog veya psikiyatristle görüşmek atacağınız en değerli adımlardan biri olabilir. Travma terapileri (örneğin Bilişsel Davranışçı Terapi veya EMDR gibi yöntemler) geçmişte yaşananların üzerinizdeki etkisini azaltabilir, böylece bu yükü çocuklarınıza yansıtma olasılığınız da düşer. Araştırmalar, epigenetik değişimlerin kalıcı olmadığını, uygun koşullar sağlandığında geri dönebileceğini göstermektedir.
Bir diğer kritik nokta, çocuklarımıza güvenli ve sevgi dolu bir ortam sunmak. Belki atalarımız böyle bir şansa sahip değildi ama biz bugünün dünyasında çocuk yetiştirirken bilinçli adımlar atabiliriz. Sevgi, ilgi ve istikrar dolu bir aile ortamı, çocuğun beyin gelişiminden stres yönetimine kadar pek çok alanda koruyucu etkiye sahip. Eğer çocuklukta güven ve sevgi dolu bir ortam sağlanırsa, olumsuz biyolojik mirasın etkileri büyük ölçüde dengelenebilir. Bir anlamda sevgi, travmanın panzehiridir.
Tüm bunların yanında, belki de en önemlisi umudu korumak. Atalarımızın yaşadığı zorluklar genlerimizde izler bırakabilse de bu izler bizim hikâyemizi tamamen yazamaz. İnsan biyolojisi esnektir; epigenetik imzalar zamanla silinebilir, değişebilir. Dayanıklılık (rezilyans) dediğimiz kavram hem
psikolojik hem biyolojik anlamda gerçektir. Zor zamanlardan sonra iyileşmek, güçlenmek ve hatta bu deneyimlerden anlamlı dersler çıkararak yoluna devam etmek insanlığın defalarca kanıtladığı bir özelliktir. Bu nedenle, eğer ailenizde kuşaktan kuşağa aktarılan bir travma varsa bile, onun
esiri olmak zorunda değilsiniz. Geçmişin yaralarını fark etmek ve üzerinde çalışmak, geleceğinizi özgürce şekillendirmenin anahtarıdır. Genlerimizdeki geçmişin fısıltılarını duyabiliriz; fakat geleceğin ne söyleyeceğine biz karar verebiliriz. Bu da travmaları tanımak, yönetmek ve sevgi dolu, bilinçli bir yaşam kurmakla mümkün. Unutmayalım, geçmiş bize miras, ama gelecek bizim emanetimizdir.
*Genetik uzmanı